9 Haziran 2010 Çarşamba

Yaz Ekranı!

Dün, Yaşar'ın yeni albümü Eski Yazlar'a takıldım kaldım. Sanırım şarkıcı olsam Yaşar olmak isterdim. Yok yok sanmak değil bu, kesin o olmak isterdim. Her albümü çıktığında farkediyorum ki ben, sürekli onu dinliyorum. Kimilerine göre, Yaşar, kendini tekrar eden biri olabilir. Gerçi bu yönde bir eleştiri de duymadım bugüne kadar... Benim "number one"larımdan biridir ve kesin olan da budur.

Ve sanki her Yaşar albümü, bir şahane yaşanmışlıklar dönemine denk gelir ve üst üste dinlenir. O, sanki yaşanan anların tercümanı gibidir... Yaşama bırakılmış mutlu anların müzikal notlarıdır Yaşar albümleri... sanki! Tıpkı geçen albüm "Sevda Sinemalarda" da olduğu gibi...

E bu kadar sevdiğin biri söylemeye başlarsa... Güneşin evin arka tarafına geçtiği, bütün pencerelerin perdelerinden kurtarılarak özgürleştirildiği, denizin tümüyle evin içine dolduğu akşamüzerinde; buz gibi, ve şahane bir kadının önerdiği %100 malt(Tuborg) biraya yaslanarak, havanın usul usul kararmasıyla oluşan çakma bar ortamına katmerlenmek de farz olur. Bana da tam anlamıyla öyle oldu; çünkü Yaşar'ın ardından sahne alan, Uyan adlı albümüyle Jehan Barbur'du.

Sonra bu atmosfer, aklımı alıp, geçen yıl bu zamanlardaki bir bar akşamının ortasına bıraktı. Bütün o keyifli anlar bir bir geçerken gözümün önünden, bu yaşanmışlığın üzerine bir yazı yazma fikri oluştu... Lakin, bugüne planlamıştım ki yazıyı; yaz temizliği için yanına kattığı temizlikçilerle küçük bir ordu oluşturan kız kardeş yüzünden ve mecburen, terk-i diyar etmek zorunda kalıyorum... dolayısıyla da istediğim yazıyı yazamıyorum.

Bunun üzerine, yaz tatiline giren televizyon uyanıklığı yaparak, bence La Paragas'ın "best of"larından biri olan bir yazıyı, iki güzel şarkıcının yarattığı ambiansın ve duyguların bir yansıması olarak yeniden ekrana getiriyorum ki, asıl istediğim yazıyı hatırlamak için, notlarım olsun.

İlk yayın tarihi Temmuz 2009



Balkon.

Bir oval masa ...


İki sandalye: Oyun seslerinin yankılarını sabaha, hatta öğlene, hatta akşam üstüne bırakmış oyun sahasına, hatta bütünüyle yaşama dönük...


Kadın, adam, sesler, binalar, gökyüzü...


Yağmurun sesi sicim sicim...


Kadın aniden kalkıp sırtını dönerken ufka, yağmura ses oluyor: '' Lütfen beş dakika daha''...


Kadın girerken içeri, yağmur bir doz artırıyor şiddetini...


Adam, artık hızla işleyen zamana bakarak bekliyor...
İçeriden gelen müzik yağmura, bir de hüzüne karışıyor; ve çok, ama çok zamanlara doğru uzuyor...

Yağmur ve tesadüf üzerine konuşuyorlar, gözlerinin sesiyle, senli benli....


Adam kadına dönüp, iyice yaklaştırıyor sandalyesini... Bacağının sağda olanını masanın altından uzatıp kadının sol bacağının üzerine sarmalıyor... Gözlerinin kucağında kayboluyor.


Gecenin bir vakti, bir bar...

Latin sokakların terinde bir bar...
Karanlığın varoşu, ıssızı, ama ıpıssızı bir bar...

Öyle bir bar ki, ay ışığı tahtaların arasından sızamayıp, dışarıda kalıyor...


Bir mum yanıyor, bir metre kadar uzağa düşen masada; ki yaklaşık otuz santim genişliğinde, yüksek, ince ve uzun...


Belli ki, barın saati gelmemiş henüz...

Adam gelip tam da o masanın kapıya bakan tarafına oturuyor...


İçerde bir tek bir kadın var, uzun barın arkasında, içki şişelerinin ve bardakların önünde...


Usul bir vantilatör serinliği eşlik ediyor, ıssızlığa...


Kadın iki büyük ve konik bardak alıyor barın üzerine... Büyükçe!


İçine nane yaprakları çıkarıyor dolaptan, soğuk ve taze...


Sonra, iri limon parçalarını ...Sonra, esmer ve toz şekerleri...


O an, tahta aralıklarından dışarının masmavisine bakan adam dönerken masasına; barın sahibi kadın da, içine küçük bir dövecek koyulmuş bardakları uzatırken önünden geçen adama, ses oluyor : ''Limonları ezer misin?''


Adam: Nane yapraklı, ama taze ve soğuk nane yapraklı bardaktaki limonları, usul dokunuşlarla eziyor...


Barın sahibi kadın: Küçük bir tabağa ip iri, ipkırmızı kirazlar koyuyor; soğuk ve taze...


Gözucunda parmakların ritmi, düşünden şunu düşünüyor: ''Bu adam, evet bu adam sevişmez!''


Kiraz konmuş tabağı, yine soğuk ve taze nane yapraklarıyla süslüyor... Öylesine ama! özenle...

''Bu adam var ya bu adam: Sevişirken bile sever'' diyor, son iççekişinde ...


Adam limonlarını ezdiği esmer şekerli taze ve soğuk nane yapraklı, irice ve konik bardakları barın üzerine bırakıyor; donuk ve silik, ve hatta hüzünlü bir heykel gibi...


Barın sahibi kadın, kahretsin tadında bir varlıkla, küçük bir şişedeki votkaları pay ediyor, iki büyük konik taze ve soğuk nane yapraklı ve buz ilaveli bardağa...


Sonra bir şişe soda açıyor; ve bardaklardan birine koyuyor sodanın çoğunu...


Diğer bardağa, çok az kalan sodayı ilave edip, ikinci şişe soda için dolaba yöneldiğinde; gözlerinde yokluğun isyanı yankılanıyor.... ''Kahretsin!'' diyor havadaki ses...


Ama! Sanki; o az evvelki heyecan yitmiyor, ya da izin bulamıyor yitip gitmek için... Barın sahibi kadın, bu kez, iki bardaktakileri bir bardakta topluyor. Bardak önce senli benli oluyor, sonra yine iki bardakta tek .


Barın sahibi kadın, kenara ayırdığı bir kaç kirazı alıyor; özenle ve bıçakla çekirdeksiz parçalara ayırıyor ; tıpkı, adamın az önce, taze ve soğuk nane yapraklı ve esmer şekerli konik ve büyük bardaklardaki limonları ezmesinin tadıyla, kiraz parçalarını bardaklara pay ediyor.


Adam barın kapıya bakan tarafında, kocaman, ama dışarıya karanlık bir pencerinin önünde, yüksek bar taburesinden bakıyor.


Barın sahibi kadın, elindeki içkilerden birini adamın önüne bırakıyor... Diğerini de adamın bir karış karşısına ve kendi önüne.


Şimdi sahne şu: İpince bir masanın iki yanında yüksek bar taburelerinde bir adam ve bir kadın; ama! Evet evet... Kadın ama ne kadın, adam ama ne adam kıvamında bir kadın ve bir adam.


Barın sahibi kadın bayağı zekice, biraz duygu yüklü, biraz meraklı ama en çok da hakim bir edayla, adamın donuk, hüzünlü ve utangaç haline dikip bakışlarını: Barı yeni açtığından, daha doğrusu açmaya çalıştığından falan söz ediyor. Adam heyecan ve utangaçlık yüklenmiş bir sesle konuşuyor: ''Bu gece ''diyor, ''Kimseyi almamanız mümkün mü?'' Kadın, birikmişliğin, hüznün ve olmuşluğun bakışıyla, ''Olur!'' diyor; gülümsemesine biraz çapkın, bir oyun keyfinin sağa çıkıntı yapan dudak hareketini usulca ekleyerek.


Adama soruyor, barın sahibi kadın: ''Yalnızsınız?''

Adam, bakışlarını kadının gözlerinden kaçırmadan, utangaç ama oyuna ortak bir ses tonuyla, sessizce ama bakışlarıyla bağırarak: ''Hayır!'' diyor...


Barın sahibi kadın konuşmanın ve oyunun insiyatifini ele almış olmanın keyfiyle, gözlerini hafifçe boşluğa savurup, sonra adamın ta içine kadar bakar bir girişkenlikle, ''hımmm!'' diyor...


Ve çok lezzetli, çok zekice, ama o kadar kışkırtıcı bir oyunun başladığının habercisi bir gong çalıyor barın sessizliğinde...


Adam masanın öte tarafından kafasını eğiyor masanın üzerine doğru... Barın sahibi kadınla çok yakın şimdi; hatta yüzyüze... Öyle bir yüzyüzelik ki bu: En mert, en kışkırtıcı, en cesur bir oyun için bütün kalleş silahlar soyunulmuş; sadece aklın, anıların, duyguların ve en çok da zekanın içinde olacağı bir meydan muharebesinin - yok yok bu yakışmadı- bir keyifli düellonun habercisi bu an: Kelimenin tam anlamıyla bir nefesin nefesimde olma hali gibi şık, temiz ve kışkırtıcı...

Barın sahibi kadın adamın yüzünde ve hatta nefesindeyken, yakaladığı tebessüme bakarak soruyor: ''Ne?''


Adam en kışkırtıcı, en oyunbaz bakışın gülüşünü sesine yüklüyor ve yanıtlıyor: ''Ne, ne?''


Görsel: Van Gogh

7 Haziran 2010 Pazartesi

Arkadaşlık ve dostluk üzerine…

bin öykünün yolculuğunda:-XLV-


Balkonda oturmuş, bir elimde kalemim, tütünümü tüttürürken, aksakallı yaşlı bir adamı, Kavaklıpark’ın çay içilen yerindeki bir masaya, karşısındaki genç bir adamla birlikte oturtup, sözü ona bıraktım.

Kutsal bir öykü anlatmak istiyorum, diye söze başladı yaşlı adam.

Öykünün kutsalı mı olur, diyen genç adama, olmaz olur mu, dedikten sonra, ben, arkadaşlığı, içe çekilen temiz bir hava gibi soluyarak doya doya yaşamış bir adamım.

Bugün sana arkadaşlık ve dostluktan söz etmek istiyorum.Çayını iç ve dinle genç adam!

Bu kavram, bana babadan kalma bir miras ve yaşamım boyunca uyanıkken gördüğüm bir düştür.

Sana arkadaşlıktan söz açmayı düşünürken, bir itiş kakıştır gidiyor, neler neleri çağrıştırıyor, öyle yoğunlaşıyor ki kafamın içindekiler; neresinden başlayacağımı şaşırıyorum.

Yine de, sözlüklerdeki, öykülerdeki, romanlardakileri değil, demek istediğim. Arkadaşlığı, topyekün ya da, doyulmamış arkadaşlığı anlatmak istiyorum… yani, iyi ve güzel ne varsa paylaşılan, sevgi, hoşgörü, özveri, kimi zaman şen, kimi zaman acıyla sürdürülen birlikteliği…

Bu, karşılıksız paylaşılan birliktelikte yıllar geçer giderken günün birinde bir de bakarsınız ki, saygı, ilişkinizdeki sevgiyi sarmalamış… İşte o zaman, yaşların geçkinliğiyle, bambaşka bir boyutuna girdiğiniz arkadaşlığınıza titrer, aklınıza düştükçe kovaladığınız bir takım kaygılara kapılırsınız.

Önce, yakışır, deyip, Mevlana’nın olduğunu sandığım, bir meselle başlayalım.

Türlü türlü anlatılan bu meselin, ben, “Fesleğenlerin Altındakiler” diye bilineni anlatacağım.

Sonra’sı, anlattıkça sürüp gidecek bir sonra’dır.

Çocuk, babasına birini öldürdüğünü ne yapacağını sorar. Babası, git, falanca pazarda tezgahı olan arkadaşımı bul, selamımı söyle, durumu anlat, der. Çocuk tarif edilen adamı bulur, babasının selamını ve derdini söyler. Adam, önlüğünü çözer, tezgahını kapatıp gel benimle, der. Ölünün olduğu yere giderler. Adam, cesedi bir çuvala koyup sırtladığı gibi evinin bahçesine götürür. Bir çukur kazıp gömer. Üstüne toprak döküp fesleğen eker. Tamam, şimdi git, babana selamımı götür, der. Çocuk, eve döndüğünde olanları babasına anlatır. Aradan bir zaman geçtikten sonra babası oğluna, o adamın tezgahındaki patates çuvalını devir, der. Çocuk, denileni yapar ve gelip babasına anlatır. Yine bir zaman sonra babası çocuğa, pazarcıya zarar verecek başka bir şeyi yapmasını söyler ve yine çocuk denileni yapıp, olan biteni babasına anlatır. Adam, daha da bir zaman sonra adama bir yumruk atmasını söyler. Yumruğu yiyen baba dostu yaşlı pazarcı: “Ne yaparsan yap, fesleğenlerin altındakini Allahtan, senden ve benden başkası bilmeyecek” der.

İşte, bu öykünün iletisi arkadaşlık mıdır, sır saklamasını bilmek midir, diye düşünürüm. Bana kalırsa sır saklamayı da içeren arkadaşlık, bir erdemliliktir. Evet, arkadaşlık, sırrın açıldığı anda başlayan ve saklandıkça erdemleşen bir kavramdır. İlk adım sırrını açabilmekle başlar, onunla denenir arkadaşlık. Bilgelik, sır saklamayı gerektirir. Sır saklamasını bilmek, bilgeliğin ilk adımındaki sınavdır. Arkadaşlığın ve bilgeliğin ortak olduğu bir öğedir sır saklamasını bilmek.

Kafamdaki itiş kakıştan söz etmiştim ya, belki sadece Bedri Rahmi’nin dostluk ve arkadaşlık adına yazdığı şiiri okumadan önce Nietzsche’nin Wagner’le dostlukları için: “Bunca yıl aramızdan bir bulut bile geçmedi” sözünü söylemeliyim.

Bedri Rahmi’nin, “Arkadaşın var mı ondan haber ver / Ondan ötesi kaç para eder” adlı, arkadaşlık destanının şu dizelerine kulak ver:


Uzaktan uzağa iğde ağacı
Altın tozlu gümüş yüzlü
Usul usul yetim yetim kokardı
Sen yoktun ama arkadaşlık vardı
Bir mavi dumandır tüter
Bir garip serçedir öter
Bir kulak ikide bir çınlardı
Her şeyin yanında içinde her şeyin üstünde canında ciğerinde
Bir şey var özlü tatlı ılık
Adına kurban olduğum arkadaşlık
Sen yoktun ama arkadaşlık vardı
Çok şükür
Ol kimse ki arkadaşı yoktur
Yüzüne tükür
Hayır dur tükürme ayıptır ona bir arkadaş bul.


Sonra’sı bitmez bu konuda yaşlı adamı daha fazla yormamak için, saatine baktırıp, çok geç olmuş, dedirttikten sonra kalemimi parmaklarımdan güçlükle ayırdım.

Ekmel Denizer

Ataköy,03,04.06.2010-00:48

5 Haziran 2010 Cumartesi

Türkiye-İsrail Krizi Üzerine

Dış Politika:

Türkiye, başbakanın Davos'taki "Van Minüt" çıkışıyla Ortadoğu satranç tahtasında İsrail'e karşı ilk piyonunu oynamıştı. Ardından İsrail koltuk kriziyle kendi piyonunu oynadı. Gemi baskınıyla Türkiye piyondan daha büyük bir taş oynamış oldu ve taciz ateşleri yerini bir nevi (en azından görünüşte) soğuk savaşa bıraktı. İsrail bu hamleye kendi mantığından doğru; ancak dünya gözünden insanlık dışı bir tepki vererek yemi yutmuş oldu.

Böylece Türkiye (daha doğrusu hükümetin dış politikası) kendini artık Ortadoğu'da denge ya da arabuluculuk politikası uygulayıcısı yerine, direk söz söyleyici konumuna yükseltmiş oldu. Safını da büyük oranda Filistin ve dolaylı olarak Hamas'tan yana belirledi. Hükümetin bu politikasını beğenelim ya da beğenmeyelim, bir şekilde Ortadoğu denen dipsiz kuyuda geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olduk. Atılacak her geri adım ya da gereğinden fazla riskli hamle bize ve özellikle hükümete pahalıya mal olabilir.

Türkiye, Filistin meselesinde kendine güçlü bir lider bulma özlemi içinde yıllardır yanıp tutuşan Arap halklarından gördüğü desteği arttıracak. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan'ın Facebook sayfasındaki Arap hayranlarının sayısı artacak. "I love youuu Erdoğan!!!" gibi mesajlar duvarda sıklıkla yerini alacak.

Türkiye, şu aşamada elinden gelen tek şey olan, uluslararası platformdaki haklarıyla İsrail'e yüklenmeye devam edecek. Güvenlik Konseyi'nden çıkan kınama kararı İsrail'in tarihinde ne ilk ne de son olacak. Karşılıklı olarak "sevgi pıtırcığı" görünümünde olduğumuz (!) Nato Genel Sekreteri Rasmussen'e de ilk kez işimiz düştü. O da muhtemelen perde arkasında bir tarafıyla kıskıs gülerek, kınama kararını çıkarttı. İsrail'i kınayan kınayana... Sanki çok umurlarındaymış, ağır bir bedel ödüyorlarmış gibi! Bende pazartesi günü Uluslararası Örgütler dersinden sınava gireceğim işte...

Türkiye, uluslararası sularda vatandaşlarının öldüğü bir saldırı sonrası ne İsrail Büyükelçisi'ni "persona non grata" ilan etti, ne de askeri ya da ekonomik ciddi bir tedbir aldı. Son bir yıl içinde kaçıncı kez oldu sayamadım; ama birkez daha büyükelçimizi geri çektik. İsrail de kendi diplomatlarının ailelerini güvenlik gerekçesiyle ülkeye çağırdı. Askeri teçhizattan, sanayi projelerine birçok milyar dolarlık anlaşmamız bulunan İsrail'le ilişkileri "görünüşte" kesmekten başka, fazla birşey zaten istesek de yapamayız. Tablo buyken savaş çıkacağını sananlara bir tarafımla gülüyorum. "Ağlayan" bir adam bundan nemalanmayı ihmal etmedi, bu arada...

İsrail, kuruluşundan bu yana olduğu gibi askeri güce dayanan bir devlet olmaya devam edecek. Onları da fazla suçlayamayız; çünkü o coğrafyada buna mecburlar. Buradaki temel sorunsa, güç politikalarını değişen dünyanın şartlarına uygun olarak yeniden yapılandıramamaları ve bu yüzden yalnızca kendi gözlerinde haklı pozisyonda bulunmaları. Çünkü uluslararası hukuk kuralları ve dünya vicdanında kendilerine bir meşruiyet sahası yaratamıyorlar. Birinciyi şimdiye kadar ağır bir yaptırım görmediklerinden pek umursamıyorlardı; eğer dünya kamuoyunun tepkisi bu şekilde devam ederse 2. faktör onlara geri adım attırabilir.

Nitekim şu ara Uluslararası bir barış gücünün Ashdod limanına yerleşerek, gelen yardımları denetleyip Gazze'ye ulaştırması gündemde. Umarım İsrail gibi %20'sini ulaştırmazlar...

Gazze'ye uygulanan ablukayı kırmanın daha kolay yolu, Mısır'ı Refah sınır kapısını açma yolunda ikna etmek. Burada Mısır hükümetinin temel endişesi, Hamas ve Müslüman Kardeşler'in birbirlerine iyice yakınlaşması ihtimali. Bu konuda endişelerine destek çıkılıp, gerekli güvenceler sağlanırsa kapı arada sırada değil, sürekli açık tutulabilir.

Tabii bunlar İsrail'le dalaşarak değil, oturup konuşularak çözümlenmesi gereken konular.

Sivil Toplum:

İHH, kararlı açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla, Gazze'ye yardım taşımaya devam edecek gibi görünüyor. Bu arada her seferinde büyük bir konukseverlikle ağırladığımız Ömer El-Beşir'in Sudan'ı başta olmak üzere, Afrika'nın birçok bölgesinde çocuklar açlık ve çatışmalar yüzünden ölmeye devam edecek. Afrika'daki her çocuk Türkçe Olimpiyatları'nda yarışabilecek kadar şanslı değil ne yazık ki...

İşçi sendikaları 1 Mayıs'ta meydana çıkabilme haklarını daha yeni elde edebilmişken, bir takım sarıklı-cübbeli adamlar Taksim'de bir haftadır rahatça eylem yapabiliyorlar. "Şehitlerini" savunan Filistin yanlısı öfkeli kalabalık, destek için gelen sosyalist-komünist gruplara: "Bu sizin davanız değil, gidin buradan!" derken, kendini şehit olarak adlandırma gereği duymayan "humanist fidanları" unutuyor. Biz gerçekten çabuk unutan bir toplumuz. Ya da dünya çok hızlı değişiyor.

İç Politika:

Kılıçdaroğlu rüzgarını hatırlayan var mı? Ya da işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk gibi konuları konuşan? En iyisi şöyle sorayım: Hafta başında kaybettiğimiz askerlerle birlikte, son bir ayda verdiğimiz şehit sayısı 30 oldu. Bunun, dört bir taraftan demokrasi açılımlarının yaşandığı (!) 21. yy. dünyasında korkunç bir rakam olduğundan bahsetmeye gerek yok sanırım? Ha bir de, son bir hafta içinde bir piskopos öldürüldü, Ergenekon'da 7983. dalga yaşandı ve birkaç elektrik idaresi özelleştirildi. Bu arada "kaderiyle ve güzel ölen" iki madencimiz hala toprak altında. Bir de Google mı ne yasaklanmış. Ama önemli değil, bunlar bizim için "olağan" durumlar. Zaten biz artık kendimize oyalanmak için yeni bir oyuncak bulduk.

Referandum ve genel seçim yaklaşıyor. Miting alanlarında toplanan, çoğu İsrail'in haritadaki yerinden habersiz kalabalıkların gazı "Vatan Millet Sakarya" edebiyatıyla ve din perdesi altında alınacak birileri tarafından. İlk işlem tevrat aracılığıyla gerçekleştirildi.

Kıssadan Hisse: Uluslararası sularda öldürülen insanlar, eğer gerekli adımlar atılıp gerekli yaptırımlar uygulanmazsa büyük oranda bir hiç uğruna ölmüş olacaklar. Gerçi biz buna 20 yıldan fazla süredir alışığız. Evet, ben pesimist bir adamım ve bir prompter istiyorum!

3 Haziran 2010 Perşembe

Savaşta Çocuk Olmak Biraz da Ortadoğu'yu Anlamak*

Çocuklar....

İntifada diye neredeyse beşiklerinden alınıp sokaklara salınan çocuklar...

Kendi iktidar hırsları yüzünden birbirine giren, bin parçaya bölünmüş, "en benim ülkem, en ben savunurum haklarını, en benim" diyen, terörizmi silah yapmış, o eski devrimci ruhunu satışa çıkarıp rantını yemiş örgütlerin ülkesi....

Ve bu örgütlerin iktidar savaşlarında, düşmandan daha kindar çatışmaların arasında kalmış çocuklar....

Kendi topraklarının sokaklarını pay etmiş, köşe başlarını sınır belleyip birbirine kurşun atan kardeşler ...

Kurşunların arasından yol bulup okula, oyuna, hayata gitmeye çalışan çocukların ülkesi...

Doğurduklarına doyamadan, ya kendi çıkarlarından kurtarıcı maskesi yapmış vatan kurtarıcıların cephesine sürülmüş; ya cephede, ya sokakta, ya onları siper etmiş ahlaksızların mevzisi bir evin kenarında; bir kör kurşuna, bir bombaya teslim edilmiş çocuklar.

Anneleri...

Bilgisayar başında oynarmışcasına kör, duygusuz, kindar, gözlerini iktidar bürümüş büyüklerin; sadece kendi çocuklarına yufka, onların sızılarında baba, insan olduklarını hatırlayan kalpsiz kalpleri...

Yıllar öncesinin devrimci ateşinin çok gerilerine düşmüş, direniş kisvesinin altına saklı ideolojileri kendi halkalarına da zulüm bir terör örgütünün kime, nereyesi belli olmayan füzelerinin altında can vermiş öteki çocuklar.

Camileri, hastaneleri, okulları, evleri, ambulansları silahlandırarak siper yapıp, çakal bir uyanıklıkla hedef vururken; canlı bomba zavallıları sivil otobüslere koyup allah adına canlar yakarken; hedef bellediği yerden gelenlerinin de kendi insanlarının, çocuklarının canını yakacağını hesap etmeyen, umursamayan, atalarının yiğit ve devrimci ahlakını kirletmiş gözü dönmüşler.

Ah çocuklar!..

Aynı coğrafyanın; heyecanları, duyguları, coşkuları, top peşinde koşmaları, saklambaçları, çikolataları, çizgi filmleri, hikayeleri, hayalleri, saflıkları aynı; dil, din, ırk ayrımı bilmez, tanımaz, kin tutmaz çocukları...

Sırtlarını emperyalizmin ağasına dayamış, kendi debdebeli yaşamlarının göz alıcı ışığından kimseleri göremeyen, kendi halklarına zalim krallar, diktatörler coğrafyası...

Kalleşliğin erdem, din adına insan, hem de kendi insanını kesmenin mübah olduğu; yokluğun, yoksulluğun dinle afyonlandığı sırttan vuran bıçakların kan gölü...

Her seferinde kendi halklarına kendilerinin yaptığı zulmü yok sayıp, satılmış ruhlarının göz boyayan çıkışlarında, saraylarının ihtişamının uzağına bakamayan bir görüyle sadece birbirlerinin debdebeli yaşamlarına odaklı, dünyanın en zenginler listesinde alacakları yerin tatmininde yöneticiler coğrafyası...

Karanlığa gömülmüş odalarda bomba şelalelerinden, uçak gürültülerinden, tank seslerinden, havada uçuşan roketlerden, camlarına değen mermi damlalarından masallara uyanık çocuklar.

Dünyanın her bir yerinde medyanın odakladığı görüntülerle ahlayıp vahlayan, olay bitip ekran karardıktan sonra herşeyi unutan, ben, sen, o... Biz .

Hepimiz: İki cümle, üç ah vahla geçiştirip, iki emperyaliste laf atıp, küfredip, iki bayrak yakarak çözebildiğimiz; insan olma sorumluluğunun gereğini yapmışlığı bunca basit eylemle vicdanlarımıza hazmettirmiş, herşey normalleşince unutup gitmiş yalancılar sürüsü.


Savaşın kendisinin kirli olduğunu unutup ondan vicdan, hak, hukuk, insanlık beklemek gafletinde durup bakan; savaşın kural tanımazlık gerçeği ortadayken, sessiz ve soluksuz uluslararası örgütler...

Şiddet şiddeti doğurur gibi çok açık bir laf ortadayken, bunun anlamını herkes bilirken, hala neyin bağırışı bu... Her savaşan zaten kendi haklı dayanaklarını yaratmıyor mu hep...

Koskoca bir ülkeyi paramparça ederken, bir sürü hayatı yok edip çocukları babasızlığa, annesizliğe, kolsuzluğa, bacaksızlığa, bedensizliğe,ruhsuzluğa mahkum ederken büyük abi; denize verilmiş petrolde çabalayan bir kuşun görüntülerini algılarımıza yükleyip kendini haklılamıyor mu? Bir sahneyle görmek istemeyen gözlere boyaları çalıp bütün kirlerini örtmüyor mu?

Ve Filistin: Devrimci ruhların ateşi, sevgilisi, pamuk kalplerde büyütmeye çalıştığı minicik bebeği hâlâ o Filistin mi? Önce kendi evlatlarını yiyip, sonra halkı bir kenara bırakıp paraları ve rantı yenilen ülke değil mi? İsrail bombalarından kurtulsa bir başka despotun dine referansladığı bir ideolojinin zulmünde yaşamaya mahkum edilmiş bir ülke olmayacak mı?

Suçlular ayağa kalksın ve hiç ötelerde bir yerlerde aranmasın... Ve ne yazık ki, ''Ülke ve Özgürlük'' filminin son kısmında yazdığım gerçek, gerçekliğini ve tekerrürünü hiç yitirmiyor. Ve her zaman olduğu gibi; çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları ''iktidar''(!) olanlar tarafından tasviyesiyle bitiyor. Ülkeler yalnızlaşıyor. Kendi insanınca bile sahipsizleştirilmiş Filistin'de olduğu gibi...


*Yazı daha önce, Ocak 2009'da -Gazze saldırısı sırasında- "Değinmeler" başlığı ile yayımlanmıştır.

Görsel: Shel Young


1 Haziran 2010 Salı

Değinmeler-2

"Dokuz ölümün sorumlusu sadece İsrail mi?" diye soruyorum kendime ve hemen yanıtı yapıştırıyorum suratımın orta yerine... Aslında ne kadar basittir mantık, öyle dön dolaş sorgulamalara gerek yoktur çoğu zaman. Bakarsanız, görürsünüz. Önemli olan baktığınız yerdir.

Hangimiz çocuğumuzu riskini apaçık bildiğimiz bir yere yollarız ki?

Mesela, Güneydoğu'ya ya da diyelim daha uzağa, şu anki kargaşa nedeniyle ilk aklıma gelen Tayland gibi risk olan bir bölgeye gezmek için bile gitmek istese çocuğumuz, git der miyiz?

Belki bağrımıza taş basar, onun henüz öngöremediği risklerin korkusunu içimize gömer, genç heyecanlarına saygı duyarak ve kaygılarımızı açıklayarak git, gez deriz. Belki ama!

Olumsuz fakat öngörebildiğimiz sonuçla karşılaştığımızda da keşkelerimizle döveriz kendimizi... Sorumluluk altında ezilirken, bazılarımız suçu ötelere, başka nedenlere de atabiliriz. Ama en çok kendimizi suçlar, neden herşeye rağmen engel olmadığımıza, olamadığımıza yanarız.

Mesela itin kopuğun, tavuk keser gibi adam kestiği sokaklara gitmesine izin verir miyiz yavrularımızın? Mesela Mavi Marmara'nın gitmesine göz yumanlar, ondan siyasi bir medet umanlar, o gemiye kendi çocuklarını koyarlar mıydı?

O gemide olanların pekçoğunun en safiyane niyetlerle orada olduğuna yürekten inanıyorum. Bu yardımı örgütleyenlerin ideolojik yakınlıklarını da anlayışla karşılıyorum. Ama o gemiye çocukları alabilen insanların, buna izin verenlerin zihniyetlerini anlamakta zorluk çekiyorum. Çocuklarını yanlarında götürmeyi göze alan anne babalara da, acilen bir psikiyatriste gitmelerini öneriyorum. Çünkü ortaya çıkan sonuç, yeryüzünde yaşayan hiç kimse için sürpriz değildir.

Yıllar önce İtalyan futbol takımı Juventus, Türkiye'deki terör olaylarını gerekçe göstererek ülkemize gelmek istememiş, İtalyan hükümeti sahip çıkmış, güvenlik konusunda verdiğimiz onca güvenceden sonra pek de nazlanarak gelmişlerdi. O gün, onları korumak adına İstanbul felç olmuş, adeta kuş uçurtulmamıştı. Üstelik de devletimizin gelmeyin diyen bir tavrı yoktu, sınıra da asker yığmamıştı.

Bu karışık dünyada, ne zaman dünyanın bir yerinde gerilim ya da çatışmalar patlak verse, sıklıkla duyduğumuz cümlelerden biri şudur: "Falan falan ülke, vatandaşlarına oraya gitmeyin," uyarısı yaptı.

İsrail'in tutumu bilinmedik bir şey midir ve ilk midir? Her türlü arızasına rağmen dürüst davranmış, tavrını açıkça ortaya koyup gereken uyarıları yapmıştır. Elbetteki tüm bunlar, yaptığının haklılığını göstermez. Ama bizim yönetenlerimizin ve şu an İsrail'i kınamakla meşgul olan diğer ülke yöneticilerinin vatandaşlarımızı ve diğer insanları bile bile ateşe atmaya hakkı var mıdır?

O insanların kalpten çabalarını öne sürüp, onlar üzerinden siyasi bir sonuç beklemenin; sokak arası çocuk kavgalarındaki bazı uyanıkların kendilerini saklayıp, birilerini doldurup öne sürerek sonuç alma, onlar üzerinden birilerine haddini bildirme tavrından bir farkı var mıdır? Bu delikanlıca bir duruş mudur?

Kendi ülkemizde, taleplerini duyurmak için alanlara çıkıp miting yapmaya çabalayanlara karşı hiç hoşgörü göstermeksizin orantısız güç kullanabilen yöneticilerin, en çok farkında olması ve hatta öngörmesi gereken bir durum değil midir yaşananlar?

Bu bile bile ladestir.

Bu kafilenin gitmesine göz yumanlar, en azından onları korumayıp yalnız bırakanlar da, İsrail kadar suçlu değil midir?

Pardon! Bu ülkede; alma sorumluluğu üstüne, at suçu ötekine kurtul, hatta bas bas bağır siyasetinin adı, yiğitlikti. Unutmuşum.


Görsel: deviantArt

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Kırık Bir Öykü

bin öykünün yolculuğunda: -vııı-

Sözcükler karınca yuvasına döndürdü kafamın içini, sekerek geziniyorum üzerlerinde. Her sözcük güzel bir düş gibi süsleyip kendini, işte ben bir öyküyüm, diyor. Tam peşine düşmüşken bir başkası, ben daha güzel bir öyküyüm, diyor, ona geçiyorum. Arkadan başkaları kandırıyor beni ve dağılıp gidiyorum. Akla gelebilecek her şeyin; herhangi bir nesnenin, bir çiçeğin, bir kuşun, bir semtin ya da bir arkadaşın adı olan sözcük, ardında sayfalarca anıyı sürükleyerek çağrıştırıp durdukça çıkmaz bir sokakta şaşkın kalakalıyorum.

Sözcüğün gizemi yazmak eyleminin amacında saklı. Bir yontucunun önünde, ne şekil alacağı belirsiz bir taşmış gibi, aklımda devinip duran sözcüğü -yazmak adına- evirip çevirip bir konuya yönlendirebilmek, emeklenmiş birkaç adım oluyor ve böylece biçimleniyor öykü.

Elim telefona gidiyor:

Banttan bir ses, aradığım numaranın geçici olarak görüşmelere kapatıldığını söylüyor. Neden sonra bir kez daha deniyorum. Üçüncü ya da dördüncü numarayı çevirirken aklıma onun geçen gün ölmüş olduğu geliyor. Her gün değilse bile günaşırı telefonlaşır, hal hatır sorardık. Günde birkaç kez aradığımız da olurdu birbirimizi. Tuhaflaşmaz mıyım? Cep telefonum elimde titriyorum. Şairin, “Adını silemiyoruz telefon defterinden” dediği gibi, çoğumuzun da eli gitmiyordur sevdiklerimizin numaralarını silmeye. Gün gelecek, bizimkileri de bir zaman silemeyenler olacaktır sanırım.

Öleli bir hafta bile olmamıştı, acısı tazeydi, soğumamıştı daha.

Yanıt almayı beklemeksizin numaranın sonuna kadar devam ediyorum ve düdük sesinden sonra da bir garip bekliyorum.

İşte, tadı kekremsi bir gün böyle başlıyor, alıp başımı, neresi olursa oraya gidiyorum. Beyoğlu’na, Aksaray’a, Samatya’ya… Geçmiş yıllar bir semt adı olup çıkıyor.. geçmiş yıllara gidiyorum. Birilerinin “Bir tel kopar bütün ahenk bozulur”, “Bir adam ölür, bütün dünya boşalır” diyerek ancak dile getirebildikleri bir duygunun solunması bu…

Tütüne uzanıyorum. Paketin üzerinde “Sigara insanı öldürür” yazıyor ve sözcük, öyküyü sonuna kadar taşıyamayacak kırık bir öykü olarak kalıyor.

Ekmel Denizer

Ataköy, 25 Eylül 2007

30 Mayıs 2010 Pazar

Dün Anıtkabir

"Çanakkale ruhuyla Ata'nın huzurunda"

Dün Tırtıl'ın okul gezisi nedeniyle Ankara'daydık. Yurdun bir çok yerinden gelmiş okullar nedeniyle oldukça kalabalık bir veli ve öğrenci topluluğu vardı. Turlar dışında oraya gelen insanları da düşündüğünüzde kalabalığın boyutlarını göz önüne getirmek mümkündür sanırım.

09:13 de giriş yaptığımız ve rehber eşliğinde dolaşmaya başladığımız mekanda, Misak-ı Milli müzesine girebilmek için en az 45 dakika kuyruk beklemek gerektiğini, bizim turun planlamasına göre alınan randevu 10.30 da olmasına rağmen TBMM'ye ancak 13 de gidebildiğimizi hesaba katarsanız, kalabalık hakkında daha net bir fikrin sahibi olabilirsiniz sanırım. Oradaki insan kalabalıklarının içindeki kimlik dağılımının çeşitliliğine bakıldığında, durumu anlatan en net ifade yukarıdakiydi. Çanakkale gezisinden sonra Ankara'ya ulaşan Eruh İMKB Anadolu Lisesi öğrencilerinin üzerlerinde yazılıydı cümle...

Bu ülkede yaşayanlarla ilgili olarak pek de endişeli olmayan ve bu ülkeyi oluşturan insanların niyetlerini doğru okuduğunu düşünen, bunu sonuna kadar savunan; insanları dilleri, dinleri, etnik yapılarıyla görmeyen, insan oldukları için seven ve bu insan çeşitliliğinin içindeki bazı kimlikleri parmakla işaret edenlere rağmen işaretlemeyen biri olarak dün beni en etkileyen şey: Kızlı erkekli ve neşeli bu öğrenci grubunun cıvıl cıvıl tişörtlerinin üzerinde yazılı olan bu cümleydi.

Ve birilerinin inatla gözümüze sokma, ayrıştırma çabalarına rağmen, inançları gereği başlarını bağlayan kadın ve öğrencilerle birlikte renkli bir çeşitlilik sergileyen kocaman kalabalığın Atatürk'üydü o kabirde yaşayan! Orada dua okuyan ya da elindeki çiçekleri mozaleye bırakan her yaştan insanlar, kimsenin etkisiyle ya da mecburiyetlerle orada değillerdi. Samimiyetleri ve duyguları gözlerindeydi; akıp giden zamana bir not düşmeden geçmek istemediğim kadar çoklukla hem de!

27 Mayıs 2010 Perşembe

Aksiyonlu Günler... Umur 3

1.bölüm... 2.bölüm

Gözümün önünden ben yaşlarda, ya da bir iki yaş büyük, aşağı yukarı fiziksel özelliklerini tahmin edebildiğim insan tipleri geçiyordu. Onlarla bir kahvede oturup sohbet ediyor olsak, aynı şeyleri konuşuyor olurduk diye geçirdim aklımdan. Ülkenin mevcut şartlarına aynı eleştirileri yapar, sol terminolojinin klasik cümlelerine kendi dünya görüşlerimizi katar, literatürün pek çok kitabı ve düşünürü üzerinden kendi özgün cümlelerimizle beslenmiş sohbetler ederdik.

Sinema konuşurduk mesela... müzik konuşurduk... basketbol ya da futbol oynadığımızdan söz eder, belki de birçok şampiyonada karşılaşmış olma ihtimalimizden bahsederdik. Ortak arkadaşlarımız çıkabilirdi mesela, ya da sevdiğimiz kızlardan söz ederken geleceğe dönük hayallerimizi de koyardık çaylarımızın yanına... Kendi yörelerimizdeki siyasal örgütlenmeleri anlatırken, aynı ahkâmları keserdik sağ siyasetler üzerine... Aynı kitapları okumuş insanlar olarak farklı fraksiyonlara bölünmüş olmanın nedenlerini ortaya döker, büyük ihtimalle aynı bakış açılarıyla aynı eleştirileri yapardık. Şiddetin şiddet doğuracağı gerçeğinin altını çizer, bunun üzerinden, belki de birçok tavrı eleştirebilirdik.

Daha birkaç ay önce ben de, elimde silahım, üzerimde en sevdiğim kotum ve kolları dirsek üstüne kadar kıvrılmış gömleğimle, devrimin ertesi günü evin önünden geçen ana yolu kesmiş, yol kontrolu yapan, "Komutan Sıfır"* modunda biri olarak düşlüyordum kendimi... Belki biraz daha cesur olsam, o yaşlarda, yaşın verdiği gazla ve hayal gücümün sınırsızlığı ile eline silah verilmiş bir genç olarak, şu an bize ateş edenlerin yerinde olabilirdim; onlardan biri de benim yerimde... Onlar belki de çok samimi arkadaşları olabilecek, aslında ideolojik anlamda çok örtüşebilecekleri birinin ateş ettikleri arabada olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı, eminim. Ön yargı, herşeyi aynı kefeye koyma, yeteri kadar hayatla beslenememiş sorgusuz bir aidiyet duygusu, ilk gençliğe özgüydü. Ve birileri bunun çokça farkındaydı...

Aslında çok daha enteresan bir durum vardı arabanın içindeki kişiliklerde... Ben, tıfıl çağlarda ne ölçüde olunabilirse o ölçüde bir militan solcuydum. Cemal sola sempati duyan ama militanlaşmamış bir sempatizan, komutan da faşist niyetler taşımayan muhtemelen oyunu CHP'ye atan, iyi niyetli ve düzgün bir adamdı. Arabanın sağ önündeki Apo da, iyi ve militan bir ülkücü...

5 ya da 6 yıl sonra, geleneksel buluşma günümüzün bir kaç gün öncesinde onun şehrindeyken; o ve eşiyle, onların misafiri olarak katıldığımız bir düğünde bizimle aynı masada oturan şehrin üst düzey kamu görevlileri ve popüler insanlarıyla yaptığımız sohbet süresince, masadakiler benden fazlasıyla hoşlanmışlar, o akşam, ülke üzerine yaptığım tüm siyasi değerlendirmelerime katılmışlardı. Hatta içlerinden biri; aslında kendilerinin fikirlerinin temelde solculardan farklı olmadığını, solcuların meselelere dinden, devletten, Türk devletinin değerlerinden ve milliyetçilikten uzak bir düşünce sistemi çerçevesinden baktıklarını ve aradaki en önemli ayrışma nedeninin de bu olduğunu söylemişti. O masada oturanın bir "can düşmanları" olduğunu anlamadan...

Bu olay, aslında ön yargılar bir kenara bırakılıp ideolojik düşmanlıklarla bakılmadığında, karşıdakinin önce insan olduğunun ayırdına varınca, klişe yargılarla insanları damgalamayınca, kişilerin birbirleriyle pekala anlaşabiliyor olduklarının önemli bir göstergesiydi. Apo'nun arkadaşı olarak o masada olmamın yarattığı bizden biri sanma hali, aynı masada kadeh kaldırıp pek de güzel sohbet edebilmemize olanak sağlamıştı. Oysa aynı insanlar aynı fikirlere sahip beni bir başka alanda tanımış olsalardı, bir temiz dayak yemem işten bile değildi. Apo, hem askerlik sürecinde hem de sonraki yıllarda onlara konuk olduğumda; sabahları kahvaltı masasına gelirken sıcak poğaçaların yanında gazeteler de getirirdi; Cumhuriyet'i önüme koyar ve eklerdi: "Al kominist gazeteni getirdim."

An itibariyle bizi yoğun bir ateş altında tutanların gözünde, ne yaşanmışlıklarımızın ne karakterlerimizin, ne de iyiliğe ve güzelliğe atan kalplerimizin, ne de; en azından benim, siyasal anlamda onlarla aynı safta olmamın bir değeri yoktu. Oysa zamanı geri alabilsek, mesela onlarla bu küçük şehirin bir mekânında karşılaşmış olsak, böyle bir eylem için birileri tarafından örgütlenmemiş olsalar; çok büyük ihtimalle şehirdeki yabancılıklarını, belki de içimizden biriyle aynı şehrin insanı olduğunu fark eder ve onları orduevinde ağırlardık. Bir çok insana yaptığımız gibi. Oysa, onların gözünde biz insan değildik, büyük bir zaferin, sistemle olan meselelerin, eylemsel başarıların malzemesi, potansiyel düşmanın simgesiydik.

*Sandinistaların efsane komutanı

4.bölüm

 

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP