4 Kasım 2009 Çarşamba

Ah Algı Sen Nelere Kadirsin!

Herhangi bir yerde
bir sahada,
birisi çalışmakta.
Şut atıyor, top kapıyor
koşuyor ve sıçrıyor.
Seninle karşılaşacağı gün için
antreman yapıyor.
Bir okul maçında,
bir Türkiye şampiyonasında
veya bir NBA maçında olabilir.
Fakat muhakkak olacak!
...Ve karşılaştığınızda,
bütün o şut atılan, top kapılan
koşulan, zıplanılan saatler sınanacak.
Eğer senden fazla çalıştıysa,
sen kaybedeceksin.
Hiç bir zaman yeterli çalıştığını zannetme,
çünkü birisi daha iyi olmak için,
daha fazla çalışıyor.
Öğren, çalış, güven ve kazan!
İyi çalışmalar, iyi şanslar!

Yukarıdaki metin, önceki gün, önemli bir proje için eski evrakların içinde dolaşırken, gerekli bir belge için dosyaları karıştırırken elime geçti. Aslında uzun zaman önce arayıp da bulamadığım bir metindi. Hatta birgün, önemli bir basketbol kulübünün bölge antrönörüne bahsetmiş, onun talebi üzerine ona götürmeye söz vermiş ama bir türlü bulamamıştım.

Bu yazı; bundan yaklaşık altı yıl önce, Mavi jean'in ve Türkiye Basketbol Fedarasyonu'nun Kayseri'de düzenlediği The Best Five Basketbol Kampına seçilen Mussano'ya bir çok hediyeyle birlikte verilen ve o kampa katıldığını belirten bir belgenin üzerindeydi. O zaman bu yazı, bugünkünden farklı bir algıyla baktığım, daha doğrusu sporun gerçekliği ve rekabet ortamı üzerinden değerlendirdiğim, bana çok doğru ve bir çocuğu motive etmek anlamında yararlı olacağını düşündüğüm ve bu amaçla saklanması ve paylaşılması gerektiğine inandığım bir öğütler manzumesi gibi gelmişti. Hatta okul takımıyla il şampiyonu olup gittikleri grup maçlarında karşılaştıkları başka kentten bir takımın coach'uyla bu kampta da karşılaşmış olmasına, metnin ''muhakkak olacak'' bölümüne bakıp, o cümledeki olasılıklardan birinin hayatın içinde doğrulanmış olma haline; espriler yaparak gülüşmüştük.

Sonra o günkü safiyane bakışla bu metnin aslında hayatın her alanı üzerine uygulanabilecek, hatta her çocuğun başucuna koyulması gereken bir metin olduğuna karar vermiştim. Dün yazıyı yeniden okuduğumda, o gün farklı bir saflıkla baktığım ve sevdiğim metnin aslında; içinde yaşadığımız sistemin bugünkü halinin, yani kapitalizmin her birimize biçtiği rolün ya da dayatmaların bir yansıması; ve oldukça olağanlaştırdığımız bir bakışın, bir halin ve algının fotoğrafı olduğunu düşündüm. Tıpkı Matrix filmi için yaptığım yorumun içine yerleştirdiğim şu paragraftaki gibi: Zaten verilen eğitimlerle... Dış ya da iç odakların sürekli algılarımıza yükledikleriyle... Reklamlarla hafızalarımıza giren insanların her alandaki tüketim eğilimlerimize yön vermeleriyle... Çalıştığımız işlerde verilen eğitimlerle görev tanımlarımız ve sınırlarımızın çizilmesiyle... Basamaklara yerleştirilen yemler yüzünden etrafımızdaki insanlara karşı verdiğimiz (dayanışmadan uzak) kariyer şavaşlarıyla her birimiz: Yönetim erkini ellerinde tutanların - patronlar, diğer yönetenler, anneler babalar aklınıza kim gelirse- istekleri doğrultusunda; işte , okulda, hayatın tüm alanlarında tanımlanmış sınırlar içinde haraket etmesi istenen, o yönde biçimlendirilen insanlar olarak yaşamıyor muyuz?

Belki de bugün algım kirli benim. Ya da gerçekten eğriyle doğrunun birbirine karıştığı bir hayatın içinde kafamız fazlasıyla karışık... Tıpkı gündemde olan ve tartışılan bir çok olaydaki gibi diye bir not düşerek, lafı daha fazla uzatmadan, Matrix yorumunun son paragrafına yazdıklarımla birlikte yeniden değerlendirmeler için burada kesip, akıp giden zamana bırakıyorum yazıyı...

Sanıyorum ve düşünüyorum ki herbirimiz ''Matrix'' de yaşıyoruz. Belki bazılarımız bunu farkedip o düzenin bir parçası olmaya direnerek kendi özgür kimliğini yaratıyor ya da buna çabalıyor, bazılarımız da kader deyip susuyor. Belki de bütün bu çelişkiler doğruya ulaşma yolunda sorgulamalara, yeniden tanımlamalara yol açan heyecanlı ve olması gereken bir işleyiş. Hayat denen şey de bu belki!

Görsel: Jacek Yerka- Widelec.org

3 Kasım 2009 Salı

Sylvia

“Bir şeyden sürekli korkarsan, onun gerçekleşmesine sebep olursun.”

Sylvia: İngiliz edebiyatında, yaşamından sonra değerlenecek bir şairin(Sylvia Plath) ve döneminde oldukça popüler şair eşinin; aşk, kaygı, ihanet ve tutku içinde geçirdikleri evliliklerinin gerçek hikayesidir.

Sarhoş ve aşık bir gencin gece yarısı camlara taş atmasıyla başlayıp, bir kış ortasında son bulur…

Kaybetme kaygısının; zamanla, üstelik evlilik içinde nasılda depresif bir hal aldığını, bu duruma çiftlerin yaklaşımını, kurtarma çabalarını ve geçen zamanı görürsünüz filmde.

Üstelik kadın karakterimiz o güzel yüzü, açık kumral dalgalı saçları, naif elbiseleri ve oyunculuğuyla ayrı bir tat katar. Film aslında Sylvia(Plath) karakterinin yaşamı olduğundan, tüm kurgu kadınımız üzerinedir ve her şey kadın etrafında döner. Her şeye kadın gözüyle bakılır.

Slyvia: Oldukça etkileyici bir biyografidir. İngiltere'nin sıcağında, baharında, bozkırında ve bembeyaz kışında geçer. Kadının her düşünceye dalışında ve ağlayışında iç acıtır. Eve çok geç gelen siyah paltolu adamı, yalnızca dar koridora yeten bir ışığın aydınlığında bekler.

Film bir çok kez intiharı düşündürtür, sorgulatır.

Ve biraz da empati kurdurur.

Bu yüzden Sylvia, sakin bir zaman aralığında izlenilmesi şart olan; 1 saat 50 dakikalık, 2003 yapımı bir İngiliz filmidir.

1 Kasım 2009 Pazar

Sizi Gidi Cinsiyet Ayrımcıları Sizi !..

Bir gazeteci ki kendi sahasında kendince yazılar yazar. Pek gazeteciden ve adamdan sayılmasa da kendisi, ne hikmetse bir şekilde kıyıdan köşeden bir yer bulur gündemde, bir tartışma yaratır, cevap verilir, sonra da şikayetçi olunur kendisinden her seferinde... Halbuki ve madem adamdan saymazsınız kendisini, fikriyatını, kalemini... Görmezden gelin yoktan sayın, duyurmayın, kıymet-i harbiyesini parlatmayın dolayıyla da bas bas bağırmayın. Di mi ama!

Şimdilerde bir gün, bu gazeteci ki erkek bir gazeteci; bir ünlü ve güzel kadın üzerinden bir yazı yazdı. Onu dağa kaldırmaktan falan bahsetti... Sonra, ülkede kızılca kıyamet koptu. Benim gibi pek çok insanın da bu büyük tartışmadan böylece haberi oldu!

Başlangıçta, bahse konu dağa kaldırma olayının kahramanı: Ayakları yere basan, kendince bir söyleme sahip, ideolojisi sağlam, güçlü, kendine güveni olan dimdik ve güzel kadın; en mazlumundan bir imaja bürünüp, en acılı yerlerden girerek, hiç de ajitasyon kokusu alamadığımız(!) bir mealde ve en kolayını seçerek ve kaşıyarak, etnik ayrımcılıktan başlayıp cinsiyet ayrımcılığından çıktı. Ha bu arada, (erkek algısı işte) hani erkekçe bir şüpheyle ya da yakıştırmayla bakarsak eğer; bahse konu kadın olmaktan, arzulanmaktan, beğenilmekten, bu özelliklerin öne çıkarıldığı bir yazıya konu olmaktan alttan alta ve kadınca bir haz duymuş mudur diye de sorası geliyor insanın açıkçası.


Sonra ülkedeki kadın cenahından, hani kendi parasını kendi kazanan, özgür, demokrat, kadın hakları savunucusu, cinsiyet ayrımcılığına karşı, etnik ve kimlik başta olmak üzere asla insan ayrımı yapmayan, söz söyleme hakkını savunan, linççi olmayan, fikirleri fikirlerle döven, feminist, başta cinsellik olmak üzere kadının tüm haklarını pratikte de erkekle eşitleyen, sokakta göze soka soka sigara içen, argonun en erkeğini sapına kadar hakkını vererek kullanan, en en en özgür ve kendini erkek dünyasıyla ayrımcılık duygusunu fazlasıyla aşmış ve ermiş bir düzeyden bakarak eşit gören, daha doğrusu ve açığı olaya cinsiyetten değil de insandan bakan, bu mealde yorumlar yapan, başı dik çeşit çeşit kadın, topyekun ve birer birer yüklendiler bu gazeteci erkeğe.

Ben pek bilmem ve anlamam ama; sanki o adamın şahsında, bu çeşit çeşit kadından her bir çeşidi ayrı ayrı; kendi hayatlarına bela sokmuş, canlarını yakmış, aşklarını acıtmış, her biri birer öküz er kişilerin hıncını alır, hesabını sorarcasına bu zavallı günah keçisi adama yüklendiler. Biraz daha ileri gidip, aklımı dürten şeytanın avukatlığına soyunursam; o adamın şahsında, bu linci tüm erkek alemine - Haşa cinsiyet ayrımcılığı yapmadan. Hatta onun en ufak bir izini bile taşımadan. Her bir hatun kişinin, kendi özeline ait kinlerin, gıcıklıkların, eksik kalmış, intikamı alınamamış öfkelerin bilinçaltılarındaki dürtülerinden zerrece etkilenmeden, sadece ve sadece ahlak açısından bakarak yaptıklarına dair safiyane bir düşünce oluştu bende! Gerçekten öyledir di mi?

Aslında farklı bir algıyla bakıldığında gülüp geçilecek bu basit ama bağrışçılar tarafından çoğaltılan olay karşısında bangır bangır bağıran bir sürü güzel kadının pek çoğunu; bu ülkenin pek çok sokağında her gün, her saat çekilen ama bir gazete köşesinde yer bulamayan dolayısıyla sessiz kalan çığlıkların, kadın ve çocuk eksenli acıların çözümüne yönelik bağrışlarda bu kadar yüksek sesle konuşurken göremiyorum da ondan yukarıdaki soruyu sorasım geldi.

Sonra bir de şu geldi aklıma: Hani bir kadın bir erkek için yazsaydı benzer bir yazı, er kişi ne hissederdi ki... Cinsiyet ayrımcılığı ya da diğer etiketlerden yola çıkarak bağırır mıydı, sızlanır mıydı? Hakikaten ne derdi?

Yoksa biz, mizahi bir anlam yükleyebileceğimiz, magazin basının yaptıklarının yanında esamisi bile okunamayacak bu olayı kendi özelinde cinsiyet ayrımcılığı diye etiketlerken ayağımıza kurşun mu sıkıyoruz? Yoksa mizah duygusunu fazlasıyla tüketmiş, özgüveni yoksun, derinliği olmayan sığlaşmış bir toplum mu oluyoruz? Yoksa onlar bir avuç insan da biz herkes mi sanıyoruz?


Görsel: Jasona Levesek (widelec.org)

31 Ekim 2009 Cumartesi

Dedikodu...


Meşguliyetsiz zihin; şeytanın atölyesidir.

Northern Exposure dizisinden tesadüfen.
Görsel: Jasona Levesek (widelec.org)

29 Ekim 2009 Perşembe

Akıl Krizi

Telefonum çaldığında yorgun gecenin aydınlanmasına çok az kalmıştı. Güne gebe saatin, o taze soğuklu diken diken haline montumu giyerken, bir insan düşünmeye başladım. Olay yerine vardığımda denizden henüz çıkarılmış kaskatı bedenle göz göze geldim. Yüzüne baktım. Kopkoyu bir bıkkınlık ve yenilmişliğin derinindeki, masum, zayıf ve sıcacık tebessüme takıldım: Ağız dolusu küfürleri tıkalı kalmıştı kadere öfkelerin ardında, ve lanetler yüklenmiş okkalı bir küfürdü bıyık ucu tebessüme yüklenmiş olan...

Ipıslak ve deniz kokulu bedeni sola doğru çevrildiğinde, gözleri; umutsuzluk, yitiklik ve lanetler yağdıran isyanlarla tan kızılı bir ufka bakıyordu. Bir anda, o kocaman ve kaskatı bedenin gevşediğini, çözüldüğünü farkettim. 112 doktorunun bedene saygı yüklü yana çevirmesiyle yutulan onca suyun seline kapılan kelimeleri, ayaz ayaz ve tane tane döküldüler. En öndeki kelimeleri büyük bir titizlikle toparladım. Hayata isyan cümlelerinin öfke sözcüklerini yaşamın çöplüğüne saldım. O tebessümde saklı her bir kelimeyi yan yana dizdim. Olay yeri inceleme ceset torbasına yerleştirirken kocaman kalpli gencecik bedeni, ben kelimelerden kocaman bir iz çıkardım.

çakmağını burada unutmuşsun benim kalbimde sende kalmış.Şimdi sigaranı neyle yakacaksın...Sigara içmeden duramazsın sen.Bir an önce gelip çakmağını al.Sakın birisine aldırma sen gel.Mesele sadece çakmak, yoksa başka bir şey yok...

Birde benim ev niye bu kadar boş ve içime niye bu kadar derin bir özlem düştü...Ve ben niye özlemeninde ne kadar güzel birşey olduğunu yeniden farkettim.Ve niye evin herköşesinde çok... çok... çok... güzel bir koku var.ve niye ben eve sinmiş bu kokunun çıkmasından bu kadar korkuyorum...ve niye mutfak tezgahının üzerindeki tabaklar, bardaklar,çatallar kullanılmış poşet çaylar bu kadar dekoratif ve güzel duruyor.Ve niye aklımda bir lezzet içimde bir hoşluk yüzümde bir tebessüm varken aynı zamanda da hüzün var...Ve niye beynimin bir köşesine arada bir uyanıp bana doğru
bakan ve gülen iki şirin göz var...Ve niye onlar için endişe duyduğum sorumluluk hissettiğim insanlar hanemdeki sayı arttı...Ve niye bu iş günümün tamamında ben neye baksam gözlerim hiç birşey görmeyecek gibi bir his var içimde.(Bunun cevabını biliyorum sanırım sadece; çünkü beynimin başka meşguliyeti olacak hep aynı kişiyi düşünecek... gün boyu onun zorluklarına eşlik edecek; ) Diğer niyeleri sen anlarsın ve bana da anlatırmısın ? ama dizlerine yatırarak ve saçlarımı okşayarak...

Fotoğraf: Neslihan Öncel
http://neslihanoncel.blogspot.com/

24 Ekim 2009 Cumartesi

Spyro Gyra


Evvel zaman önce militan bir tıfıl, yeni yetme bir anarşist iken... Yani; 0 zamanın dillere yapışmış pek popüler sözcüğü entellektüel olma halinin tıfıllık dilinden ifadesiyle entel takılınılan yıllarda, sözcüğü üzerimize bir kimlik olarak yapıştırıp ya da öyle tariflenmeyi, her ne kadar birikimimizin ve düzeyimizin çok çok ötelerinde bir yerde olmasına ve üstelik de bunun farkında olmamıza karşın pek severken... Kızlar cenahının da feminizmle, dolayısıyla feministlikle kendilerini süsledikleri etiketlerin, öykünmeci ve taklitçi bir ergenlikle üzerimize yapıştığı o zamanlarda; adını telafuz edebilmenin ve kasetlerini kol altına sıkıştırıp hava atmanın keyfini şahane şahane çıkarmama sebep olan bir gruptur kendileri...

Rock'tan başka tür müzik dinlemeyi anarşist tavrıma aykırı bulduğum yaşlardan evrilmeye başlayıp kendimi daha büyümüş de küçülmüş yıllarıma taşırken, ve bu açılım esnasında öncelikle Caz'a dümen kırmaya başladığımda, yaptıkları füzyonla Yavuz Aydar'ın efsane programı Stüdyo FM sayesinde gündemimde yer bulan grup, çok doğal olarak da etrafa caka satabilmenin mihenk taşlarından biri olmuştu.

Duydum ki; dün ve önceki gün İstanbul Jazz Center'da iki konser vermişler... Bu haberle akıl defterimden çıkan grubun albümlerine gidince ellerim, gönlümde doğal olarak kaydı o yıllara...

Kendilerine özel bir soundları vardır onların. Jay Beckinstein'in saksafonu alır götürür sizi Caz'dan Funk'a oradan R&B'ye ve Pop'a... Temel anlamda ve genelde bir Pop Jazz çizgisine oturtulsa da grup, benim için Spyro Gyra(spayro Cayra) müziği Spyro Gyra müziğidir. Özgündür. Bir kalıba sokulamaz ve başka türlü tariflenemez diye düşünürüm kendimce.

Onları dinlerken bazen, birbirinin benzeri şarkılar duygusuna kapılabilirsiniz dinlediklerinizin. Hatta dinlediğinizin asansör müziği olduğunu düşünüp burun da kıvırabilirsiniz. Dedim ya, Spyro Gyra müziği öyle bir füzyondur ki; her bir parçanın neresinden bakarsanız orasını görürsünüz.

20 milyondan fazla albüm satmış, 7 Grammy ödüllü Spyro Gyra: ömür boyu hiç sıkılmadan dinlenebilecek ve hiç eskimeyecek neşeli bir müziğin adıdır. Ve sanırım, müzik tarihinin en hatırlanacak ve izleri asla silinmeyecek gruplarından biridir. Bunlar onların yaptığı müziğin geniş kitleler tarafından sevildiği ya da sevileceği ya da bilindiği anlamında ortaya atılan iddialı cümleler değildir. Ama müziğe gerçek anlamda ilgi duyan herkesin haklarını teslim edeceğine olan güvenle, onların müzik adına ortaya koyduğu katkıya, emeğe ve samimiyete duyacağı saygının sözcükleridir. Bende çok özel bir yeri vardır üç şarkılarıyla tanıtmaya çalıştığım grubun; ruhumun ve kendimin büyümesine yaptıkları katkılardan dolayı...

De La Luz

Morning Dance

Funky Tina

Brubaker

Amerikan Sineması'nın, sosyal sorunları yansıtan filmleri bile; aksiyonu, gerilimi, kısaca sinemanın ilgi çektiren klişelerini kullanarak anlatma tarzının iyi örneklerinden biridir Brubaker...

Filmin özellikle yeni izleyecek olanlarda (sonradan çekilmiş olmalarına rağmen) izledikleri bir çok hapishane filminin benzeriymiş duygusu yaratması olasıdır. Ama sinemalarda oynadığı yıl itibariyle çok ses getirmiş, gerçek bir olaya dayalı bu film özellikle, öykünecek kadar çok sevdiğim film karakterlerinden biri olan idealist cezaevi müdürü Brubaker'ın, cezaevi koşullarında insan onuruna yaraşır, insan haklarına saygılı iyileştirme çabalarının yanısıra; genelde politikanın, statükonun bozulmasına izin vermeyen dirençleri ve oyunlarıyla mücadele etmek zorunda kalışını da anlatır.

Filmin finalinde binlerce mahkumun, aynı ritmde ve gittikçe yükselen bir sesle alkışlayarak onu uğurlamaları; tüyleri diken diken eden, çok dramatik, hüzünlü, gidene duyulan saygıyı derin bir sevgiyle ifade eden çok güzel, ama çok güzel veda sahnelerinden biridir sinemanın...

Aslında film; suç ve ona verilen cezanın boyutlarını, sistemin zaten yasalarla cezalandırarak mahkum ettiklerinin cezaevi koşulları içinde ekstradan ve onurlarını ellerinden alır düzeyde hırpalamasının ne kadar adil ve medeni bir tavır olduğunu sorgularken, politikanın muhafazakar kanatları için mahkum özelinde insan değerinin ne olduğunu da ortaya koyar.

Sıkı bir sistem eleştirisi yapan filmin oldukça da ilginç ve heyecanlı bir başlangıcı vardır. Ve bu heyecan film boyunca sürer. Bulunabileceği konusunda şüphelerim olan bu film, eğer bulunabilirse, haftasonu için muhteşem bir seçim olabilir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP