11 Mart 2010 Perşembe

Gözümün Yaşında Amca Kokusu


Geçen kasım ayında, tanıdık ve sevdik birinin ölümü üzerine, içinde şu cümlelerin de olduğu bir yazı yazmıştım: "Cenazelerde insanlar; yaşamlarında olağanlıkla var olan insanların yarınlarından çekilip alınmış ve artık yok hallerine bakarak, uzun bir geçmiş muhasebesi yapar ve kendi yaşamlarında yeri olan bir taşın eksildiğini farkederler. Ölene ait ne kadar anı varsa bir bir geçer gözlerin önünden."

Alt yazıda Turhan Selçuk öldü yazınca... Banyo kokulu pazar günlerinde, sıcak sobalı oturma odasına yayılarak okuduğum Akbabalar, Milliyet ve Cumhuriyet Gazeteleri, daha çok da en amcamın 'Aqua Velva*' kokusu geldi gözümün damlasına... O amca ki; yaşamın bütün güzelliklerine elimden tutarak götürdü beni... Henüz okumayı bilmezken tanımıştım Abdülcanbaz'ı ve çok sevmiştim. Bir gün, ben kısa pantolondan henüz kurtulmuşken; bir televizyon filmindeki replik aklıma kazındı: Eve gelen baba, çocuğunun okuduğu çizgi romana göz atmış ve "Dick Tracy'i zor durumda" demişti. Replikleri aklına kazıyan biri hiç olmadım. Ama bu replik dilime dolanmayı başarmıştı. Kimse için bir anlam ifade etmeyecek bu kısacık cümle, sadece o anları ve o duyguları yaşayanlar için anlamlı olabilirdi. Benim için Abdülcanbaz, kanlı canlı bir varlıktı; tıpkı o replikteki duygu gibi.

Turhan Selçuk öldü yazınca... Sandım ki; küçük bir çocuğun Abdülcanbaz'ı da öldü...

*Aqua Velva bir dönemin en popüler traş losyonudur.

10 Mart 2010 Çarşamba

Bir Daha Çal Sam

Fazla söze gerek yok!


Ali bu oyuna git.
Git Ali git.
Ayşe bu oyuna gitsin.
Git Ayşe git.
Ali, Ayşe'yle bu oyuna gitsin.
Git Ali, Ayşe git.

Can bu oyuna git.
Git Can git.
Kaya bu oyuna gitsin.
Git Kaya git.

Zeynep; birin yoksa, birini bulup bu oyuna git.

Herkes bu oyuna gitsin.
Gidin herkes gidin.
Çok güzel oyun.

Hatta! Çooooook güsel oyun!

Kadın erkek hallerinin; a'sı var, b'si var, c'si var... k'sı, p'si, o' su... z'si var.

Woody Allen yazmış, İzmir Devlet Tiyatrosu oyuncuları muhteşem oynamış.

Barış Eren çok güzel uyarlamış.

Allen'da Ozan Yıldırım müthiş...

'Bir kadın hem bu kadar güzel, hem bu kadar iyi oyuncu nasıl olur'un yanıtını Ceyhan G. Aksoy vermiş.

Aylin Önal, Mete Şahinoğlu, pek güzel oynamış.

Humprey Bogart harikaymış!

Müzikler süpermiş.

Hele bir sisci varmış ki...

Salona girildiğinde karşılaşılan Kazablanka filminden görüntüler çok hoşmuş.

Düşünceden geçenlerin, sahnede yansıtılma hali çok zekice ve çok eğlenceliymiş.

Woody Allen kaleminden çıkar da içinde entellektüel dünyaya göndermeler olmaz mıymış.

Dekorlar çok güzelmiş.

Espriler süpermiş.

Oyuna seyirciyi de katma durumu şahaneymiş.

Ben çok güldüm.

Ali çok güldü.

Kaya, Ayşe, Can çok güldü.

Herkes çok güldü.

Gül herkes gül.

Eğlen herkes eğlen.

Hatta herkes dedi ki;
Bir Daha Çal Sam.

Sen de, de!..

8 Mart 2010 Pazartesi

Parmak Uçları Kesik Eldivenler*

Moda olsa gerek; son günlerde sıkça rastlıyorum, gençler parmak uçları kesik eldivenler giyiyor. Bilginin değeri kadar, bilgiyi bize ulaştıranların değerleri yükseliyor düşüncemde. Parmak uçları kesik eldivenlerin bilgi ile ilintisini biliyorlar mı, diye sorasım geliyor...

Soramıyorum…

Soramıyorum madem, bari yazayım diyorum.

Yüzlerce, hatta binlerce yıl sözcük üstüne sözcük koyarak, neredeyse imbiklediklerini bir-iki tuşa dokunarak ekranımıza çağırıp kullanıyoruz. Bir çay kaşığının yüzden fazla pirinç tanesi aldığını biliyorum. Bunu biliyor olmanın ne yararı var, denmemeli. Bir sayfalık bir sorunun yanıtı bazen tek heceli bir sözcük olabilir. Hiçbir şeyin küçük oluşu onun gerçek değerinin boyutunu göstermez. Küçüklük görecelidir. Özellikle bilgi küçük de olsa küçümsenmemeli. Japonların aklımdan çıkmayan uzun bir atasözü vardır: “Bir savsaklama yüzünden bir çivi yitip gider; bir çivi yüzünden bir nal yiter; bir nal yüzünden bir bacak gider; bir bacak yüzünden bir at yiter; bir at yüzünden bir savaş yitirilir; bir savaş yüzünden bir ülke yitirilir” derler. Bir küçük çivi bir ülkenin yitirilmesine neden olabilir. Bir çay kaşığı, yüzü aşkın pirinç tanesi alır. Ve bir tencere pilav kaç çay kaşığı dolusu pirinçle pişer?.. İşte, bilgi çağına gelişimizde, her bir pirinç tanesi kadar çilekeşin varlığını şaşkınlıkla takdir eder, borçluluğumu duyumsarım. Birçok yüce dağın, tek tek deniz kabuklusundan oluştuğuna şaşmak gibi bir şey bu. Bilgi birikiyor, biriktikçe okyanuslar aşırıyor, göklere çıkarıyor, göklerin ardında evrende dolaştırıyor insanoğlunu. Yazık ki, kötü güçlüler eline geçiriyor bilgiyi ve kendi yasaları gereği kullanıyorlar. Bir ilkçağ filozofu; Thrasymakhos’un “kanunları güçlüler yapar, onlar da kendilerine yontar” dediği gibi, çoğunluğun zararına da işliyor bilgi. İnsanlık işleri kötüye sardıkça, Tanrı elçileri, bilgeler, düşünürler, sanatçılar, yazarlar, çizerler, mucitler, kaşifler, bilim adamları çıkıyor. Hepsi insanoğlunun en güzel meyvesi, bilgi için çalışıyor. Kimi ekiyor, kimi suluyor. Kimi süslüyor, kimi koruyor. Bir umut… Yeni yeni şeyler buluyor, söylüyorlar. İnsanlık, yolculuğunun ilk adımına bilgi edinmeyle başlıyor. Biriktirdiği bilgiler arttıkça onları sınıflandırıyor. Tasnif edilmiş bilgiler sistemleştikçe konularının bilimleri, sanat türleri, türlerin ekolleri doğuyor. Bilimler bilimleri doğuruyor. Ve bugün de bizi şaşırtacak bir hızla sürüyor bu. Bilginin ulaştırdığı iyilik, kötülüğün hızına erişemiyor. Ancak, büyük büyük patlamaların acıları bir süre için dengeliyor hayırla şerri. Çok sürmüyor yine açılıyor araları, kötü güçlüler kendi çıkarlarına çeviriyor yeni söylemleri. Barışa katkısı olmuyor bilginin. Bilgelerin kemikleri sızlıyor.

Bilginin nasıl ve ne gibi zorluklarla elde edildiğinin ayrımına ilk kez,-şimdi Feriköy mezarlığında yatan- Abdizade Hüseyin Hüsamettin Efendi’nin yaşamöyküsünü okurken varmıştım. “Amasya Tarihi”nin yazarı… Bir kentin 12 ciltlik tarihini yazmak için ne belgeler incelemek, ne kitaplar okumak gerekiyor. Görevden göreve atanıp durdukça, İstanbul’dan Şam’a, Şam’dan Girit’e imparatorluk coğrafyasını karışlıyor. “Üsküdar Tarihi”nin yazarı, İbrahim Hakkı Konyalı da öyle.. bize, Kaşgarlı’nın “Divanü lügat it-türk”ünü kazandıran Millet Kütüphanesi’ni kuran ve bu kütüphaneye 15000 yazma ve basılı kitap bağışlayan Ali Emiri de öyle... Hiç farkı yok; Balzac’da, Tolstoy’da... Ulaşımın katırlarla, develerle yapıldığı dönemlerde, belki sadece bir paragraflık bilgi için bir diyardan, bir diyara aylarca, yıllarca süren yolculuklar... Başvuracakları sandık sandık belge ve kitaplarını da yanlarında taşımak durumunda kalarak. Kuş uçmaz kervan geçmez yolları, uçurum kenarlarındaki patikaları aşarak ulaştılar edinecekleri bilgilere. Hepsi insanlığa bir ürün vermenin, aydınlatmanın tutkusuyla, günümüzün konforundan çok uzak koşullarda, binlerce sayfalık kitaplarını yazıyor. Kimi zaman mum ışığında, kimi zaman buz gibi odalarda... Yaşamları sona erdikçe, yere düşürmeden bir başkası kapıyor bayrağı. İstif istif bilgi, dağlar oluyor, dilden dile çevrilip, birbirine eklenerek öylece ulaşıyor bugünkü dizüstü bilgisayarlarımızla bize.

Bruno’lar meydanlarda yakılıyor, Campanella’lar kazıklara geçirilip, ölmüştür, diye, hendeklere atılıyor. Bilginin değeri kadar, bize ulaştıranların değerleri nasıl yükselmez düşüncemde? Örneğin: 1600 ‘lü yıllarda, Deyrüzzaferan’daki bir keşiş aradığı bilginin Sibirya’daki bir manastırın kitaplığında olduğunu öğreniyor. Mardin’den kalkıp, binbir zorluk ve aylar süren bir yolculukla ulaşıyor oraya. El yazması kitapları kopya etmenin -yazılı olmasa da- bir kuralı var: bir nüsha da kopya ettiği kitaplık için çıkarması gerekiyor. Henüz karbon kağıdı bulunmamış, kalem yok. Manastırın buza kesmiş duvarları arasında eldivenli elle kaztüyü mü tutulur; işte böylece kesiliyor eldivenlerin parmak uçları...

*Sayın Ekmel Denizer'in "Bilgi, bilge ve Bilgelik" başlığı altında verdiği
konferansın, daha önce Ataköy Gazetesi'nde yayımlanan bir bölümüdür.

7 Mart 2010 Pazar

Bir Konser Teması Üzerine Çeşitlemeler...

Baterinin müthiş bir solo yaptığı Görevimiz Tehlike dahil bir çok film müziği ile birlikte özenle oluşturulmuş repertuarı dinlerken, bir yandan da kendi -klasik- müzik serüvenimi düşünmüştüm. İlk klasik müzik konserine gidişim tamamıyla tesadüftü... Aynı apartmanın çocukları olarak, hiçbir sınıfsal ayrım yapmaksızın, şahane bir arkadaş grubu oluşturmuştuk. Zaten oturduğumuz ilk ve tek apartman olarak anılarımda derin izler bırakmasının nedeni; binanın, dış kapısıyla öteki dünyadan ayırıyor olmasıydı bizi. O kapıdan girdiğimizde, kapıcı dahil 16+1 daireli bir apartmana değil de 17 odası olan bir eve giriyoruz hissiyatına kapılırdık. Geniş girişi, biz çocukların lokali gibiydi... Merdivenlere oturur, sohbet eder, yer karolarının izlerini çizgi yaparak pinpon raketi ve toplarıyla tenis(!) oynardık. Kocaman camlarıyla dışarıyı içeri taşıyan kapımız, aynı zamanda, sıcacık mekânımıza insan ve kar manzaraları sunardı.

O gün de her olağan gün gibi lokalimizde toplanmış, sohbet ediyorduk. Akşamın işten dönüş saatiydi. Evlerine dönen büyükleri karşılıyor, selamlaşıp sohbet ederek onları dairelerine yolluyorduk. Henüz yemek için çağrılma vakitlerimiz gelmemişti. Merkez Bankası'nda çalışan, dersler konusundaki danışmanımız Şaduman Abla kapıdan girdiğinde, yaşamımıza çok şey katacak anlardan birinde olduğumuzun farkında bile değildik. O, çantasından bir sürü davetiye çıkarıp bize uzatarak, "Çocuklar cumartesi akşamı Konak Sineması'nda konser var, işte davetiyeleriniz," dedi. E konser kulağa hoş gelen bir ifadeydi ve benim algımdaki hali, bazı hafta sonları halamla birlikte gittiğimiz kapalı spor salonuna gelen sanatçıları ve grupları izlemekti. Müziği, pop ve rock olmak şartıyla seviyordum. Türk Sanat Müziği de, türküler de tıpkı klasik müzik gibi bana ırak şeylerdi. Çocukluğumun hızıyla bağdaştıramadığım için dinlemeye tahammülsüzdüm.

Cumartesi akşamı, sekiz çocuk elimizde davetiyelerle sinema salonuna girdiğimiz anda sanki yabancı bir ülkeye ilk kez gelen az gelişmiş ülke vatandaşları gibi kenetlendiğimizi hatırlıyorum. Tamam! Sinemalara insanların süslenip püslenip geldikleri dönemlerdi ve ailemin abone olduğu cumartesi 18 seansındaki filmlerin ilk gösterim gecelerine zaman zaman, eksik olanı tamamlamak adına katıldığım için, gala gecesi şıklığına alışıktım. Ama bu alem başkaydı! Sadece dönem filmlerinde gördüğüm salonlardaki ihtişama yakın bir durum vardı ortada... Ve biz, tüm alışkanlıklarımızın ve günlük hayatımızın dışı bir yere ışınlanmıştık sanki... Koyu renk takım elbiseli, papyonlu erkekler ve yine koyu renk giysili pırıltılı kadınlarla doluydu her taraf... Sahnedeki insanlar da benim izlediğim konserlerdeki sanatçılara hiç benzemeyen bir duruştaydılar. Kısa bir süre sonra herkes sustu ve işkencemiz başladı. Radyoda duyduğum anda başka kanala kaçtığım müzik çalıyordu. İlk andan itibaren kocaman bir hayal kırıklığı ve sıkıntı basmıştı hepimizi... Daha beşinci dakika dolmadan, kıkırdamalarımız ve kurtlanmalarımız etrafı rahatsız eder bir hale bürünmüştü. Kocaman bir ciddiyetin ortasında aykırı otlar gibiydik. Müziğin durduğunu sandığımız bir ara dışarı çıkmak için hamle yaptık, yanımızdaki amca çıkamayacağımızı söyledi. Konserin birinci bölümü bitene kadar neler çektiğimizi anlatmaya blog yetmez. İlk yarı biter bitmez kendimizi sokağa attığımızda yaşadığımız ferahlamanın bir örneği daha yoktur, hayatlarımızda...

Bu olaydan bir kaç yıl sonra, biraz daha büyüyüp militanlaşmaya başladığım yıllarda; her gün önünden geçerken vitrinlerine bakmaktan kendimi alamadığım plakçı dükkanlarından birinin vitrinindeki bir uzunçaların kapağı dikkatimi çekti: Hem üzerindeki fotoğrafın tadı, hem de renkleri göz alıcıydı. Hızla eve gidip, o plağı almak için gerekli para konusunda birini ayartmam gerekiyordu. Öğle yemeğine gelmiş olan babaya kestim faturayı ve sofraya bile oturmadan koştum plakçıya... Hiç tanımadığım ya da bilmediğim birilerinin kitap ya da CD'lerini almayı çok severim. Çünkü karşılaşacağımın ne olduğunu bilmemek hoşuma gider. Keşfetmeye bayılırım. Bu nedenle hiç dinlemeden sardırıp plağı, çıktım oradan... Merakın soluk soluğa adımlarıyla girdim kapıdan içeri... "Sofraya gel!" çağrılarına kulaklarım kapalı, oturdum pikabın başına... Çıkardım albümü, koydum pikaba... İlk parçanın girişi muhteşemdi. Aklımdan geçen "Queen tadında birileri bunlar,"dı. Bohemian Rhapsody'nin patladığı yıldı ve senfonik rock denen şeyi yeni yeni öğreniyorduk.

Bir an öncenin telaşında ve merakını giderme gayretindeki ben, şarkıları atlattıkça, yüzümün rengi değişiyordu. Bazı müziklerde şarkı söyleyen erkek ve kadın seslerini duydukça; yanlış tahtaya bastığımı anlamıştım. O anki hüsranım, dağları taşları yıkar geçerdi. Öylesine bir pişmanlık çökmüştü içime... Albüm Edward Grieg'in Peer Gynt müziklerini içeriyordu. Sadece Anitra'nın Dansı'nının giriş bölümü dikkatimi çekti. Sadece o kısmı dinliyordum. Bir günden bir güne tamamını dinlemedim. Her niyetlenip kendimi şartladığımda ve inatla direneceğim ve baştan sona dinleyeceğim, dediğimde bile başaramıyor, alıyordum pikaptan plağı..

Ama günlerden bir gün, şu an oturduğumuz eve taşındığımızda -ki TRT, fm bandından yayına daha yeni başlamıştı- camın önünden dışarıyı seyrediyordum. Şahane bir beyazlık yavaş yavaş kaplamaktaydı yeşil örtünün üzerini... Dışarıdaki soğuğu daha da anlamlı kılan şefkatli bir sıcak üfleniyordu kaloriferden yüzüme doğru... Başlayan programda, yumuşak sesli bir kadın, çalacakları eseri anlatıyordu. Karın yağışının hızından tutun da soğuğa kadar pek çok mevsimsel özelliğin resmini çiziyordu cümleleriyle.* Sunucunun anlatımı bitip müzik başladığında, dışarıda yağan karın ritmi, beyazlığın üzerine konan sığırcıkların hali ve manzaranın bütünüyle çalan müzik arasında kurduğum bağ, hayatımın dönüm noktası oldu. Farkettim ki o gün, klasik besteciler bir hikâyeyi, bir durumu, bir ânı resmediyorlar. Onlar, fırça yerine notaları kullanıyorlar.

O gün, tüm ön yargılarımın yıkıldığı gündü. İlk işim gidip Faruk Yener'in Müzik Kılavuzu adlı kitabını almak oldu. Artık televizyondaki pazar konserlerinin sıkı bir takipçisi olmuştum. Kitaptan bilgileniyor, hatta konser sırasında kitabı yanıma alıyor ve eserin neyi resmettiğini öğreniyordum. Bütün bunların sonucunda bir klasik müzik aşığı olmadım; ama severek dinlediğim müzikler kervanına bir tür daha eklenmiş oldu. Ayrıca, bilmeden öğrenmeden bir şeyi sevip sevmemeye karar vermemem gerektiğini öğrendim. Sonra Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği ile de barıştım. Her şeyden önemlisi; o ilk konserde dışarı çıkmamıza izin vermeyen amca, gerçek sanatın ve emek denen şeyin ne olduğunu zaman içinde anlamama sebep oldu. O salonda ne olursa olsun kalmak, sahnedeki insanların verdiği emeğe saygı adına gönüllü bir mecburiyetti.


Bütün bunları şahane orkestramızın bu yılki yeni yıl konserini izlerken düşünmüştüm. İçinde bulunduğum salonun görkemine bakmış, o sinema salonunun küçücük sahnesini hatırlamıştım. Binaya girerken hediye olarak verilen küçük kadife kesecikleri uzatan Samsun Devlet Opera ve Balesi'nin Noel Baba kıyafeti giymiş kızlı erkekli çalışanlarının iyi yıllar dileyen karşılamasıyla ısınmıştım. O günkü konserin atmosferinden yola çıkmış, günümüzdeki katılımın yaş gruplarına mutlu olmuştum. Çok güzel bir kültür merkezine sahip güzel bir kentin şanslı insanı olma halimi sevmiştim.

Yeni Yıl Konseri'nin finalinde çalınan Jingle Bells'e izleyicinin coşkulu katılımını daha da renkli kılan balon ve konfetilerin arasından neşeyle dışarı çıkarken, yüzümü okşayan şefkatli soğukta son bir özet yapmış, elimi attığım cebimdeki kırmızı kadife keseciğin içinden çıkardığım nazar boncuğunu, güzel binamızın bahçesine savurmuştum.


*Anitra'nın Dansı-Edward Grieg

*Sunucunun bahsettiği eser; Vivaldi'nin mevsimlerinden kış idi.


6 Mart 2010 Cumartesi

Sığınak

...
Şu an Joan Baez söylüyor;

parkaların sıcağında,
bir kış akşamı ürpertisinde ve ürkek bir solmuşlukta
klişe sözcüklerin yankılandığı
küf kokulu bir izbede...

Gökyüzü en bi deniz kadar mavi...

Eylül 2008 tarihli yazıdan...


Joan Baez - Blowing In The Wind

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP