20 Ekim 2009 Salı

Ölüme Bakıp Sıtmaya Deniz Baykal'a Bakıp Tayyip Erdoğan'a Razı Olmak...

Kendileri, zaten bugüne kadar elini sıcak sudan soğuk suya vurmamış, riskten hep uzak durmuş bir zat-ı muhterem olarak, ülke tarihinin en önemli süreçlerinden birinin yaşandığı şu zamanda bile -benim için hiç de sürpriz olmayan bir davranış ortaya koyarak- one man show'una devam ediyor ne yazık ki... Ve ne yazık ki muhalefet olmayı, tıpkı okul münazarasında tartışılan bir konunun taraflarından biri mantığıyla hareket etmek sanıyor. Çok uzun yıllara dayalı acıların sonlanmasına yönelik böyle bir süreçte oturup görüşlerini sunmak varken, ülkenin tüm kesimlerinden kişilerin katılımıyla toplantılar düzenleyip o toplantılarda olgunlaştırılmış görüşleri gündeme sunmak varken... Beğenmediği çözümlere alternatif çözümler sunması gerekirken... O hala tüm sorumsuz insanların kolaycılığıyla ve kendince uyanıklıklarla laf salataları yaparak siyasi rant peşinde koşuyor. Yıllardır üzerine giydiği siyaset uslubunun bir işe yaramadığını fark edememiş olmasına ben şaşırmıyorum. Çünkü biliyorum ki onun bir aynası var ve o aynasına her baktığında aynası ona senden büyük yok diyor. Ayna arada bir senden büyük şu var dediğinde de o kişi zaten yok ediliyor.

Milyonlarca insanın umutlarının ve parti aşkının üzerine konup iktidar olmak çabası ve derdi olmadan, hiç sorumluluk almadan, kendine ve keyfine göre siyaset eğlenceleri yaratarak yan gelip yatmanın güzel bir örneği olarak gömülecek kendisi siyaset tarihimize bunu biliyorum.

Şu süreçte, ülkenin en önemli sorununun konuşulmasını bile; tüm aciliyetini ve önemini bir kenara bırakarak, siyasi rakip olarak gördüğü kişiyle televizyon kameraları önünde teke tek bir maça çevirip oradan, siyasi bir rant ve keyif çıkarma arzusuna da ülke adına acıyorum. Ve ne yazık ki bir sol partinin öncelikli derdi olması gereken konulardaki adımları öyle ya da böyle, solcu olmayan biri atıyor. Ve bir şekilde bu sürecin bir kenarından bir çok kesim tutmuşken , sürecin insiyatifini tutan ve sürükleyeni olması gereken sol(!) lider yine balta oluyor. Ve ne yazık ki her seferinde de golü yiyor. Bunu sandıklar hep söylüyor ama o grup toplantısındaki alkışları seviyor, ondan ötesini de duymuyor. Çünkü dünyası o kadar küçük. Kendi de demeye dilim varmıyor yaşına hürmetimden dolayı.

Bizim yakışıklı genç lider(!) sürekli tekrar eden zeka yoksunu, kıt akıllı siyaset uslubuyla peynir gemisi yürür sanıyor. Gerçi onun gemisi yürüyor. Sabah sporunu yapıyor, havuç suyunu içiyor, sonra şahane makam arabasına binip beş yıldızlı otel tadındaki genel merkeze geliyor ve kaptan köşkü kıvamındaki odasında değişmeyen kahve arkadaşlarıyla günlük hoşbeşini yapıyor.

Sonra en sevdiği mesaisi başlıyor. Grup toplantıları dahil her mekanda; değerli arkadaşlarım cümleleri ve boğaz temizleme efektleri eşliğinde, vurgularla beslenen değişik tonlamalarla, ve ne büyük bir hatip olduğunu göze sokan teatral jest ve mimiklerle desteklediği polemikten öte gitmeyen, en ufacık bir katkı ve fikir içermeyen, çözüm sunmayan pek sevdiği demogojik konuşmalarını yapıyor.

Sonra evine gidip -kendi ifadesiyle- herşeyi unutuyor ta ki, ertesi sabah ki one man show'una kadar... Ve o, mutluluğuna mutluluk katıp vaktini keyif içinde kendini eğlendirerek geçirirken, olan ülkeye ve hala varsa ona umut bağlayanlara oluyor. Ve çok yazık oluyor!

18 Ekim 2009 Pazar

Akdeniz'den Yola Çıktım Nerelere Nerelere Vardım!

1992 yılında En İyi Yabancı Film Oscarı'nı almış olan Akdeniz: savaş karşıtı bir tavır ortaya koyan eğlenceli bir İtalyan filmi.

Şahane Akdeniz görüntülerine sahip film; bir grup İtalyan askerinin çıktıkları Yunan adasında yaşadıkları keyifler üzerinden ve halkların kardeşliğine vurgu yapan diyaloglarıyla bu anlamda mesajlarını hoş görüntüler eşliğinde başarıyla veriyor.

Filmi izlemeye karar verir ve izlerseniz; başladığı ilk andan itibaren büyük olasılıkla Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'yle benzeştireceksiniz. Aslında temel hikayesi çerçevesinden bakıldığında olay yeri, askerler ve kasaba halkı ilişkileri oldukça benzeş. Ama bu film içinde mizah barındırıyor olması, savaş karşıtı söylemlerin yer aldığı felsefi derinliği olan diyaloglarıyla ve üstlendiği misyonla birlikte o filmden başka bir kulvara doğru yürüyor. Ve çekilme tarihi itibariyle Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'nden önce olması sebebiyle de en fazla romandan etkilenmiş olabileceği ihtimali söz konusu edilebilir; eğer illa da eleştirel bir bakış gerekirse... (edit: ki bu da mümkün görünmüyor, son araştırmalarıma göre kitap da bu filmden sonra yayınlanmış)

Aslında bu film üzerine bir yorum yazmayı düşünmemiştim. Ama son günlerde gündemi fazlasıyla meşgul eden TRT yapımı Ayrılık dizisine İsrail'in gösterdiği tepkiyle birlikte ortaya dökülen hükümet, TRT'den sorumlu Devlet Bakanı, TRT Genel Müdürü, yazar çizer takımı ve dizinin yapımcısının görüşleri ve bu görüşlerin zeka yoksunu ve amigo ağızlarla ifade ediliş biçimleri ortalığı toz duman edince, bu filmi aşağıda sözünü edeceğim nedenden dolayı yorumlamak farz oldu.

Öncelikle kişisel olarak yapılanı şık bulmadığımı belirtmeliyim. Bu İsrail'in Gazze'de ya da başka yerlerde yaptıklarına karşı durmadığım anlamına gelsin de istemem açıkçası... Ki o olaylar esnasında yazdığım Değinmeler başlıklı yazımda, durumu kendi bakış açımdan oldukça detaylı yansıtmıştım o günlerde....

Bu film ya da dizi özel televizyonlarda yayınlansa ya da özel kişiler tarafından yapılmış bir sinema filmi olsa yine de sorun etmez, demokrasinin gereği bir tavır olarak bakardım. Ama devletin daha doğrusu ülkenin resmi yayın organının böyle bir yayın yapması ve bunun halkın isteği ve görüşlerinin bir yansıması olarak duyurması kaçınılmaz bir biçimde halkın hangi kesiminin sorusunu getiriyor akla...

Yani işin özü devlet televizyonunun bir siyasi tavrın aracı olarak kullanılmasını, Türkiye gibi önemli bir devletin dış politika üslubuna yakıştıramıyorum. Özellikle devlet katından ortaya koyulan karşı tavrın ve politikanın daha zekice, daha şık ve daha düzeyli olmasını beklerdim. Bu olaydaki gibi kendi tribünlerine oynayan, son derece ideolojik bir bakışın abartan kışkırtıcılığı ve hıncıyla; ve 'keser döner sap döner gün gelir hesap döner' lafının çokça geçerli olduğu dış politikada hiç olmaması gereken, son derece umursuz bir pespayelikle değil... Üstelik bir filmin (Gece Yarısı Ekspresi) çizdiği imajla yıllarca uğraşmış bir ülke olarak duracağımız yeri ve böyle ucuzluklara başvurmamayı en iyi bizim bilmemiz gerekirken...

Siyaset bir halka karşı ve onun duygularını rencide edecek bir üslupla yapılmamalı. Siyaset siyasetçilere karşı olmalı.

Bütün bu yazdıklarımla bu film ne alaka noktasına gelirsem, olayımız şudur: Muhtemeldir ki ülkede pek izleyici bulmamış ve dolayısıyla devletimizin gözünden kaçmış bu filmin(Akdeniz) bir sahnesinde İtalyan gözcüler bir geminin yaklaştığını işaret eden fişeklerini atarlar. Telaşlanan askerler ve ada halkı sonunda bunun Türkiye bayraklı bir küçük motor olduğunu fark ederler. Filmi izlerken siz Yunanlıların ve İtalyanların birbirlerini aynı ve kardeş görmelerinin yansıması olarak bu Türkün de, o üçgene yani Akdenizlilik haline ve kardeşliğe ortak edildiğini düşünürsünüz (elinizdeki reçete de filmin savaş karşıtı olduğu yazmaktadır ya, dolayısıyla yaklaşımlarının asla ırkçı olmayacağı duygusu yer etmiştir algınızda)...


O gece son derece dostane bir şekilde güle oynaya, çala söyleye, Aziz adlı bu Türk'ün getirdiği türlü türlü uyuşturucuyla keyiften keyife geçilir. Ertesi sabah, bu Türkiye bayraklı Türk motorunun Türk kaptanı Aziz, adada uyuşturucuyla uyanamaz hale getirdiği herkesin neyi var neyi yok çalar... Valla her ne kadar böyle Türkler var desem de, uyuşturucu dünyasındaki tartışılmaz liderliğimizi bireysel bazda kabul etsem de bunları bir filmde izlemek kanıma dokundu açıkçası! Üstelik de bunu bir ülkenin devlet televizyonunda izlememiş ve onların politikacılarının siyasi sorumluluklarını: halkımızın bakışı bu diye adreslememiş olmalarına rağmen...

Bu yazı vesileyle de bu filmi değerli devlet büyüklerimize sesimin yettiğince ihbar ediyorum. Acilen acımı dindirsinler! Ülke namusumuza sürülen bu lekeyi tez zamanda temizletsinler. Çünkü ben istiyorum. Ben halkım ya!

Hani mesela bir kısım halkımız Darfur içinde sesini yükseltmişti! O pek duyulamamıştı galiba... Üstelik son söylemlerden yola çıktığımızda TRT özerkti ve ülkemizde sansür yoktu!

Bu askerler Amerikalı ya da Alman ya da Rus ya da Fransız olsaydı mesela; aynı kelamları ederler miydi ki devletimizin büyükleri acaba? Ya da dilim hiç varmıyor ama bir devletin televizyonunda bizim güneydoğu bölgemizdeki insanlara yapılanlar üzerinden bir film yayınlansa ne olurdu ki halimiz?

Ha birde! İğneyi kendine çuvaldızı ele batır mıydı ki o atasözümüz?

Seçim?


Böyle zamanlarda hayal etmeye devam etmek ve hayatta kalmak için en iyi yol kaçmaktır.

Henry Laborit



Görseller: Videlec.org

16 Ekim 2009 Cuma

Yukarı Bak

Aslında planımız bir türlü denk getiremediğimiz Buz Devri 3'ü izlemekti. Dün Tırtıl'dan gelen telefon, filmin hala vizyonda olduğu ve bugün 14.30 da izleyebileceğimiz üzerineydi. Dolayısıyla okul çıkışında buluşup filmin oynayacağını söylediği sinemaya gitmek üzere anlaşmıştık; emir demiri her zaman kestiği için de, öğleden sonra programımı emre göre düzenlemek durumunda kalmıştım üstelik...

Geçen hafta da Buz Devri 3 niyetiyle buluşmuş, ama saati denk düşüremediğimiz için bir kısmında uyuduğum Çizmeli Kedi ile yetinmiş, üstelik de sinemaya gitme işini cumalara değil cumartesilere bırakmak konusunda da; her seferinde sözler verilip alınmasına rağmen, onun tarafından tek taraflı iptal edilip uyulmayan diğer anlaşmalarımız gibi mutabakata da varmıştık.

Saat 13.15 de, önce bileti alıp sonra da biraz dolaşıp gelmek üzere sinemaya geldiğimizde, animasyon danışmanımız Tırtıl'ın daha önce sözünü ettiği ve beklediği Yukarı Bak'ın vizyona girdiğini ve seansında 13.15 olduğunu fark ettik. Üstelik de Buz Devri 3 ün vizyondaki son günü dünmüş. Hızlı bir kararla Yukarı Bak için biletleri alıp patlamış mısır ve kolaları film arasına bırakarak salona girdik ve filmi izlemeye başladık.

Filmin açılış sahnesinde; perdesinde, eski zamanlarda filmlerden önce gösterilen kısa haber ve spor görüntüleri akan bir sinema salonu olunca, Yukarı Bak beni orada içine çekti zaten. Ve film boyunca, tüm sinema tarihim ve heyecanlarım tek tek gözümün önünden geçti. En keyif alarak izlediğim filmlerden biriydi. Bu filme nasıl bir yorum yazabilirim üzerine kelimeler sürekli gelip geçti aklımdan. Sonra tüm bunları yazmaya kalksam, yine de filmin üzerimizdeki etkisini anlatayamayacağımı düşündüm.

Önce; daha önce yazdığım bir sinema yazısını* yeniden bloga koymaya karar verdim. Çünkü bu filmin bir yetişkinde bırakabileceği tadı ancak o yazı anlatabilirdi.

Şu ana kadar filmin içeriğinden bahsetmediğimi fark ediyorum, onları biraz sonraya bırakıp La Paragas animasyon danışmanı Tırtıl'ın listesinde, bu filmin birinci sırayı kaptığını öncelikle belirtmek istiyorum. İçinde; herkesin hayali bir şahane aşkı, birlikte yaşlanmayı, muhteşem bir aksiyonu barındıran -ki ben bile bir çok yerde bunun bir animasyon olduğunu unutup nefesimi tuttum - , şahane esprileri ve müzikleri olan çok ama çok keyifli bir film Yukarı Bak. İlk anından son saniyesine kadar nefesimi tutarak izlediğim, zaman zaman duygulanıp, zaman zaman heyecanlanıp, sıklıkla da tebessüm ettiğim, şahane bir sinema tadı aldığım filmin benim için de, Ratatouille'dan sonra izlediğim en iyi animasyon olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Filmin ana karakteri, daha doğrusu çıkış noktası olan benim macera defterim adlı günlüğün ikinci gösterilişindeki: bir ilişkiye duyulan saygıyı ve atfedilen değeri vurgulayan cümleye özellikle dikkat etmenizi öneririm. Evin halini daha doğrusu yolculuğunu gerçekleştiren balonların, bu yaz ufaklıklarla geyiğini bolca yaptığımız kendi evimizle ilgili bir hayalimizin yansıması olmasına çok da güldüğümüz Yukarı Bak'ın klişelerine takılmayın. Ve filmi oradan eleştirmeyin. Çünkü bu, henüz o klişeleri görmemiş olan çocuklara yönelik bir film ve aslında o klişeler de geçmişe saygı tadında, çağdaş, filmin içindeki diyaloglarda da göze çarpan jenarasyon farklılıklarının diliyle doğru orantılı ve oldukça esprili bir bakış...

Eğlenceli bir sinema günü için bu film - seçenek olarak- aklınızın not defterinde bulunsun... Ve mümkünse ıskalamayın.


*Hiç Bitmeyen Mutlu Bir Şarkı

Obama'nın Nobel Barış Ödülü




Geçtiğimiz yaz, Polonyalı misafirimizle ailecek yaptığımız sohbetlerden biri sırasında konu Atatürk'e gelmişti. Atatürk'ün yaptıklarını elimizden geldiğince objektif bir şekilde anlatmaya çalışıyorduk. Bir ilkokul çocuğu tarzında Atatürk'ün Türkiye'yi nasıl kurduğunu, düşmanları nasıl yendiğini falan anlattık. Araya da birkaç önemli sözünü sıkıştırdık: “Yurtta barış, dünyada barış” gibi...

Dünya tarihinin en dramatik ve nefret dolu savaşlarından birinde Yunanistan'ı yendikten sadece 10 yıl sonra, Yunan Devlet Başkanı tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildiğinden bahsetmemiştik bile.

Bunun üzerine sorduğu ilk soru: “Peki Atatürk Nobel Barış Ödülü aldı mı?" oldu.

Geçtiğimiz gece, A.B.D'nin en çok beğenilen talk-show programlarından “The Tonight Show with Conan O'Brien”ı izliyordum. Conan O'Brien, sözü bir ara Obama'nın Nobel Ödülü'ne getirdi. Obama'nın neden bu ödüle layık görüldüğü sorusuna Nobel Komitesi Başkanı'nın: “Nobel Barış Ödülü'nü aldı ya!” şeklinde cevap verdiğini söyleyerek, herkesi kahkaya boğdu.

Bu işin esprisiydi elbette; ancak daha sonra söyledikleri daha büyük bir ironiydi. Nobel Komitesi Başkanı'nın ödülün nedeni olarak kısaca: “Obama'nın dünyadaki gerilimi azaltmasını” örnek gösterdiğini söyledi Conan...

Demek ki Amerika, artık uluslararası camiada öylesine korkulan bir güce ulaşmış -ya da öyle bir güce ulaştığı sanılıyor- ki; Dünya'da gerilimi tırmandıran bir devlet başkanı görevi bırakınca yerine gelen yeni başkanın neredeyse hiçbir somut hareketi olmamasına karşın, bu konuda söylemlerde bulunması bile bu ödülü almasını sağlıyor!

Demek ki Nobel Ödülleri'nin dağıtılması konusunda, 80 yıldır fazla bir değişiklik olmamış...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP