8 Kasım 2011 Salı

Bir Demet Kuş Cenneti

Burnumuzun dibindekileri görmeyen, dolayısıyla değerinin de farkında olmayan ama gidecek de bir yer bulamayan, bundan da şikayetçi olan bir ırkın insanlarıyız biz.

Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti; Samsun'dan yaklaşık 20 km uzaklıkta, halkımızın yanısıra ülke yöneticileri tarafından da yakın zamana kadar değerinin farkına varılamamış, fakat avcıların çok iyi farkına vardıkları, 'balık avlayanların balık, ördek avlayanların da kuş cenneti' dedikleri, A sınıfı doğal park ünvanlı, dünyadaki meraklıları tarafından bilinen şahane bir havzadır.


İmza attığı uluslararası anlaşmaların gereğini yapmaya -nihayet- karar veren devletimiz, 56.000 hektarlık deltanın 21.000 hektarlık bölümünü , 2005 yılında hayata geçirdiği proje ile tam anlamıyla koruma altına almayı başardı.


Özellikle göllerin olduğu bölgeye yaklaştıkça çeşit çeşit kuşa rastlamanın en sıradan hal olduğu, dünyada bulutlara bu kadar yakın olabileceğiniz ender yerlerden biri olan, -19 Mayıs Üniversitesi Omitoloji Merkezinin 2008 yılında yaptığı sayıma göre- 185.400 kuş nüfusuna sahip bu doğal sergi alanında; Türkiye genelinde bulunan 457 kuş türünden 340 adedi yaşamakta...


Bütün balık ve kuş çeşitlerinin yanısıra olağanüstü manzara fotoğrafları da veren bu alanda, yol kenarında gördüğünüz ya da göl üzerinde raks eden kuşların fotoğraflarını çekebilmek için çok sessiz hareket etmek gerekiyor. Sadece rüzgarın ve kuşların sesinin yankılandığı alemde ufacık bir hareketiniz, indiğiniz arabanın kapı sesi, havalanmaları için yeterli oluyor.


Tüm dünyada nesilleri tehdit altında olan 24 kuş türünden 15'ine konaklama olanağı sağlayan Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti aynı zamanda yaban kedilerin, su samuru, tilki, sansar, kirpi, manda gibi hayvanların da yaşam alanı.


2005 yılında deltaya el atan devletimiz önce avcıları sahanın dışına çıkardı. Sonra kuşları izleyebileceğiniz iki adet gözetleme kulesi yaptı. Bununla da yetinmeyen devletimiz kişisel takdirlerime de mazhar olan, içinde kafeteryası, gözlem için terası, müzesi, laboratuvarı, otoparkı da bulunan güzel bir mekan inşa edip hayata geçirdi.


Bu mekanda bir gözetleme odası da mevcut. Her biri 5 km.'lik alanı izleyebilen, o alanların en uç noktasına kadar zum yapabilen, rüzgar ve güneş enerjisi kullanan 'avcı avcısı' dört kameranın sunduğu görüntüleri oturduğunuz rahat koltuklardan izleyebiliyorsunuz; ki ben bu kafeteryada tost yiyip çay içme keyfi için yol üzerindeki ne lezzetlerden vazgeçiyorum, bir bilseniz. Bu mekanda doğal ve taze manda yoğurdu da tadabilir ya da satın alabilirsiniz.


Gözetleme kuleleri benim favori mekanlarım. Kuşların yanısıra denizin ve göllerin manzaralarını da sunuyorlar. Ve her seferinde bir "ah!" çekmeme sebep oluyorlar. Okulu kırıp da atladığımız trenlerde konyak ve çikolatalara katık ettiğimiz sohbetleri hatırlatıp; "yani gecenin bir vaktinde gelip de kafa çekmek, geceyi de uyku tulumlarının içinde geçirmek var dı" dedirtiyorlar.


Kaçınılmaz şekilde bol bol fotoğraf çekeceğiniz Kuş Cennetinde bir türlü kadraja alamadığınız kuşlar için endişelenmeyin. Pek çok kuşun yanısıra çok sayıda balık, göremediklerinizi görmeniz için, sizi cennetin küçük ve sevimli müzesinde bekliyorlar.


Olur da yolunuz düşerse bu taraflara... Samsun'dan Sinop istikametine giderken 19 Mayıs ilçesinin hemen girişinden sağa, sonra da ilk sapaktan sola dönüp Yörükler Beldesi istikametinden devam ediyorsunuz. Kuş Cenneti yaklaşık 7-8 km sonra sizi sevgiyle karşılıyor. Eğer buradan Bafra'ya devam edecekseniz Celal Usta'da tandır ya da Turan Usta'da Bafra Pidesi yemeyi; eğer Samsun'a dönecekseniz de sağ tarafta kalacak olan Özçelik Petrol'ün(Thermopet) içindeki Muşta  Lokantası'nda sütlaç ve ayranı ihmal etmemenizi öneririm. Kuzinede pişen yemekleri için de mutfağa göz atmakta fazlasıyla yarar olduğunun altını çizmeliyim.

*Fotoğraflar tırtıl'ın Nikon L 23'ü ile çekilmiştir.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Oyuncak da Bir Kalın Giysidir; Ruhu Sıcak Tutar!

Marie Antoinette ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler anlamı çıkarılan notlarını yazdığında; asırlar boyunca doğruluğu, en azından onun tarafından söylendiği kanıtlanamamış bu cümlenin, bugünlerde de sıklıkla tanık olduğumuz bir çok olaydaki gibi itibarsızlaştırma kampanyalarının bir ürünü olabileceğini düşünemiyordu elbette... Ne yazık ki hepimiz yakın durduğumuz düşünce ve eylemlerle ırak olduklarımız arasında aynı eylem ve cümleleri içerseler dahi farklı yorumlar türetip, farklı pozisyonlar alabiliyoruz.

İnsan algısı özünde çok doğru ve yerinde olan niyetleri bazen yanlış okumalarla, algısının biçimlenişi ile doğru orantılı olarak eleştirebiliyor ya da işin özüne, duygusuna bakmaksızın gereksizliğine vurgu yapabiliyor. Tüm niyet okumalarımız aslında kendi niyetlerimizin tarafgirliği üzerine kurulu.

Oyuncak: Bir çocuğun yaşamına yön verebilecek, onu tüm travmalarından uzağa kolayca taşıyabilecek, hediye edenle arasındaki duygu bağını en kolay kurabilecek, sıkıntılı, en bozguna uğramış anlarını tedavi edip umutlandırabilecek, onun hayatla yeni bir bağ kurmasını sağlayıp, hayal, düşünce ve duygu dünyasına olağanüstü katkılar yapabilecek, birilerinin yüklemek istediklerinin ötesine yolculayıp kendi doğrularıyla yepyeni ve sınırlarını kendi belirlediği bir dünya kurmasına olanak sağlayabilecek, Orson Welles'in muhteşem filmi Yurttaş Kane'nin final sahnesinde sayıkladığı gibi kendini unutulmaz yapabilecek önemli iki olgudan biridir.

Eğitim ve reklamlarla hafızalarımıza giren insanların algılarımıza yükledikleriyle sınırları belirlenmiş, çoğunluk doğrularıyla biçimlendirilen, o yönde hareket etmesi istenen bireyler olarak insana ve hayata dokunmaktan uzaklaştırıldığımız bu yeni dünya düzeninde; felaketleri malzeme yapıp ondan bile hanesine artı atan, yaptıklarını gözümüze sokarak kendini parlatan politikacıdan sanatçıya bir sürü medya yıldızının yanısıra, allahtan bütün samimiyeti ve sıcaklığı ile insanlara yardım eden, bu yönde çaba gösteren insanlarımız da var. İşte bu insanlarımızdan değerli bir grup Van'a 1 Milyon Oyuncak adlı kampanyanın yol göstericiliğini yapıyorlar.

Belki büyük çoğunluğun düşünüp de yaptığı gıda, giyecek, para, barınma yardımının yanında "Oyuncak da ne ki?" diye düşünebiliriz. Bir tek cümlesinin dışında hakkında hiç bir şeyi merak edip de öğrenmediğimiz, dediği varsayılan sözleri yıllardır kişi yaftalamak için kullanmaktan çekinmediğimiz Marie Antoinette'lik bir durum olarak da görebiliriz bu çabayı. Ama durup bir daha düşünelim! Kendi çocuklarımızı ve çocukluğumuzu, kumaş ve yünden yapılmış bebeklerimizi, telden direksiyonlar yaptığımız plastik arabalarımızı, elimizdeki ipe taktığımız küçük kağıt parçalarını mektup yapıp gönderdiğimiz, o göklerdeyken o kağıtla birlikte yanına vardığımız uçurtmalarımızı ve bize kattıklarını düşünelim! Sonrasında içimizden bir şeylerin koptuğunu hissedersek, bu bayram ya da ertesinde Vanlı çocuklara oyuncak gönderelim.

Tanıdığım günden beri pek çok kampanyayı başarıyla hayata geçirmiş Birmilyonkalem.com'un -bence- en az yemek-içmek, barınmak kadar önemli, çocuk ruhumdan baktığımda daha da değerli kampanyasına katkı vermek ve ne yapmanız gerektiği konusunda bilgilenmek için ruhunuza bir iyilik yapın ve lütfen logoyu tıklayın.


* Prag Oyuncak Müzesinde Mussano tarafından çekilmiş fotoğraflardan biridir.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Zor Bir Oyun Yazısı

Tiyatro sezonunun açılmasıyla birlikte gözüme bir oyun kestirmiştim ki, son anda programdan çıkarılmış ve yerine başka bir oyun koyulmuştu. Seçtiğim ama iptal edilen oyunun yerine, aklıma ve fikrime en uygun gelebileceğini düşündüğüm, tanıtımında "Fantastik bir öyküyü, trajikomik biçimde ele alan oyunda, “Dünyayı tehdit eden felaket senaryoları gerçekleşse, günümüz Türkiyesinde neler olurdu?” sorusuna eğlenceli bir dille yanıt aranmakta, eylemsiz aydın tavrı inceden inceye eleştirilmektedir." yazan, İzmir Devlet Tiyatrosunun Yerin Altında adlı oyununda karar kılmıştım.

Biletimi net üzerinden keyfini çıkara çıkara aldım, salona hevesle ve hatta trenle geldim ki geç saatteki dönüşün tadını çıkarayım. Hatta oyun sonrası çok sevdiğim bir dükkanda sirkesi-sarmısağı, pulu, tozu, kırmızı ve karabiberleriyle tam tekmil şahane bir işkembe çorbası içme fikrim dahi vardı...

Perde açıldığında karşılaştığım dekora bayıldım. Müzik, efektler ve elbette ışık; bir gizeme ve yeraltının bilinmezliğine destek veren vurgularıyla beni benden alıyorlardı. Evet! Tam da radyo tiyatrosu tadında bir oyun diye düşünüyordum. Bu keyifle bloga yazacağım yazının ilk cümlelerini parlatıyordum ki, bir anda ışıklar söndü ve perde kapandı.

Işıklar tekrar yandığında dekordaki teknik bir arızadan dolayı 15 dakika ara vereceklerini söyleyen ve özür dileyen anonsu seyirci bir olumsuzluk olarak görmedi ve moral destek anlamında anlayış ve sempatiyle yürekten alkışladı.

Ön kararlarımın tadıyla ağzımın kenarından akan suyu elimle toparladıktan sonra yeniden açılan perdeyle birlikte müthiş bir lezzetle oyuna girdim. Ve onla kaldım! İlk perde bittiğinde arka sıramda oturan tanıdıklarıma düşüncelerini sordum; olur ya benim algımda bir sorun vardır diye... Onlar da benimle aynı düşüncelere sahiptiler ve bir türlü izleyeni içine almayı başaramayan oyundan çıkmaya -çoktan- karar vermişlerdi.

Çıkmayı kendime yediremezdim. Çok küçük yaşta kazayla düştüğüm bir klasik müzik konserinde azap çekerken yeltenmiş ama yanımdaki amcanın doğru sözlerle yaptığı uyarı sonucunda, "işkenceyi" çekmeye razı gelmiştim. O amcanın sözleri kulağıma küpe olmuştu. Hala o küpeleri zevkle taşıyordum. Evet, ne olursa olsun verilen emeğe saygı duymalıydım. Ben de öyle yaptım. Ama ikinci perdenin daha beşinci dakikasında beni sürekli "neden çıkmadın" diye dürtükleyen benle mücadele etmek zorunda da kaldım. İkinci perdede, zaman zaman, kendimi uyuklamak üzere yakalamadım değil. Bu kez de horlarım falanda yanımdakilere ayıp olur diye düşündüm. Üstelik ben azabı çekerken, bu azaba razı gelmeyen izleyicilerden görüş açımdaki bir kaçının çıktığını farkettim. Tabi ki verdikleri görüntü hoş değildi.

Çok hevesle gittiğim, üzerine güzel bir yazı hayal ettiğim oyunun çıkışında kulak kesildiğim etraftan, homurtudan başka bir şey çıkmıyordu. Övgü ve memnuniyet içeren bir cümleyi nafile aradı kulaklarım. Şehrin seyircisinin sevdiği ve beğendiği bir gösteriye verdiği tepkinin şiddetini bilmesem; final seremonisinde oyuncuların yüzünü asan coşkusuz alkışları, bilinçsiz ve bilgisiz seyirci tepkisi olarak yorumlayacaktım.

Aslında bu yazıyı da büyük bir teredütle yazdım. Çünkü bir sinema sitesinde film yazıları yazdığım dönemden beri ana prensibim şuydu: -Beğeni denen şeyin göreceliğini de göz önüne alarak- beğenmediysen yazma.

Herşeye rağmen bu yazıyı yazmaya karar verince hiç adetim olmayan bir şeyi yaptım. Oyun üzerine yazılmış yazılara bakındım. Uzun ve beğeni yüklü birkaç yazının içindeki şu cümleleri de buraya taşıdım:

*"Tiyatrodan farklı çağdaş ve deneysel yapımlar bekleyen seyircilerin beklentilerini karşılamaya aday bir yapım olarak öne çıkıyor."

"İşte günümüzde aydın insanların toplumsal sorunlar karşısındaki tutumunun müthiş bir parodisi."

“Dünyayı tehdit eden felaket senaryolarının gerçekleşmesi söz konusu olduğunda, günümüz Türkiye’sinin aydınları ne yapardı?” sorusuna eğlenceli bir dille yaklaşan oyun inceden inceye batırdığı iğnesiyle, eylemsiz tavrın eleştirisi olarak yorumlanabilir. Traji-komik bir öyküyü fantastik biçimde, bize özgü olandan yola çıkarak ele alan oyun modern temalardan ustalıkla yararlanıyor."

"Oyun çok başarılı çok katmanlı bir metindir. Sizi iki saat boyunca hiç sıkmadan peşinden sürükler.

"Oyuncuları çok başarılı buldum."

"Oyunun metninin çağdaşlığı seyircilerin farklı anlamlar keşfetmesine olanak sağlıyor."

"Oyunda bir metafor olarak kullanılan yer altında yaşanıldığı sanılan hikâye aslında bizim yerin üstünü de yaşadıklarımızın aynadan yansımasıdır. Çağımızın kaotik ortamında bazen öylesine kafa karışıklığı, köşeye sıkıştırılmışlık, çaresizlik hissini yaşarız ki, yavaş yavaş geliyorum diyen tehlikeye ilk başta aldırış etmeyiz. Sonra gerçekten geldiğini fark ettiğimizde, kendimize bir sığınak ararız."

"Oyunun sesine kendimce kulak verdiğimizde bugünlerde bedenlerimize sinisice sızan karanlık tehlikesini duydum."

"Ben insan bedenini işgal edip ruhlarını kirletmek isteyen karanlık güçleri kanserli hücrelere benzetiyorum."

Ayşe, Deniz ya da Teslime adınızın ne olduğu ve kim olduğu hiç fark etmez oyun bizlere “Hadi n’olur siz de gelin aramıza katılın” diye bağırır, seslenir. Siz de bu direnişçilere omuz verin ki tiyatronun ışığındaki aydınlık yıldızları çoğaltalım ve çözülüversin artık dört nala gelen ay karanlık gece."


"Bunlar bu oyunun içinde var mı?" derseniz, var!

Zaten ilk kez bir başka (akademisyen) yönetmen David Nikoladze'nin sahneye koyması ile Kocaeli Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümü öğrencileri tarafından sergilenmiş ve metni Dç. Dr. Sema Göktaş tarafından yazılmış oyunun sorunu ortaya koymak istedikleri ve metni ile ilgili değil... Bu uyarlamada derinliksiz, oldukça sığ ve dinamik olmayan bir yol seçerek, sıradan bir televizyon dizisinde ya da popüler filmlerden birinde yer bulacak ucuz esprileri, cinselliği, son derece basit bir biçimde içine yerleştirmiş ve kullanıyor olmasında... Samimi düşüncem bunların, tiyatro seyircisinin düzeyiyle ilgili önyargılara dayalı bir kanaatle şekillendirilen izleyici profilinin algısına dönük elma şekerleri olduğu noktasında.

Oyunun sorunu; başarılı ışık, giysi, müzik, efekt ve dekor uygulamalarına rağmen akış ve oyunculuk konusunda...ki burada oyuncuları da eleştirmek zor. Belki farklı bir elden çıkacak uyarlamada daha farklı bir tat verebilirlerdi izleyiciye... ki bence şansı yüksek olan başarılı bir metni var oyunun.

Alıntıladığım övgü yüklü yorumlarla kendi hissiyatımı yanyana getirdiğimde ortaya iki doğru çıkıyor. Birincisi benim hem görsel hem de bilgi birikimim bu oyunu anlamaya ve gerçek değerini vermeye yetmiyor. Ya da İzmir Devlet Tiyatrosu yapımı bu oyunun sahneye uyarlanmasıyla ilgili hem bir ritm, hem de derdini doğru, içine çekerek anlatabilmekle ilgili bir sahneleme sorunu var.

Ve allah da bana bir daha izlediğim bir gösteriyle ilgili olumsuz görüş beyan etme fırsatı vermesin. Emek, sanata ve sanatçıya saygı ile -olası-izleyici mutsuzluğu arasında sıkışıp kaldım çünkü.


*Alıntılınan cümlelerin önemli bir bölümü Kocaeli Üniversitesinin gösterisi üzerine Sanat-Edebiyat com'da yayınlanan Canan Şahin imzalı analizden alınmıştır.

1 Kasım 2011 Salı

Benim Vicdanım Hep Rahat



*...

Karşısındakinin taşıyamacağını düşünürse kendi sıkıntı çekmeyi göze alabiliyordu, gönlünde, aklında bitirse bile ötekini önemsiyordu, dünyanın tüm yüküne sadece kendi karşı koyabilir sanıyordu, garip bir gözüpekliği ve başkalarına pek kıyamayan bir yüreği vardı. O, seven her kalbin karşısında hep ihtimali zorluyordu.
...

*"Hayatı Öğrenmek Adına En Özel Tanıklığısın Ömrümün/ 4"den bir bölüm



İlk gördüğüm anda çok etkilendiğim, çok vurucu bulduğum HAYTAP'ın bu afişi ve diğerleri, Samsun Büyükşehir Belediyesinin desteğiyle kentteki duraklarda ve pek çok bilboard'da sergilenmekte...

Vicdanımız hep rahat olmalı, tabi varsa!

28 Ekim 2011 Cuma

Behzat Ç. - Seni Kalbime Gömdüm

"Bazen geçmişten eksilen bir binanın önünden geçmeyi sevmem, anılarımda yer etmiş eskinin bir lokantası yıkıldığında veya yer değiştirdiğinde yeni yerine gitmem, yaşadığım tadı severim, bozulsun istemem."

"Behzat Ç. benim vazgeçilmezimdir. Hani derler ya iki elim kanda olsa... Tam anlamıyla o derece de bir izleyicisiyimdir. Bütün bir haftanın, kafa içi sohbetlerin en şahane dağıtıcısıdır. Müthiş eğlenir, bazen kahkahalarla güler ve rengarenk bir keyif alırım ondan."

"Her bölümünde farklı bir olay ve karakterlere de yer veren, ama bütününde ana kahramanlarının öykülerini de sürdüren sağlam bir metne dayanması, görüntü anlamında 80'li yılların film renklerini ve kamera açılarını kullanıyor olması, film jeneriği tadındaki girişi beni ona bağlayan en önemli etkenlerdir."

"Sağlam müziği, keyifli diyalogları, oyuncuların başarıyla canlandırdıkları kendine münhasır karakterlerinin yanısıra... İçine kasmayan türden bir mizah yerleştirilmiş, parodisel bir abartıyla lezzetlendirilmiş, şahane göndermeleri de olan, tümüyle insan kokan masalımsı tadı nedeniyle benim için olmazsa olmaz bir dizi olmuştur Behzat Ç."

Bütün bu cümleleri değişik zamanlarda kurmuş olan, hatta uğruna Fenerbahçe maçlarından bile vazgeçebilen ben; film e-postama düştüğü günden beri müthiş bir ikilem içindeydim.

Hayatın içinde tecrübe ederek doğruluğuna çok kere tanık olduğum önemli sözlerden biri şu olmuştur: Taş yerinde ağırdır.

Ne zaman ücralarda keşfedip de müdavimi olduğum(uz) bir mekan sahibi: "Abi burayı daha işlek bir yere taşıyıp büyütmek istiyorum." dese, "Aman ha!" derim. Bilirim ki birbirlerinin kulağına üfleyen, dolayısıyla mekanın müşteri sayısını çoğaltan kalibresi yüksek müdavimler yüzünden bu hevese kapılır dükkan sahibi. Bilmez ki her geçen gün sayıları artarak dükkanın müdavimi olan bu kişiler, gittiği yeni yerde büyük olasılıkla olmayacaklardır; belki sayıca daha çok, ama kalibresi farklı farklı yeni müşterileri olacaktır, o da çizgisinden büyük olasılıkla şaşacaktır.

İşte bu türden nedenlerle, filmi yapmanın altındaki -bence- tüccar bakış yüzünden, kaygılıydım. Filmin zorlamalar içereceğini, bir takım klişelere başvuracağını, ona sahip çıkan sadık izleyicisinin yarattığı popülariteyi paraya tahvil etmek isteyeceğini, bu yüzden de çok daha geniş kitlelerin hoşuna gidecek popüler tadları içinde barındıracağını, mizahı incelikten uzaklaştırıp "abartacağını" ve hatta İvedikleştireceğini düşünüyordum. Hatta bundan emindim.

Sezonu; dünya dizi tarihinin belki de en ters köşe, en çarpıcı, tüm sevenlerini şaşkın ve ağızları bi karış açık bırakmış olağanüstü bir finalle bitirmiş ve sevdiğim dizinin, bende bıraktığı tadın silinmesini istemiyordum. Bu yüzden kararsızdım. Ama merakıma yenik düştüm.

Uzun lafın kısaları:

Bu filmde güldüm mü? Arada sırada güldüm; hatta kahkahalarla.

Filmden tat aldım mı? Sadece dizideki ekibin bir arada olduğu sahnelerde...

Cansu Dere'yi ve filme yerleştirilmiş bazı karakterleri yadırgayıp yabancıladım mı? Evet... ve dizideki bazı karakterleri de gözlerim aradı.

Özellikle Behzat'ın kızıyla ilgili halüsinasyonları abartılı mıydı? Evet.

İzlerken neden bu filmi 'böyle' yaptılar deyip sıklıkla tadım kaçtı mı? Evet

Erdal Beşikçioğlu'na verilen Altın Portakal'ın, dizisinin etkisi ve algılarda ettiği yerle ilgili olduğunu düşündüm mü? Düşündüm.

Dizideki doğallık ve merak ettiren lezzetli akış filmde var mıydı? Bence yoktu. Hatta Behzat Ç.'nin o kendine has dokusu bozulmuş, sanki biraz da Snatch tarzı bir kurgu yapılmak istenmişti. ( İçimdeki ukala zaman zaman 'böyle bir esinlenme var' duygusuyla izledi de filmi.)

Filmi izlediğime pişman mıyım? Pişmanım. Ama çok kötü bir film olduğu için değil, kişisel nedenlerimden ve diziyle aramda oluşmuş bağ yüzünden.

Diziyle arama soğukluk girme ihtimali var mı? Var.

Dizideki üç kadınla olan gönül ilişkisinin her birindeki duygular makul, sahici, anlaşılabilir ve şık dururken, filmde yaşadığı duygusal durum şık mıydı, anlaşılabilir bulundu mu, yoksa gereksiz bir abartı mıydı? Kesinlikle abartıydı ve hiç de sempatik gelmedi.

Mekanda, ilişkiyle(Cansu Dere) kafa çekerlerken şarkı söyleyen kadının yerine Pelinsu Pir'i aradı mı gözlerim? Aradı.

En çok kimi beğendim? Hakan Borav'ın -canlandırdığı sıradışı karakterdeki- oyunculuğunu ve Harun'u; ki seyirciyi ve beni kahkaya boğan sahneler hep Harun'un olduklarıydı.

Keşke gitmeseydim dedim mi? Dedim.

Fakat herşeye rağmen, dizinin sadık bir izleyicisi değilseniz, izleyicisi ama yaşamla ilgili prensipleriniz benle benzeş değilse, gülüp iyi vakit geçirebileceğiniz bir film olduğunun altını çizerim; bu manada hakkını yemem.

Belki de film; daha önce uzak durduğunuz dizinin yeni takipçileri olarak, hayran listesine katılmanıza olanak yaratabilir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP