22 Ağustos 2012 Çarşamba

Bulvar Sadece Bir AVM Değildir; Bir Zihniyettir!

Şehirleşmeyi ve büyümeyi inşaat yapmak sananlara, bir kenti geçmişten geleceğe taşıyanların eski ve hikayeleri olan binalar olduğunu bilmeyenlere, eski binaları yok edip yerine tümüyle sokaklardan kopmuş görkemli ve ruhsuz betonlar dikmeyi maharet sananlara, Belediye Başkanlığının birikmiş anılar, beslenmiş bir kültür, estetik bir kaygı, partisindeki hakim zihniyete karşı dik bir duruş ve değerlere sahip çıkmak gibi bir vizyon gerektirdiğini bilmeyenlere verdiği cevap için.











Samsun uzunca bir dönem kenti yöneten (farklı partilerden) iki belediye başkanı sayesinde çehresi değişen, iki değerli insan Muzaffer Önder(CHP) ve Yusuf Ziya Yılmaz'ın(AKP) üstün nitelikleri dolayısıyla ülkenin en parlak kentlerinden biri olmayı başaran, aynı zamanda ekonomisini de büyüten bir şehir oldu.

Eski Sigara Fabrikası olan bu binalar; tüm dayatmalara, peşkeş çekme gayretlerine rağmen renk dahil herşeyiyle eskisi gibi restore edilmek koşuluyla bir firmaya 39 yıllığına kiralanan, ünlü pek çok markanın yeraldığı, mülkiyeti kente ait örneklerden sadece bir tanesidir.

Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kapı (Magda Szabo) Üzerine Mektup Notları

Yine yazarını tanımadan, kapağına bakarak ama yazarın adından da etkilenerek seçtiğim kitaplardan birine başladım.

Elbette kitabın adı da önemli bir etkendi onu seçmemde...

Ve bir kitap daha beni yanıltmadı.

Ve sanırım Erno Nemeçek'ten sonra adını aklımda ve hatta gönlümde taşıyacağım bir kahramanım daha olacak.

Şu kitabı elimden bir bırakabilsem neler yazacağım da, ama ne yazık ki bırakamıyorum.

Yani bir kitap bu kadar mı insan kokar ve bir insan bir kitabı bu kadar mı güzel çevirir.(Çeviren:Hilmi Ortaç)

Artık çevirmenlerin önemi fark ettirilmiş biri olarak bu konuda çok hassasım.

Öyle bir keyifle okuyorum ki kitabı, öyle bir okuma aşkı yarattı ki bende...

Çocukluktaki ilk kitaplarımın, Mercan Adası, Define Adası gibi bilumum ada ve başta Pal Sokağı Çocukları olmak üzere bir sürü insan, arkadaşlık, dostluk, emek ve yürek anlatan kitapların akıcı ve son derece lezzetli tadını alıyorum.

Büyük ihtimalle bu kitabın bırakacağı okuma tadı sayesinde Ulysses'i okumak artık lay lay lom benim için.

Şimdilik, kahramanını özel bir karakter olması dolayısıyla -adını- aklıma kazıdığım ve anlatım dilini çok sevdiğim kitabımı alıp odama çıkıyorum.

Kitabı her sayfada biraz daha çok seviyorum.

Şu yakın tarihte hayatıma girmiş ikinci şey bu kitap, ve şu yakın tarihte hayatıma girecek hiç bir şeyin birinci olma şansı yok, ne yazık ki.

O yüzden bu ikinciliğe o gözle bakılsın lütfen.


3 Ağustos 2012 Cuma

Yıkılan Ariel'in ya da Yıkılan Önyargıların Hikayesi

“Bana göre bütün müslümanlar terörist” demişti Ariel, sohbetimizin başlangıcında. “Türk denince geri kalmış, barbar ve bağnaz bir insan imgesi oluşuyor gözümün önünde, Türk eşittir müslüman o da eşittir terörist!”

Olsztyn'in merkezindeki barlardan biri olan Novo'dayım. Pazartesi gecesi vakit geçirebileceğiniz şehrin çok az sayıdaki açık eğlence yerlerinden birisi, belki de yeganesi. Pazartesi gecesi nereye gidilir sorusuna Olsztyn'deki diğer erasmus öğrencilerinden aldığım yanıttı burası. Çok fazla bir şaşası olmayan, küçük bir dans pisti ve karşısında sıralı bir kaç masadan ibaret, öğrenciye girişin 15 zloti olduğu, popüler dans parçalarının çalındığı sıradan bir “club”cık.

Karşımdaki adam Ariel -ilk kez böyle bir Polonyalı erkek ismi duyuyordum, daha doğrusu ilk kez bu adda bir Polonyalı'yla tanışıyordum- küt kumral saçlı, kirli sakallı, yuvarlak kafalı daha çok bir İspanyol'a benzeyen, gayet iyi bir İngilizce'ye sahip ve ciddi hal-tavırda birisiydi. Türk olduğumu öğrenince daha da sertleşti ve yukarıdaki sözleri sarfetti. Daha önceden tanıştığım İspanyol arkadaşım Borja'yla barda karşılaşınca selamlaşmış, o da bara birlikte geldikleri Ariel'le bizi ayaküstü tanıştırmıştı.

Bu durum ilk kez başıma gelmiyordu. Polonya'da kaldığım süre boyunca çeşitli ortamlarda tanıştığım sayısız yabancıdan benzeri tepkiler almıştım. Ancak bu şimdiye kadar karşılaştıklarımın en sertiydi. İşin garibi ise ilk gördüğümde bende bilgili ve kibar bir adam izlenimi bırakmış birisinden bu sözleri işitiyor olmamdı.

Eğer gururlu bir Türk genciyseniz bu durumda yapabileceğiniz iki şey vardır: Ya karşınızdaki Polonyalı'ya ana-avrat kaptırıp, onun -Almanları ve Rusları öven, Polonyalıların tarih boyunca yaşadığı dramları acizlik olarak tanımlayan- bir iki lafla damarına basıp gülegüle diyerek çekip gideceksiniz ya da yeterli sabrınız varsa tüm bu lafları bir süreliğine sineye çekip “Ulan ben Erasmus'um, benim görevim tüm insanlığı kucaklayan davranışlarda bulunmak, en iyisi insanlıktan çıkmayıp şuna kibarca bir karşılık vermeyi deneyeyim,” diyeceksiniz.

Birinci yolu seçerseniz ülkenizin tanıtımından, ikinci yolu seçerseniz o sırada gözünüze her biri ilah olarak görünen güzel Polonyalı kızlarla kontağa geçebilme ihtimallerinizden vazgeçeceksiniz. Çevrede bulunan mevcut kız nüfusunun potansiyeline şöyle bir göz attıktan sonra, işin zorluğunu bilerek gecemi Ariel'i fikirlerinden döndürmeye adadım.

Barın taburelerinde karşılıklı oturup barmaid'in servis ettiği Tyskie marka Polonya biralarından yudumlarken ilk sorumu sordum.

-Sence Türk'ler nasıl insanlar?

-Dedim ya! Müslüman, içki içmeyen, domuz eti yemeyen, kadınları çarşafla gezen, erkekleri bütün gün camide namaz kılan, cahil insanlar.

-Ama ben gördüğün gibi şu an içki içiyorum, ve üstümün başımın, giydiklerimin de senden bir farkı yok.

-O zaman sen Türk değilsin, beni kandırıyorsun. Çünkü sen müslümansan içki içmemen gerek!

-Evet Türkiye müslüman bir ülke. Hatta Osmanlı zamanı şeriatla yönetiliyordu; ama birgün Mustafa Kemal adında büyük bir adam ortaya çıktı ve Cumhuriyet'i ilan etti. dedim ve modernleşme hikayemizi dilim döndüğünce Ariel'e anlatmaya başladım.

Diyaloğumuz Ariel'in Türkiye'yi ve beni tanıma yönünde artan merakı ve bu yönde sorduğu sorularla devam etti. Sohbetin orta yerine doğru o sırada Olsztyn'de Erasmus yapmakta olan iki Türk kız arkadaşım son derece şık elbiseleriyle yanımıza geldi. Birer içki alıp Ariel'le tanıştılar. Ariel'in yüzündeki ciddi ifade alkolün ve sohbetimizin samimiliğiyle giderek gevşiyordu ve artık hemen her konudan muhabbet etmeye başladık. Ariel dinine bağlı bir katolikti, sosyalizme inanıyordu, interneti, Facebook'u, Twitter'ı falan insan ilişkilerini öldüren mecralar olarak görüyordu ve Türkiye hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Türkiye hakkında kurduğu denklem kabaca “Türk=Müslüman, Müslüman=Arap, Arap=Terörist” şeklindeydi. 11 Eylül saldırıları ve İslami terörle kafayı bozmuştu. İçki fabrikalarımız olduğunu, şu an bulunduğumuz barın 10 katı büyüklükte eğlence yerlerine sahip olduğumuzu öğrendikçe sarfettiği “Really?”'lerin sayısı artmaya başladı.

Saatler ve içilen içkilerin sayısı ilerledikçe Ariel'in neşesi artmıştı. “Bizim kızlara sor bakalım, bombaları nerdeymiş?” dediğimde kahkahayı patlattı. “Adamım, siz hiç Türk gibi değilsiniz, size inanmıyorum.” dedi.

Gecenin sonunda ayrılırken, kaldığımız yurda gelip bizimle sohbete devam etmek istediğini söyledi. Facebook'a karşı olduğundan bir kullanıcı hesabı yoktu. Bu yüzden arada sırada “mecburiyetten” kullandığı mail adresini almamı rica etti. Yurdun kuralları gereği gecenin bu saatinde dışarıdan arkadaş sokamazdım, gece nöbetçisi yaşlı teyzeden azarı yerdim yoksa; ama mail adresini telefonuma kaydettim. Ancak harflerden birini eksik ya da yanlış yazmış olmalıydım ki, o günden sonra gönderdiğim maillere herhangi bir yanıt alamadım. İşin doğrusu bu çok da umurumda değildi.

Ariel'i o geceden sonra hiç görmedim.O gece Novo'da birlikte olduğumuz Olsztyn'deki Türk arkadaşlarımdan birisine birkaç gün sonra yolda rastlamış ve ona hiç mail göndermediğimden veryansın etmiş. O günden sonra da onu tamamen unutmuştum.

Ta ki geçenlerde Facebook karşıtı, İnternet düşmanı, Müslüman avcısı Ariel, beni Facebook'tan ekleyene ve hal hatır sorana kadar!

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Bendensiniz!

Keyifli bir sabahtı, kesinlikle... sahil enfesti ve  "Bugün süper ötesi bir gün, keyfini çıkarın" diye göz kırpan bulutların resmi, "ilahi gücün"  mesajıydı.  Fazla şeyler söylemeye ve dilemeye de gerek yoktu. Buluttaki göz kırpmasının bir tek anlamı vardı; o da şuydu: Bugün bendensiniz!

12 Temmuz 2012 Perşembe

Küçük Prens Ana Teması Üzerinden Üçüncü Gün

"Büyüklere her şeyi açıklamak gerekir zaten"


-Küçük Prens var mı?
-Küçük Prens büyüdü artık.
-Ben küçüklüğüne yetişemeyenlerdenim, bir bakayım dedim küçüklüğü nasılmış.




Son halini şöyle özetleyebilirim, ki an itibariyle başka bir konudan söz edebilmesi hatta yazdıklarının içine mesela şu anda cevaplamakta olduğu mektuptaki konulara cevap anlamında cümleler kurabilmesi de mümkün değildir. Ve hatta aslında oturup bu mektubu yazması da mümkün değildi. Ama tüm bu mümkün olmayan haller içinde konsantre olduğu iki şey vardı: Birincisi, daha henüz gün kararmaya başlamamışken ve hatta "Akşam üzeri keyifli olur be!" diyerek aklından geçirdiği Cuba Libre'yi dahi erteledi; bu şeylerden birincisi yüzünden...

Bugün tam da amcasının ciltli ilk kitaplarını- ki Altın Masallardı bunlar- aldığı köşenin çok yakınında ve benzer bir aradaki kitapçıdan zevkle satın aldığı, gün boyu ara ara açıp baktığı, kapağını okşadığı ama okuma keyfini eve sakladığı kitabı, sivrisineklere karşı kendini ilaçladıktan sonra dışarıdaki sandalyelerden birine oturup diğerini ayaklarının altına çekerek okumaya başladı.

İlk satırlardan itibaren  içine çeken kitap her sayfasıyla onu memnun kıldı. Hani bazen insan kendi davranış biçimlerini adlandıramaz da bazı kitaplardaki kahramanların ve elbette yazarın onları tasvir etmesi üzerinden olumlu ve farklı hallerini görerek "A..aa ben de böyleyim" deyip sevinir ya... henüz 35. sayfaya gelmiş ve yazmaya başladığı mektuptan ayrılıp biraz sonra kitaba dönecek olan kendini, karne verilmiş de notları hep pekiyiymiş gibi hissetti. Tabii ki öyle olduğunu biliyordu ama bu kitap tıpkı başındaki ithaf cümlelerinin benzerini ona da duyumsattı.

Elbette kitabın beşinci, onuncu, onbeşinci, yirmibeşinci, otuzbeşinci... aslında her sayfasında aklına birini de getiriyordu, hatta onunla birlikte okuyordu kitabı. Coşkuluydu, aklında kurduğu sahneler farklı, cümleleri de onlardan farklıydı: Mesela cümle şuyken ve bunu Sevgili Falancaya söyleniyormuş gibi kurmuşken... bu arada cümle şudur: "Ah şu düşünüşümün kurduğu duvarların bir kısmını yıkmış olsaydım ve içimden geleni yapabilseydim... şu an tam da kitabın şurasındayken, kesinlikle kucaklayıp şöyle bir döndürürdüm, çünkü şu anki memnuniyetimin, kitaptan aldığım keyfin, hatta yeniden okuma heyecanı hissetmemin sebebi sensin ve bunu, ancak bunu yaparak anlatabilirim. Çünkü kelimeler hissettiklerimi ifadede yetersiz kalır ve bu bana yetmez"

Aklındaki sahnelerde ise kucakladığı gibi ayaklarını yerden kesmiş ve tüm semazenlerin "Yahu biz de kendimizi bir şey sanıyorduk!" diyecekleri kadar döndürüyordu.

Muhtemelen devam edecek, inşallah yani:))

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kısacık Bir Ara Sıcak

Sanırız en güzeli ve en keyiflisi böyle oluyor: Başka bir sebeple blogun adını yazıp arama yapınca Pamukkale Şarapları'nın Twitter hesabında bir yazımızın paylaşıldığını gördük. Sayfayı açtığımızda geçen yıl aralık ayında yazılmış Bir Yudum Luz Casal başlıklı yazının bu yılın haziran ayının altısında sayfadan paylaşıldığını fark ettik. Yazı tümüyle şaraba atfen yazılmasa da üreticinin hesabında paylaşılmaya değer bulunması sevindiriciydi. Ama daha sevindirici olan ise yazının ilk olarak firmanın önemli adlarından ve aileden Selda Tokat'ın Twitter hesabında paylaşılmış olmasıydı.

Bu doğal olarak sevinçlerimizi zıplattı ve bunu La Paragas tarihine bir not olarak düşmek de keyifli oldu.

3 Temmuz 2012 Salı

Uyandıktan Sonraki 1 saat 39 dakikası

Dün gece hissettiği üzere mutlu ve huzurlu bir uykuya teslim olmuştur. Aslında teslimiyeti sevmeyen anarşist ruhu yine de bu esaretten mutludur. O kadar mutludur ki pürüzsüz bir uyku çeker. "Pürüz" sadece yüzünde kendine mutlak yer bulan ve gece boyunca orada en hayta haliyle takılı kalan tebessümdür.

Sabah olur. Normalde o saate kadar çoktan uyanıp, bir sürü işi halledip, kahvaltıyı aradan çıkarıp, bilgisayarın başında olurken bu kez yatağın içinde ve mırıl mırıldır. Enterasan bir biçimde aklına Rüzgar adlı şarkı düşmüştür. Gülümser, çünkü şarkının sözlerini bile bir iki cümle dışında bilmiyordur. Bu arada etraftan birisi kafayı uzatır ve endişeli soruyu sorar: Hasta mısın?

Pas güzeldir ve bunu asla affetmeyecektir: Evet, hastayım!

Gün yoğun geçecektir, bir görev dağılımı yaparlar ve cenaze işi ona kalır. Telaşlanır; mutlaka kahvenin yanına bir mektup ve şarkı yetiştirmelidir.

Çamaşırları makinaya atar, hızla köpeğinin işlerini halleder, kahvaltısını hazırlar. O arada suların kesilmekte olduğunu fark eder. Makina aklına gelir, sonra boşver der ve klavyenin başına oturur.

O klavyenin başına oturduğunda neler olacağı bellidir. Az öncenin tüm telaşları kendine delik arar. Şahane gülümseme gelir, ortalık dışarıdaki baharı çıldırtacak kadar aydınlanır. Biraz durur, dışarı bakar ve yepyeni resimler çizer. Mutludur.

Aslında sabah Yankele'nin albümünü koymuştur, hatta oradan bir şarkı yollamak fikri sabittir. Sonra Leman Sam'dan dinler şarkıyı, aslında bir yandan mektubu yetiştirme, en geç 10'da evden çıkma telaşı vardır ve akşam duaya da kalacağı için geç vakte kadar dönme ihtimali yoktur. Özleyecektir. Mesele budur.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP