9 Aralık 2011 Cuma

Flaş Haber

Bir süre resim çalışmalarına ara verip piyano ile uğraşan ünlü ressam Naz,  çalışmalarını iki yazdır ön balkona kurduğu açık hava atölyesinde -hobi tadında- sürdürüyordu.

Kısa bir süre önce, ilk eserlerini yarattığı Sanat Evi ile yollarını ayıran sanatçı, çalışmalarına artık yeni bir Sanat Evinde devam ediyor.

Yeni üretimlerini yaptığı Sanat Evindeki ilk tablosunun kısa bir süre sonra kamuoyu ile paylaşılacağının müjdesini verirken, sanatçının ilk tablolarından birini elinde bulunduran değerli koleksiyonere de  bir kasa kiralamasını hatta elinde bulundurduğu tabloyu sigortalatmasını öneriyoruz.

Sanatçının gün ışığına çıkmamış Rüzgar Gülü adlı tablosunu hummalı bir çalışmanın sonunda ele geçiren La Paragas; eseri sanatseverler ve takipçileriyle -yeni resim öncesinde- paylaşmış olmaktan da onur duyuyor.

8 Aralık 2011 Perşembe

Bütün Oğullarım

Sonunda dersimi aldığım, afişine bayıldığım, ikinci perdenin ikinci bölümüne kadar iyi mi- kötü mü olduğu noktasında  net bir fikre varamadığım bir oyundu, Bursa Devlet Tiyatrosunun "Bütün Oğullarım"ı.

Bunun oyunun kurgulanış biçimiyle ilgili olduğunu düşündüm hep. Birinci perdenin içinde ve ikinci perdenin başlangıcında hâlâ; "sıkıldım mı, yoksa merak ettiğim şeyler var mı?" sorusunun yanıtını arıyordum. Ve bulamıyordum.

İçimdeki kişilerden biri  sürekli "Çık," diye dürterken, hayattan birazcık da olsa nasibini almış, biraz da talim terbiye görmüş  diğeri  "Otur oturduğun yerde!" deyip ayar veriyor, her isyanımda paçamdan tutup koltuğuma çakıyor, uyuklamak üzereyken de gözlerimden tuttuğu gibi sahneye fırlatıyordu.

Farklı benler arasında süre giden bu itiş kakış içinde tutunmaya çalışıyordum oyuna. Önce süresini uzun buldum, sonra dizilerde, filmlerde alttan alta müzik duymaya alışmış kulakların boş kalmasına bağladım.

Bir türlü  ritmi tutturamıyordum. Neredeyse oyunculuklara bile dil uzatacaktım. İçimdeki ukalayı sürekli çimdikliyor, yakın ara iki eleştiri  yakışmaz  diyor, bir yandan da pırıltılı cümleler kuruyordum. Arthur Miller gibi  bir büyük usta tarafından yazılmış, sağlam bir  metne sahip oyunun daha çok izleyiciyle buluşmasına  katkı verebilmek için çabalıyordum.

Üstelik oyun Behzatımın abisi (Ege Aydan ) tarafından sahneleniyordu. İşin ilginç yanı salona baktığımda sıkılan kimse de gözüme çarpmıyordu. Hatta tiyatro denince sadece komedi bekleyen  türden izleyiciler dahi yer yer kıkırdayıp, güzel  güzel  gülüyorlardı.  Salonun genelinde olumsuz bir hava yoktu. Belli ki  haddimin bildirileceği vakte daha vardı.

O an; ikinci perdenin ilk yarısında kendini göstermeye başlayıp ikinci yarısında doruğa ulaştı. Nefesler kesildi. İlk perde boyunca sarfedilen tüm cümleler, duygular, olaylar anlam kazandı. Sürekli yükselen bir heyecan, üst üste koyulan tuğlalar, hızla tamamlanan sıvalar, boyalar ortaya öyle bir yapı çıkardı ki;  yerin yedi kat altına saklanmak bile bana az geldi. Utandım.

Para, dolayısıyla kapitalizm eleştirisini son derece insani bir durum üzerinden yapan oyun;  tümüyle ideolojik bakılabilecek bir meseleyi klişelere başvurmadan, mesajlarını sloganlaştırmadan, kolaylıkla suçlu ilan edilebilecek bir kapitalisti çarmıha germeden anlatmayı beceriyor. Paranın amaç olduğu bir halde insanların başına neler getirebileceğini  tümüyle insani bir gerçeklikle ve oyunculukların tavan yaptığı dramatik bir finalle anlatıyor.

Üzerinden iki gün geçmiş olmasına rağmen hâlâ oyunun damağında bıraktığı lezzetle dolaşan, karakterleri üzerine düşünen, öykünün bütününü fark eden, irdeleyen ve an itibariyle suçlu suçlu dolaşan ben gibileri de utançtan yerin dibine gömmeyi başarıyor. Daha ne olsun!

6 Aralık 2011 Salı

Satranç

New York'tan Buenos Aires'e Atlas Okyanusu boyunca yol almakta olan bir gemi... Bu geminin içinde birbirlerinden çok farklı yaşanmışlıklara sahip insanlar... Hepsini ortak bir noktada buluşturansa dünyanın en eski ve en nev-i şahsına münhasır oyunlarından birisi: “Satranç”.

Bir tarafta bu pratikteki başarısı dünyaca tasdiklenmiş; bu işi yapmaktaki amacı popülaritesinin tadını çıkarmak ve kesesini doldurmaktan başka bir şey olmayan zamanın Dünya Satranç Şampiyonu Mirko Czentovic, diğer tarafta Avusturyalı asil bir aileden gelmesine karşın SS subaylarının hışmına uğrayıp önce işini, sonra da aklını kaybetme noktasına gelmiş Doktor. B. Satranç onun için sadece bir oyun değil. Aylarca hapis hayatı yaşadığı bir otel odasında, hayatının en zor günlerinde onu bunalımdan kurtaran bir arkadaş, bir mucize.

Bir tanesi ahlaki ve kültürel açıdan bomboş, iki kelimeyi bir araya getiremeyen, defolarını örtmek için insanlardan kaçan “önemli” bir adam. Dünyada iyi bildiği tek şey Satranç. Diğeriyse hayatı büyük mücadelelerle geçmiş, dürüst, çalışkan yani “önemsiz” bir adam. Bildiği şeyler arasında belki de en önemsizi Satranç.

Bu iki adam, şampiyonumuzun büyük lütfu sonucu sıradan insanlarla (tabi ki yüklü bir meblağ karşılığı) geminin sigara odasında birkaç el satranç oynamayı kabul etmesi sonucu tesadüfi bir şekilde karşı karşıya gelir. Dr. B. Czentovic'i kafasında defalarca yener; ancak bu işi tıpkı hapis hayatındayken bir nebze vakit geçirebilmek amacıyla zihninden kendine karşı oynadığı oyunlardaki gibi o kadar abartırki, satranç tahtasının o anki gerçekliğinden uzaklaşır. Sonuçta da Kaybedenler Kulübü'nün üyelerinden biri haline gelir.

Zweig, yalnızca 70 sayfada o kadar çok şey anlatmış ki, hayata dair çıkarılacak o kadar çok şey var ki afallamamanız imkansız. Kıssadan hisseyi Zweig'ın yaşadıkları açısından anlamak isterseniz, 2. Dünya Savaşı'nın yıkıcı atmosferini gözünüzün önüne getirebilir, bir köşeye kazanmakta olan cani, insanlıktan nasibini almamış Nazi terörürünü; diğer tarafa ise bu terörle, hepsinden önemlisi terör ortamı yüzünden kendi değerleriyle bile mücadele etmek zorunda kalmış insanları koyabilirsiniz.

“Yok ben genel bir çıkarım yapacağım” derseniz; benim yaptığım gibi güncelden yola çıkabilir, mavi köşeye bağırıp çağırmaktan başka işlevi olmayan, kendini popüler etme derdindeki adamları(kadınları); kırmızı köşeye ise onlara sayısız ayar vermelerine rağmen, fazla bağırıp çağırmadıkları için halk arasında onlar kadar popüler olamayan vakur, görmüş geçirmiş değerli abilerimizi, ablalarımızı yerleştirebilirsiniz.

Şu da bir çözümdür: Önce bir tanıdığınız Facebook profilini, daha sonra ise gerçek hayattaki profilini gözünüzün önüne getirin. İkisi ne kadar örtüşüyorsa Dr. B odur!

Okan Bayülgen'in hep dediği gibi: “Hayat sokaklarda” aslında. Ve ayrıca Satranç gibi modası hiç geçmeyecek değerli kitaplarda sanırım...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP