21 Mart 2012 Çarşamba

Muzaffer Önder Parkı ve Bir Soru

Bu parka eski belediye başkanı Muzaffer Önder'in adının verilmesini sağlayan şu anki belediye başkanı Yusuf Ziya Yılmaz'dır. Heykel de bir vefa örneği olarak onun döneminde dikildi. Bense; Muzaffer Önder'le birlikte girdiği ve kazandığı seçim hariç, iki dönemdir -partisinden bağımsız olarak- oyumu ona  vermekteyim. Üstelik önümüzdeki seçimde de büyük olasılıkla oyum onun. İki başkana da başkaları tarafından tüketilmiş bir şehri ayağa kaldırdıkları için saygım sonsuz ve şehir için ikisi de önemli bir kazanç.

Ancak, tüm bu sevme hallerimden öte, bu heykelin üzerinde yazılı öyküyü ilk okuduğum günden beri fena halde takmış vaziyetteyim. Başlangıçta ben mi yanlış yorumlayıp, duygusal davranıyorum diye düşündüm. Geçen gün pide keyfi için Tırtıl'ın kurstan çıkmasını beklediğimiz süre içinde ben, kardeş ve hafta sonu kaçamağı yapan Mussano'yla dolaşırken; bölümü gereği diplomasi dilini, üstelik İngilizcesini de ders olarak okuyan Mussano'ya da okuttum. O da benimle aynı kanaati paylaştı ve hikayenin yansıra seçilen bazı kelimelerin de çok yanlış olduğunu söyledi.

Çocukluğumun mahallesinin yakışıklı abilerinden biri olan, duyarlılığını çok iyi bildiğim Yusuf Ziya Yılmaz'ın farkında olsa izin vermeyeceği bir metin olduğunu düşündüm bunun. Zira tersine ihtimal vermemekle birlikte inanmak da istemiyorum. Metnin kraldan çok kralcı bir kalemden çıktığı kanısındayım. Bu metni CHP il örgütünün fark etmemiş olmasına da şaşıyorum.

okumak için tıklamak gerek!
Sorum şu: Bu metne   duygusal baktığım için mi gereksiz bir hassasiyet gösterip, orada bu şekliyle yer almaması gerektiğini düşünüyorum...

Yoksa gerçekten de, şehire çok önemli hizmetler yapmış ve ölmüş bir başkanın ardından dikilen  heykele yazılmış, gereği olmayan cümleler içeren  bir metin mi bu?

Not: 03.04.2012 tarihinde CHP İl Başkanlığına gidilmiş, durum bir kez de orada anlatılmış ve onların girişimleri ile 06.04.2012 tarihinde levhadaki rahatsız edici cümleler çıkarılmış, güzel de bir paragraf ilave edilmiştir.

19 Mart 2012 Pazartesi

"ben": Ben Feuerbach'da Işığa Yakalanmış Bir Tavşanım

Salonda yerimi aldığımda bu oyundan elde edeceğim en önemli farkındalığın ne olacağını henüz bilmiyordum.

Oyun üzerine yazdığım yazının altındaki ilk yorumun ilk kelimelerini okuduğumda refleksim bambaşkaydı.

Blog yazmaya başladığım ilk günden itibaren yorumları denetimli yapmamıştım. Her ne yazılırsa yazılsın yorumların yazıyı çoğaltacağını, yazıya ve okuyanlara katkı yapacağını düşündüm hep. Sonuçta yorumların nitelikleri ne olursa olsun hayatın bir yansıması olacaktı. Düşüncem buydu ve bu düşüncemden de asla vazgeçmeyeceğim.

Bugüne kadar yazıların altına çok değerli yorumlar yazıldı. O yazılar sayesinde güzel insanlar tanıdım. Benden daha farklı düşünen hatta yazıdan yola çıkarak, -elbette kendi doğrularıyla bakıp, benim yazarkenki duygularımdan ve ifade ettiğimden tümüyle zıt bir algıyla- bana çakan yorumlarla da karşılaştım. İçeriklerine, -bazen üsluplarına ilk anda canım sıkılsa da, içimde farklı tepkiler verme isteği oluşsa da- farklı bir algıyla bakarak o yönde cevaplar yazdım.

'Işığa yakalanmış tavşan' benzetmesini ilk kez, farklı bir bakışla değerlendirildiğinde öfke ve nefret yaratacak bir eyleme maruz kalmışken özünü fark ettiğim, bir anıyı anlattığım, Acıyı Bal Eylemek başlıklı yazımda kullanmıştım.

'Hayat öğrettiriyor,' devrik yapısına rağmen benim kullanmayı en sevdiğim ifade edişlerimden biridir. İnsana dair ne varsa sorgulamayı seven, karşı olduklarına dahi kendi gerçekleri ve mantıklarıyla bakıp sonuçlar çıkarmaya çalışan, bunların her birinden bir şeyler öğrenen ve bu öğrenmenin sürekliliğine inanan ben; oyun üzerine yazdığım yazının altındaki yorumu da bakış açılarımın birbirleriyle çatışan farklı ruh halleriyle değerlendirdim.

Ona, ilk okuduğum anda tıpkı önüme koyulmuş bir telefon tapesi gibi, yazanın duygusunu hiç gözetmeksizin, en düz haliyle ve bende yarattığı ilk duygu ile baktım. Onu, içeriğinden çok yazımdaki göndermelerim üzerinden ve -yeni tartışma anlayışımızın pek popüler kelimelerinden biriyle söylersem- direk bana çakan bir yorum olarak aldım.

Önce bana çakana çakmak refleksim öne çıktı. Bir iki saniye içinde benlerden biri olaya el koyup reflekse çelmeyi taktı. Yorum bir telefon tapesi duygusuzluğundan sıyrıldı, ete kemiğe büründü. Baktığım her kelime bir bedenin kulağı, saçı, boyu, gözü olmaya başladı. Gözlerim bedenin yüreğine saplandı. Oradaki emeği ve o emeğe yaptığım haksızlığı gördü. Yoruma ilk baktığımda sahibinin farklı biri olduğunu düşünürken... gördüğümde anlamıştım! O anda aklıma gelen ilk eylem bir çiçek alıp yorumun sahibine ulaşmaktı.


Papazın ızgaralı bölmesinde,  göze girmeye çabalayan tüm iyi hallerim anlamını yitirdi. Mesela o günah çıkarma merasiminde; yaşımın kemale erdiği bir günde,   kahvemi içerken işlemlerimi yaptırma imkanım olmasına rağmen  sıraya girdiğim bir bankada, tam da işlem yaptırma sırası bana gelmişken  yaşlı bir teyzenin  gerekçesi ve ricasını başımla onayladığım anda  arkadaki  insanlara haksızlık yaptığımın farkına vardığımı, aslında dönüp onlardan da izin almam, izin vermezlerse de sıramı teyzeye verip en arkaya geçmem gerektiğini öğrendiğimi ve bunu bir daha asla yapmadığımı ...  hayatım boyunca üzerinde adım yazılı bir  kartvizitim olmadığını, hediye olarak getirilmiş  adımın ve  soyadımın yazılı olduğu kimi pirinçten, kimi ağaçtan objeleri masamın üzeri yerine yan raflara ve görülmeyecek yerlere koyduğumu, gerek iş ilişkilerinde gerekse başarı alanlarında ben kelimesini hiç kullanmamış biri olduğumu anlattım.

Yani dedim ki papazın ızgaralı bölmesinde ve  bir günah çıkarma merasimi esnasında: Ben emeğe karşı çok duyarlı bir insanım.  Bireysel başarılarımın tadını  tüm insanlarımın adlarını öne çıkararak yaşarım.  En sevdiğim kelime "biz"dir.

Bütün bunları kendimi işin içinden sıyırmak, oluşmuş alışkanlıklarımdan dolayı suçu algıma, pratik kazanmış davranış biçimlerime yüklemek için yaptım. Yine de tüm savunma çabalarım, doğrularım, güzel adam olma hallerim; değil önünde günah çıkardığım papaza bana bile yetmedi. Yaptığımın kusur olduğu gerçeğini hiç bir şey değiştirmedi. Meselem, kast'ı yazmaya karar verdiğim anda orada olmayı hak eden bir ismi eksik yazmış olmam değildi.

Hayatın boyunca okuduğun kitaplardan, izlediğin oyunlardan çeviri yapmış üç insanın adını say dediklerinde verecek bir cevabım yoktu. Mesele bu duyarsızlıktı, fark etmemişlikti.

Elbette verebileceğim adlar vardı. Ama onlar kitaplarından, yaptıkları başka işlerden, medyadan tanıdığım bir kaç kişiydi. Onların adını referans alarak yazarını tanımadığım bir kitabı değerli kılabiliyordum. Oysa; çoğu zaman bakmadığım, kitapların altına sıkıştırılmış çevirmen adlarından herhangi birini dilimin ucuna bile getiremiyordum. Aklıma kazınmış ve bir başka kitabı almama neden olan bir tek çevirmen adı bile yoktu akıl defterimde.

Üç gündür çok keyifli dakikalar yaşadığım her mekanda bu suçtan sıyrılamıyorum. Kendimi hiç bir duvarın arkasına saklayamıyorum, bütün savunma hatlarım bir bir yıkılıyor. Bütün o yazarları, onların güzel ve yüreklerimize kazınmış cümlelerini çevirmenlerin emeği sayesinde hazinemize kattığımızın farkına bugüne kadar varmamış oluşuma kızıyorum. Üstelik onlar sadece cümleleri çevirip telefon tapesi gibi duygusuzca koymuyorlar önümüze. Onlar, onlarca duyguyu da çeviriyorlar. Duygu ve insan kelimesini yan yana getirdiğinizde işin ne kadar derinlik, birikim, duyarlılık ve enginlik gerektirdiğini anlıyorsunuz.

Yorumdaki - içinde haklı bir serzeniş de barındıran- sorulardan biri  "Yoksa siz Trabzon Devlet Tiyatrosunun sahneye koyduğu oyunu Almanca olarak mı izlediniz?"di...

Refleksimi harekete geçiren kelimeler: "Siz! Siz kimsiniz?" di.

Ben: Sayın Sema Engin- Edinsel tarafından dilimize kazandırılmış, onun duyarlı çevirisiyle tadına vardığım, derin ve lezzetli cümlelerin yer aldığı güzel oyun Ben Feuerbach'ta ışığa yakalanmış, bundan da çok memnun olan, biraz daha büyümüş bir tavşanım.


*Papaz ve günah çıkarma benzetmeleri captaiin'in Kar adlı yazısında kullandığı, çok sevdiğim ve bu yazıda kullanmaktan çok zevk aldığım ifadeleridir.

15 Mart 2012 Perşembe

Ben Feuerbach

Salona son dakikada giren...

Cep telefonuyla ışıklar sönene kadar vedalaşamayan...

Gün boyu aksırıp tıksırmazken -ne hikmetse- sesizliğin hakim olduğu mekanlarda sürekli aksırıp tıksıran...

Boğazındaki balgamı dışarı çıkarma ayılığını göstermese de arada bir onu gırtlağından alıp ağızının içinde gezdiren...

Oyun değil de tür seçen...

İçinde mizah değil de elma şekeri türünden komiklikler olan oyunları seven, tiyatroyu onlardan ibaret sayan...

Dekora bakıp oyunun soyut olduğu yargısıyla kafadan kopan...

Uzun kitaplardan...

Uzun diyaloglardan...

İnsan ruhunun karmaşık yapısından....

Normallikle delilik arasındaki kan bağından hoşlanmayan..

Yaşamın bazen göğe, bazen yerin yedi kat altına uzayan farklı basamak aralıklarına sahip merdivenlerden oluştuğunu bilmeyen...

Öküzün altındaki buzağıya baktığında dahi orada olanı fark edip; bir tat, bir sonuç çıkaramayan...

İzlediğine, dinlediğine, okuduğuna emek vermeyen...

Hayatı kısa mesaj tadında yaşayan biriyseniz:

Sakın ola ki bu oyuna gitmeyin.

Hatta bu yazının devamını okumayın!

Çünkü:

Hikayenin ruhuyla doğrudan ilişkili, oyunun bütünlüğüne ciddi katkı veren, oyundan kopan izleyiciyi dahi meraklandırıp dirilten dekorları...

Dekor, kostüm, ışık, aksesuar bütünlüğünün sahnede hakim kıldığı rengi...*

 Salonu şaşırtan, geren, ne yapacağını bilemez hale getiren açılışı...

Ayşe Önder tarafından yapılmış etkili müziği...

Tankred Dorst'un müthiş gözlemler içeren, yer yer algılamakta sorunlar yaşatan, -insan ruhunun karmaşıklığı gibi- derin cümlelerle dolu metni...*

Çok ama çok başarılı oyunculuk* performansları yüzünden:

Ortaya koyulan emeğe koşulsuz saygı duyan, -sevmediği türden de olsa- bu oyunun başarısını fark eden, bunu finaldeki alkışlarıyla dile getiren  kalabalığın içinde her tıkırtınız, her olumsuz hareketiniz; garip bir büyüsü olan, "Tiyatro işte budur!" dedirten, Yurdaer Okur'un farklı bir lezzetle yönettiği Trabzon Devlet Tiyatrosu'nun oyunu Ben Feuerbach'ta; başka hiç bir oyunda farkedilmeyecek kadar açığa çıkıyor, ışığa yakalanmış tavşan halini alıyorsunuz.

Ve işin daha kötüsü, sahnedeki akışkanlık gerçek izleyiciyi öyle sessiz kılıyor ki ve bazen "siz" dahi elinizde olmaksızın oyuna teslim oluyorsunuz.

1 saat 40 dakika süren,  ara vermediği için ızdırabınızı erkenden sonlandıramıyacağınız bir oyun bu! Eğer okumayı kesmeyip de buraya kadar gelebildiyseniz; uyarmak isterim!

Sizi değil; "sizi".


*Çeviren: Sema Engin- Edinsel
*(Yalan Dünya'nın Çağatay'ı) Hakan Meriçliler,  Elif Şeker Saka ve Emre Ön
*dekor- kostüm-  Efter Tunç, ışık- Yüksel Aymaz, aksesuar- Ömer Karaoğlu

*"ben": Ben Feuerbach'da Işığa Yakalanmış Bir Tavşanım

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP