24 Aralık 2011 Cumartesi

Yağmurlu Bir Gündü

SON DURUM* - 24 Aralık Cumartesi, 14:50

Sıcaklık: 7°C  Nem: %81  Basınç: 1012 hPa

Görüş: 10 km  Rüzgar 26 km/sa

 Kaybetmiştik onu ...
Sanmıştık ve üzülmüştük...
Ellerimizi yağmura tutturup...
Koşturduk.
*Pizza yiyemedik
Paçanga Böreği yiyemedik.
Bira içemedik...

Yine de çok sevindik.

23 Aralık 2011 Cuma

Havlayan Köpek Isırmaz

Başlıktaki söz bize mi aittir yoksa başka dillerden bize aktarılmış bir atasözü müdür çıkaramadım şimdi... 

Bazen, kendi yurttaşlarımız ve yakın çevredeki ülke halkalarına hava atacağız diye kantarın topuzunu oldukça kaçıran öngörüsüz çıkışlarımıza bakıyorum; sonra, süreçler içinde yaşanan gerçekliklere göz dikiyorum, onca bağırtı çağırtının arkasından bir süre geçtiğinde, herkesin suspus olduğunu, hiçbir şeyin değişmediğini hatta bir önceki pozisyonumuza göre gerilediğini fark ediyorum. Benzer her olayda bir sürü laf ve infialle asıp kesiyoruz. Sonra da bir bakıyoruz ki asılan kesilen biz oluyoruz.

Evet biz güçlü bir ülkeyiz, evet stratejik önemimiz ve görkemli bir potansiyelimiz var. Ama aklımız yok. Derinliğimiz yok. Günlük siyasetin, popülarizmin peşinden sürüklenip, ondan medet uman bir siyasi üslubumuz var ve bizim dışımızdaki herkes bunun farkında.

Her uluslararası sorunumuzda, gereksizce üst perdeden atıp-tutup sonra da popomuzun üzerine oturmak yerine, olabilecekleri daha sakin kafayla değerlendirerek öngörmemiz ve büyük laflar üretmek yerine popülizme hiç prim tanımayan, daha ayağı yere basan, uzun süreçleri göz önüne alan, öngörülü, kendine güvenen stratejiler ve akıllar üretmemiz gerektiğini artık fark etmemiz gerekmiyor mu?

Öyle bir dış politika zafiyeti ve öylesine bir ekonomik kıskaç içindeyiz ki; hiç bir şekilde sonuç alıcı politikalar üretemiyor, sadece bağırıp çağırarak kendimizi ve halkı kandırıyor, bir süreliğine gündemi başka bir mecraya taşıyıp dikkatleri yapıştığımız olaya çekiyor, içerideki sorunların üzerini örtüyoruz.

Ne yazık ki, ürettiği popülizmin rüzgarıyla beslenen, hamasetle beslenmiş milliyetçi söylemlerin halkın genelini okşadığını bilen bir hükümetimiz var. Türkiyedeki mevcut iktidar hiç bir şekilde batılı bir ülkeye kafa tutmayı, herhangi bir nedenle onlarla karşı karşıya gelmeyi, kapışmayı, bu halin yaratacağı riskleri göze alamaz.

Eğer gerçekten birilerine kafa tutacaksak, Kıbrıs sonrasında ve daha önce başımıza gelenleri göze almamız gerekir. Varsa yoksa ekonomi diye bağıran ve sistemden nemalanmış insanlar, ihracatının ithalatını karşılama oranı % 58'lere gerilemiş, ürettiği ve ihraç ettiği pek çok mal için  ithalat yapmak zorunda olan, sıcak paraya muhtaç bir ülkede, olası bir kafa tutmanın ardından kaybedeceklerini asla göze alamazlar; yakın tarihte yaşanan ve hala devam eden İsrail, Libya, Suriye, Mısır, İran ve füze kalkanı meselelerinde edilen sözlerle yapılanlar arasındaki zıtlıklarda olduğu gibi.

Ha şunu da belirtmeden geçmeyeyim: Fransa'nın aldığı karar hiç umurum bile değil, tıpkı bizdeki iktidarın seçim argümanları, ortaya karışık söylemleri kadar değeri var benim gözümde... Çünkü ne biz gerektiği kadar sertleşebileceğiz ne de onlar olayı daha fazla gerecekler. İzlediğimiz şey;  karakterleri benzer iki liderin iç siyasetlerine malzeme yaptıkları, kendilerince ve keyif aldıkları bir oyun. Derinliksiz, entelektüel düzeyi dipte, insanlıktan, halklarından ve gerçeklikten uzak pespaye bir oyun. İşin garibi halkımız da alıştı buna... misal beni hiç ilgilendirmiyor. Tıpkı benzerlerini çokça seyrettiğim filmlerde, akışı ve sonu tahmin ederek tüm heyecanımı yitirdiğim anlarda olduğu gibi.

Not: Aslında bu yazıyı yaklaşık 5 ay önce İsrail meselesi üzerine yazmıştım. Oldukça sert bir yazı idi; uslubu açısından değil, içerdiği gerçeklikler açısından... Toplumdan, o anki hava dolayısıyla olumsuz tepkiler alacak, İsrail'in ABD, Batı ve bizim için neden vazgeçilmez olduğu, neden bağırıp çağırdıklarımızı yapamayacağımız üzerine bir yazı idi. Açıkçası yapılacak yorumlarla uğraşmak istemediğim için yayımlamamıştım. Bugün o yazıdaki tüm cümlelerimin o olay özelinde gerçekleştiğini görüyorum. Ve bizim süreçlerimizin değişmediğini de... O yazının ana hatlarını olduğu gibi koruyup bir başka hale uyarlayabildiğime göre yazıyı; mevcut iktidarın "istikrarlı" bir dış politika uyguladığını ve bu konuda "tutarlı" olduğunu söylemek mümkün!

21 Aralık 2011 Çarşamba

Soykırım

“1808'de Charlie Savage adlı bir İngiliz gemici tüfeklerle ve eşi görülmemiş bir amaçla donanmış olarak Fiji adalarına geldi. Savage tek kişi olarak Fiji'nin güç dengesini altüst etmeye kalkıştı. Pek çok serüveni arasında kanosuyla bir ırmağı izleyerek bir Fiji köyü olan Kasavu'ya gelip köyü çevreleyen çitin bir tüfek atımlık uzağında durup savunmasız yerlilere ateş etmek vardı. Kurbanlarının sayısı öylesine fazlaydı ki, hayatta kalabilen köylüler cesetleri üst üste yığıp cesetlerin arkasına saklanmışlardı ve köyün kenarından geçen dere kandan kıpkırmızı olmuştu.” (Tüfek, Mikrop ve Çelik)

Biz bugünlerde Fransa'yı yakın geçmişinde başka halklara karşı uyguladığı cani eylemleri sebebiyle rahatlıkla suçlayabiliyoruz. Fransa'nın yaptığı katliamların çoğu belgeli ve tüm dünyaca bilinen şeyler. Eski Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın Cezayir katliamında bizzat savaştığı biliniyor, hatta ne kadar doğrudur bilemem ama ölü bir Cezayirli'nin kafasına basarken objektiflere poz verdiği söylenmişti bir hocam tarafından. Kendisi görev yaptığı yıllarda Türkiye'nin AB'ye girmesi için Ermeni Soykırımı'nı tanıması gerektiğini şart olarak sunmuştur ayrıca. Tıpkı halefi dünyanın en ahlaklı siyasetçisi Sarkozy gibi!

Bir de buzdağının görünmeyen kısmı var. Avrupalılar Amerika'ya ilk olarak 1500'lerde çıktı. O zamanlar şimdinin “beyaz” Amerikalıları yaşamıyordu o topraklarda. Yaklaşık 3000-4000 yıl önce, Sibirya'yla Alaska arasındaki Bering boğazının donmasını fırsat bilen Mayaların, İnkaların ataları uzun yollar aşıp buralara gelip yerleşmişlerdi. Olayın sonuçları ise bize ortaokulda-lisede ders kitaplarının söylediği gibi Christoph Colombus amcanın Dünya için hayırlı bir iş yapıp “İşte alın yeni bir kıta keşfettim! Gelin buralara da yerleşelim, dostça kardeşçe yaşayalım.” mesajı vermesinden ibaret değil. Keşke öyle olsaydı.

Bugün Amerika kıtasında ana dilini tamamen unutmuş, Avrupa dilleri konuşan “yerliler” yaşıyor. Onlar çağlar önce, dünyanın o dönemki ileri medeniyetlerinden bir haber olmalarına rağmen piramitler yapmış, rasathaneler kurmuş, bugün bile geçerliliği olan bir takvim yapmış, Galilei'den çok önce Güneş ve Venüs yıllarını herhangi bir yardımcı elektronik alete sahip olmadan doğru hesaplayabilmiş insanların torunları. Yani Avrupalılardan daha salak ya da beceriksiz değiller. Dilleri ve kültürleriyle birlikte geçmişleri de ellerinden alındığı için bunun zararı yalnızca onlara değil, insanlık tarihine de oldu. Bugün antik Maya ve İnka kentleri hala çözülememiş birçok sır barındırıyor.

“18. yüzyılın başlarında Paskalya Adası'na ayak basan Avrupalı denizciler adeta
gözlerine inanamamışlardı. Şili kıyılarının 3050 km açığındaki bu küçücük kara parçasının her yanına yüzlerce dev heykel saçılmış duruyordu. Çelik kadar dayanıklı volkanik kayalar, tereyağı keser gibi kesilmiş;10.000 tonluk kayalar dağlardan koparılmıştı. Yükseklikleri 10 ila 20 ton arasında değişen 50 tonluk heykeller, hareket ettirilmeyi bekleyen robotlar gibi durmaktaydı.


Ne yazık ki bu küçük kara parçasına gelen ilk misyonerler adanın geçmişinin karanlık kalmasına sebep olmuşlardır. Ellerine geçen hiyeroglifli tabletleri yakmışlar, eski tapınma biçimlerini yasaklamışlar, her türlü geleneği yok etmişlerdi.” (Tanrıların Arabaları)

Tamamen tesadüf eseri, birbirleriyle bu kadar ilintili ve iyi bir ikili olabileceğini düşünmeden; finaller öncesi edinmem gereken birkaç ders kitabıyla birlikte sipariş ettiğim iki kitap “Tüfek,Mikrop ve Çelik” ile “Tanrıların Arabaları” geçmişi çözümlemeye çalışarak geleceğe ışık tutmaya çalışıyor. En azından iddiaları bu yönde. Metodları ise farklı, Jared Diamond bilimin bilinen kalıpları içinde çözümlemeler yaparken, Erich von Daniken daha “free” takılmış.

Tam bu satırları yazarkense şans eseri Tv'den şöyle bir ses duyuyorum:

"1200'lü yıllarda Moğollar 600 senede nice emeklerle elde edilmiş, hattâ İslâmiyetten önce de yapılmış pekçok mîmârî eserleri, kütüphâneleri, geçmişe ışık tutan târihin kıymetli vesikalarını, mektepleri, rasathâneleri yok ettiler. İnsanları kılıçtan geçirdiler ve şehirleri yakıp yıktılar."... (TRT 1-Batı'ya Doğru Akan Nehir adlı belgesel)

Not:“Tüfek, Mikrop ve Çelik”'i Emre Kongar bir Yorum Farkı sırasında bayağı övmüştü. “Tanrıların Arabaları” ise şanını, evde uzayla ilgili ne zaman bir muhabbet dönse kendisinin adını anan hane halkına borçludur.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP