15 Temmuz 2009 Çarşamba

Oy(u)nu/Yordum


Her kelimenin altı çizilmişliğini farketmek, güzelliktir...

Aslında, altı çizilmiş kelimeler: Hep anlaşılır ve nettir...

Bireyin bütün bu farkedişlere rağmen; kendi ezberlerinden, duygularından, çakmalarından, hesaplarından soruları, şüpheleri, sanmaları vardır.

Yaşanan her an gibi, söylenen her söze sahip çıkılmalıdır. Ve hiçbiri, bir diğerinden daha değerli de olmamalıdır.

İnsan durur bekler, hala ötekinden bir tavırdır bu beklenen... Beklenmeli midir diye sorulursa: Bazen, hakedene hak ettiği kadar...

Bir oyundan, oyunu kuran ''Ben çıktım, yokum artık'' derse... Öteki, ötekine saygıdan ve belkisinden bekler bir süre... Beklemelidir de!

Oyuna verilen değerden ve saygıdan en çok da ...


Bu görülmeli midir diye sorulursa; görülmelidir.

Oyun devam ederken rol yazmak birine, oyunbozanlıktır. Oyunu kurgulamak da oyun bozanlıktır. Oyun, içinde ''oyunlar'' barındırdığında güzel oyun olmaktan çıkar.

Ben yokum bu oyunda demek güzeldir.

Yokum/yoksun dedikten sonra ve sonlanmışken oyun; ve ''kenarda'' tutulan gidecekken bir başka oyuna; davet artık güzel değildir.

Saygı sadece bir kelime değildir; anlamını anlamlandıranın, anlamlandırdığı gibi...

Tavırdır.

Resim: Videlec Org.

Yastık?


Özlemek: Tek tek de çok anlamlı olan, ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de, aslında dibinde olmaktır. Hatta içinde...




14 Temmuz 2009 Salı

Kuma


24 yaşındayım ben. Evli ve çocukluyum. İki oğlum var. 24 yaşında bir kadınım ben. Akşam eve dönen kocama yemek yapar, çocuklarıma bakar, evimi temizler, geçiririm günlerimi. Henüz 24 yaşındayım ben…

Bir gün kocam…

- Gülsüm ben bir kadın daha alsam, sana kuma getirsem; ne dersin, ne söylersin?

-- Ne bilirim, sen öyle istemişsen ne diyebilirim?

- Gülsüm bir şey de hele, ne yaparsın bir kadın daha getirsem eve?

--Bir şey demem beyim, ne hakkım var?

-Gülsüm ben bir kız aldım, 18 yaşı, senin kuman Gülsüm…



Bütün gece sabaha kadar burnumun kanadığını hatırlıyorum, bütün gece sabaha dek uyumadığımı, gözlerimin kan çanağı olduğunu, çocuklarımın ağladığını, onlara bakacak kadar halimin kalmadığını hatırlıyorum. Alışmak senelerimi alıyor.

Şimdi seneler sonra, bir adamı bir başka kadınla paylaşıyorum.

Evimde bir başka kadın var. Evimde, o kadın soframa oturuyor. Evimde o kadına ait her şey var. Evimde bana ait olmayan bir erkek var, kocam.



37 yaşım benim... Adım Gülsüm.


Resim: Avni Arbaş

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Kirli Sırlar...


Kirli Sırlar, hakkında yorum yapan herkesi, kendi değerleri ve sinemaya bakışı anlamında haklı çıkarabilecek, üzerinde genel bir beğeninin ya da ortak bir bakışın sağlanamayacağı ender filmlerden biri...

Buradan bakıldığında, sadece kişisel anlamda bana hissettirdiklerinden söz edebilirim; ki bu, kimsenin (olumsuz) görüşlerini eleştirmediğim noktasında, benim lehime, yazdıklarıma iyimser ve anlayışlı bakışlar getirebilir (yani anarşist ve genele aykırı bir duruşum yok !)

Ben filmi sinemada kaçırmıştım. Ve yaklaşık iki yıl önce bir cumartesi öğleden sonrasında kolamı cipsimi yanıma alarak, evin sıcağına sığınmış bir halde izledim. Film üzerine okuduğum bütün yorumlar ve eleştirilerin yarattığı sıkılır mıyım ön yargısıyla elbette.

Ama tüm bu olumsuzluk havasının aksine, ben filmden çok zevk aldım. İyi oyuncular, iyi oyunculuklar, iyi bir kurgu, cumartesi dinginliğine yakışır bir ritmdi yakaladığım.

Ve bir örgütün oluşum sürecini, sıcak savaştan başlayan ve soğuk savaş döneminde ciddi anlamda kirli işler yapmaya devam ederek süregiden varlığını , onunla ilgili tüm yargıları ve tanıklıkları bir yerlere oturtmak adına edinilmiş bilgilere katkı yapan donanımlı bir senaryo; film içinde bir imge olarak sıklıkla karşımıza çıkan James Joyce' un okunabilirliği konusunda tartışmalı kitabı Ulysses' e latife yaparcasına bir tempo; ve özel bir sinema diliydi film boyunca tadını hissettiğim...

Sonuçta ne olursa olsun, bütün bu karmaşa ve devinimin içindeki unsurlardan en önemlisinin insan olduğunu vurgulayan, özel hayatlardaki ilişkilere ve sorunlara da göz atan, bu anlamda insanı zenginleştiren, ilişkilerin zaaflarını, iniş çıkışlarını, sorunlarını farkettiren; insanı, hem iş hem özel hayat anlamında sorgulayan şahane bir filmdi Kirli Sırlar...

Gizli servisler ve insan ilişkilerinin felsefi, siyasi ve ruhani halleri sizi ilgilendiriyorsa; ve bir filme emek vermeyi göze alıyorsanız, bu zeki filmi mutlaka izleyin.

Aradığınız yüksek tempolu, çatır çatır aksiyonu olan, sadece heyecanlanacağınız, düşünmeden, yorulmadan eğlenip vakit geçireceğiniz bir seyirlikse; asla izlemeyin!

11 Temmuz 2009 Cumartesi

NBA'de Yeni Moda HEDO!

Hidayet Türkoğlu sonunda Toronto'ya imzayı attı, 26 numaralı formayı giyip nba.com'a pozunu da verdi ve hepimiz rahatladık açıkcası. Şimdilik 26 numara; ancak, Toronto'nun resmi web sayfasının açılışındaki video'da 15 numara gözüküyor. 5 numaralı forma da gard Quincy Douby'de... Daha önce yalnızca 5 ve 15 numaralı formaları giydiği için, bu kadar detay aktarıyorum. Raptors bu kadar üzerine titrediğine göre Hido'nun, istediği forma numarasını da vereceklerdir muhtemelen.

İşin forma numarasından daha önemli bir başka boyutu da paraydı tabi ki. Hido'nun Portland'a kadar gidip daha sonra Toronto'ya imza atmasına neden olan faktörlerden biri yani.

Portland koçu Nate McMillian Orlando'ya kadar gelip Hedo'yla yemek yemiş ve onu görüşmek için Portland'a davet etmişti. Sonuç, hava alanında Portland Genel Menajer'i Kevin Pritchard'ın organize ettiği “Türkçe” karşılama törenine rağmen elden kaçan bir süperstar oldu. 5 yıl için 53 milyon dolarla 63 arasında, tam 10 fark var sonuçta...

Süperstar diyorum; çünkü, ne kadar kabul etmemeye çalışsam da, daha doğrusu milli duygularıma kendimi kaptırmamaya çabalasam da, Hedo bir Nba yıldızı. Bunu, transferinin nba.com'da ilk haber olmasından ve transferi için yarışan kulüplerden ikisi olan Miami ve Toronto'nun (ve tabi ki Nba'in) en önemli iki yıldızı Bosh ve Wade tarafından bizzat telefonla aranmasından sonra, tamamen kabullendim artık. Bu olayların en önemli yanı: Sahada başardıklarının, tüm Nba çevresince onaylandığının göstergesi olmaları şüphesiz.

Peki bundan sonra ne olacak? Bu sorunun cevabını da, Raptors'ın web sitesi veriyor. Anket sorusu: Hedo bu sezon ne yapar?

Şıklarsa: All-Star olur, takımın en skoreri olur, Play-Off kahramanı olur ve önemli bir ilk 5 parçası olur şeklinde. Herhangi bir şıkkı diğerinin yerine yazabilirsiniz yani! Hepsi aynı kapıya çıkacaktır: Geçen seneden kötü olmayacak Hedo için!

Bu senaryo bireysel açıdan geçerli tabi ki. Takım olarak Toronto'nun alması gereken çok yol var hala. 3 yıl önce uygulamaya koydukları Avrupalılaşma serüveni pek de iyi sonuç vermedi. Geçtiğimiz sezon 5. sıradan Play-off yapıp Orlando'ya elenmişlerdi. Bu sezon başı yılın koçu ödüllü Sam Mitchell'la yollarını ayırdılar ve takımın başına Nba tarihinin ilk Kanadalı koçu olan eski Fenerbahçe oyuncusu Jay Triano'yu getirdiler.

Koç ve oyun sistemi hakkında bir şey söylemek için erken; ancak halen kadroda bulunan 4 Avrupalı(Jose Calderon, Ukiç, Bargnani+Hedo) ve Avrupa basketbolunu iyi bilen A.B.D sınırları dışından bir koçla, neo-Avrupalılaşma'nın hakim olabileceğini tahmin etmek mümkün. Bu sistemin, Orlando'nun uygulayıp başardığına ne kadar yakın olacağını belirleyecek bir numaralı faktörse hiç şüphe yok ki Mr. Fourth Quarter (bay son çeyrek) Hedo olacak. Yani bu işi Nba'de en iyi bilen adam!

10 Temmuz 2009 Cuma

Gerçekliğin Ötesinde, Gerçeğe Aykırı, Ezber Bozan Zamanlar... 1.Bölüm

Balkon.

Bir oval masa...

İki sandalye: Oyun seslerinin yankılarını sabaha, hatta öğlene, hatta akşam üstüne bırakmış oyun sahasına, hatta bütünüyle yaşama dönük.

Kadın, adam, sesler, binalar, gökyüzü...

Yağmurun sesi sicim sicim...

Kadın aniden kalkıp sırtını dönerken ufka, yağmura ses oluyor: '' Lütfen beş dakika daha...''

Kadın girerken içeri, yağmur bir doz artırıyor şiddetini...

Adam, artık hızla işleyen zamana bakarak bekliyor...

İçeriden gelen müzik yağmura, bir de hüzüne karışıyor; ve çok, ama çok zamanlara doğru uzuyor...

Yağmur ve tesadüf üzerine konuşuyorlar; gözlerinin sesiyle, senli benli....

Adam kadına dönüp, iyice yaklaştırıyor sandalyesini... Bacağının sağda olanını masanın altından uzatıp kadının sol bacağının üzerine sarmalıyor... Gözlerinin kucağında kayboluyor.

Gecenin bir vakti, bir bar... Latin sokakların terinde bir bar.

Karanlığın varoşu, ıssızı, ama ıpıssızı bir bar...

Öyle bir bar ki, ayışığı tahtaların arasından sızamayıp, dışarıda kalıyor.

Bir mum yanıyor, bir metre kadar uzağa düşen masada; ki yaklaşık otuz santim genişliğinde, yüksek, ince ve uzun...

Belli ki, barın saati gelmemiş henüz...

Adam gelip tam da o masanın kapıya bakan tarafına oturuyor.

İçerde bir tek bir kadın var; uzun barın arkasında, içki şişelerinin ve bardakların önünde...

Usul bir vantilatör serinliği eşlik ediyor ıssızlığa.

Kadın iki büyük ve konik bardak alıyor barın üzerine... Büyükçe!

İçine nane yaprakları çıkarıyor dolaptan, soğuk ve taze...

Sonra, iri limon parçalarını... Sonra, esmer ve toz şekerleri.

O an, tahta aralıklarından dışarının masmavisine bakan adam dönerken masasına. Barın sahibi kadın da, içine küçük bir ezecek koyulmuş bardakları uzatırken önünden geçen adama... Ses oluyor: ''Limonları ezer misin?''

Adam, nane yapraklı, ama taze ve soğuk nane yapraklı bardaktaki limonları, usul dokunuşlarla eziyor...

Barın sahibi kadın, küçük bir tabağa ip iri, ipkırmızı kirazlar koyuyor; soğuk ve taze.

Göz ucunda parmakların ritmi, düşünden şunu düşünüyor: ''Bu adam, evet bu adam sevişmez!''

Kiraz konmuş tabağı, yine soğuk ve taze nane yapraklarıyla süslüyor... Öylesine ama! Özenle... ''Bu adam var ya bu adam; sevişirken bile sever'' diyor, son iç çekişinde ...

Adam limonlarını ezdiği esmer şekerli, taze ve soğuk nane yapraklı, irice ve konik bardakları barın üzerine bırakıyor; donuk ve silik, ve hatta hüzünlü bir heykel gibi.

Barın sahibi kadın, kahretsin tadında bir varlıkla, küçük bir şişedeki votkaları pay ediyor; iki büyük, konik, taze ve soğuk nane yapraklı ve buz ilaveli bardağa...

Sonra bir şişe soda açıyor; ve bardaklardan birine koyuyor sodanın çoğunu...

Diğer bardağa, çok az kalan sodayı ilave edip ikinci şişe soda için dolaba yöneldiğinde, gözlerinde yokluğun isyanı yankılanıyor.... ''Kahretsin!'' diyor havadaki ses...

Ama!

Sanki!

O az evvelki heyecan yitmiyor, ya da izin bulamıyor yitip gitmek için... Barın sahibi kadın bu kez, iki bardaktakileri bir bardakta topluyor. Bardak önce senli benli oluyor, sonra yine iki bardakta tek.

Barın sahibi kadın, kenara ayırdığı bir kaç kirazı alıyor; özenle ve bıçakla çekirdeksiz parçalara ayırıyor. Tıpkı, adamın az önce taze ve soğuk nane yapraklı ve esmer şekerli konik ve büyük bardaklardaki limonları ezmesinin tadıyla; kiraz parçalarını bardaklara pay ediyor.

Adam barın kapıya bakan tarafında, kocaman, ama dışarıya karanlık bir pencerinin önünde, yüksek bar taburesinden bakıyor.

Barın sahibi kadın elindeki içkilerden birini adamın önüne bırakıyor... Diğerini de adamın bir karış karşısına ve kendi önüne.

Şimdi sahne şu: İp ince bir masanın iki yanında yüksek bar taburelerinde bir adam ve bir kadın. Ama? Evet evet... Kadın ama ne kadın, adam ama ne adam kıvamında bir kadın ve bir adam.

Barın sahibi kadın bayağı zekice, biraz duygu yüklü, biraz meraklı ama en çok da hakim bir edayla adamın donuk, hüzünlü ve utangaç haline dikip bakışlarını: Barı yeni açtığından, daha doğrusu açmaya çalıştığından falan söz ediyor. Adam heyecan ve utangaçlık yüklenmiş bir sesle konuşuyor: ''Bu gece'' diyor, ''Kimseyi almamanız mümkün mü?'' Kadın, birikmişliğin, hüznün ve olmuşluğun bakışıyla, ''Olur!'' diyor; gülümsemesine biraz çapkın, bir oyun keyfinin sağa çıkıntı yapan dudak hareketini usulca ekleyerek.

Adama soruyor barın sahibi kadın: ''Yalnızsınız?''

Adam bakışlarını kadının gözlerinden kaçırmadan, utangaç ama oyuna ortak bir ses tonuyla, sessizce; ama bakışlarıyla bağırarak: ''Hayır!'' diyor...

Barın sahibi kadın konuşmanın ve oyunun inisiyatifini ele almış olmanın keyfiyle, gözlerini hafifçe boşluğa savurup, sonra adamın taaa içine kadar bakar bir girişkenlikle, ''Hımmm!'' diyor...

Ve çok lezzetli, çok zekice, ama bir o kadar kışkırtıcı bir oyunun başladığının habercisi bir gong çalıyor, barın sessizliğine...

Adam masanın öte tarafından kafasını eğiyor masanın üzerine doğru... Barın sahibi kadınla çok yakın şimdi. Hatta yüzyüze... Öyle bir yüzyüzelik ki bu: En mert, en kışkırtıcı, en cesur bir oyun için bütün kalleş silahlar soyunulmuş, sadece aklın, anıların, duyguların ve en çok da zekanın içinde olacağı bir meydan muharebesinin - yok yok bu yakışmadı- bir keyifli düellonun habercisi bu an: Kelimenin tam anlamıyla bir nefesin nefesimde olma hali gibi şık, temiz ve kışkırtıcı...

Barın sahibi kadın adamın yüzünde ve hatta nefesindeyken, yakaladığı tebessüme bakarak soruyor: ''Ne?''

Adam en kışkırtıcı, en oyunbaz bakışın gülüşünü sesine yüklüyor ve yanıtlıyor: ''Ne, ne?''


Sonrası...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP