19 Aralık 2008 Cuma

Radara Gir ki Görem...

Önsöz

Uzun yıllar sonra içimizden biri, geçenlerde radara yakalanınca, şu anda ikimizin arasındaki bu durumu bebeler, özellikle sırık bebeler duyduğunda maskaraları olma ihtimali söz konusu olduğundan, şanlı geçmişten bir hikayeyi yazmak elzem oldu. Bir bölümde tamamlanması mümkün olmayan bu konuyu, kalabalık ailenin bebelerinin ilerde gurur duyacakları bir belge olarak tarihin tozlu raflarından alıp günışığına çıkarıp sonsuzluğa bırakıyorum.

Sorun ve üzerini kapatmaya çalıştığımız şey radara yakalanmaktan ziyade yakalanma hızındaki komik değer olduğundan, şanlı tarihten bahsederken, özellikle bu rezalete neden olan kişi ile ilgili olarak, tarih yazmanın ön şartı olduğundan ufak çapta bir abartı kullanılmıştır.

Radarsal tarihe giriş:

Yıllar önce bir akşam sofrasında kız kardeşim kendi harçlığına kıyamadığı için üstünü kapatamayarak cesur bir kararla benim tüm dalga geçmelerimi göze alıp, (ki bu cesaretini yiğidenin hakkını yiğideye ver sözüyle içimden teslim etmiştim) sabah okula giderken radara yakalandım deyince: ''Ne salaksın ya her gün aynı yolu gidiyorsun, o radarın nereye kurulduğunu biliyorsun ve keklik gibi yakalanıyorsun,'' deyip, lafı orada da bırakmıyarak, sofraya oturana kadarki sürede makinada yanlış ayarda yıkanmış yün kazak kıvamına getirmiştim onu...

En küçük kardeş daha emekleme döneminde babanın ve ehliyet yaşına gelmemiş benim yanımda "araba kullanmak nasıl bir şeymiş" gözlemleri yaparken, yürümeye başlamayla birlikte oyuncak arabaları bırakıp normal arabayla bahçe içinde ileri geri yaparak staj aşamasına geçtiği, "Arkadaş siz tosbağa hızında gidiyorsunuz, ben lisansımı dikiz aynasında ve önünde araba görmeye tahammülsüz abimin yanında yapacam" deyip yan koltuğa yapıştığı, kız arkadaşlarımla buluşmaya gideceğim zamanlarda da ancak odaya kitletip tüyebildiğim yıllar yani...

Bütün bir akşam nasıl radara yakalanırsın geyiğinin ertesi sabahı şehire inecek anne, babanne kim varsa arabaya doldurup yola çıktım, ki farkettiğimde işi işten geçmiş, ayağımı frene koyup iniş hızına geçebilmemle- o gün büyük bir sürprizle, ki asla iki gün üst üste kentin aynı noktasında ve aynı saatte durmadığını bildiğim ve manalı bir şekilde gülen yüzlerle "günaydın," diyen polislerin önünde ancak durabilmiştim. "Alma mazlumun ahını ya da gülme komşuna gelir başına"nın doğruluğunun bir kanıtı gibi duran bu anda, bazı yakınlarımızın statülerinden güç alarak polisle dik dik konuşmama rağmen bir faydasını göremeyip, uygun rakamların yazılı olduğu makbuzu elime almıştım.

Tabii o günün akşamında eve benden önce dönen değerli büyüklerim sayesinde haberi benden önce gittiğinden, kapıyı ağzı kulaklarında açan kızkardeşi görmek vücut kimyamı bozsa da, her koşulda suyun yüzünde kalmayı beceren ben; yakaladığı bu anı doya doya yaşasın diye sessiz ama ben sana sorarımcı bir gülümsemeyle içeri geçtim.

O lezzetli sofrayı; "Lan tosbağa hızında gidip radara yakalanıyosun, sonra kullandığı araba yüzden başlayan birine laf söylüyosun, zaten ben radar takıyo olsam aman yakalanmim hızında gider, yakalanırsam da aptallığıma yanardım. Ben otorite tanımıyorum bilmiyo musun, tırsısam anarşist olmazdım." gibi veciz sözlerle tatsız bir hale getirmeye başlamıştım ki, sansür bipine takılmadan masaya düşen "anarşist" sözcüğü yüzünden daha ağır ve kaliteli cümlelere geçemeden, okul bahçesine girmiş dipçik atan jandarmadan, polis copundan bile acıtan anne ve babanne salvolarını karşılamak söz konusu olmuş; çok cephede çatışmaya alışmış, bundan da zevk alan biri olarak, sadece onların yüreklerindeki endişe yüzünden beyaz bayrak çekmek zorunda kalmıştım. Çünkü ülke şartları çetin anne baba yürekleri dağlı yıllardı...

devamı...

18 Aralık 2008 Perşembe

Ara Sıcak...


La Paragas magazin servisi olarak çok sevdiğimiz okuyucularımızdan ülkemizin güzel sahil şehirlerinden birinde yaşamakta olan kızı kadar güzel, cimcime, inlerinize girmeyi başarma konusunda tatlı dilli, biraz meraklı Melahat, ruhuda kendi gibi güzel, bütün bu özellikleri yüzünden çok da sevdiğimiz bir kardeşimizin bir konuyla ilgili merak ettiği soruların yanıtlarını almak için bazı kapıları kurcaladığı, böyle bir çaba içinde olduğu istihbaratlarını da almış olduğumuzdan, onu fazla merakta bırakmamak adına, bir de kendisini gerçekten çok çok da sevdiğimizden, merak edilen olayın tarafıyla bir konuşma yaparak ulaştığımız bilgileri kendisiyle paylaşmak istedik.:))

Bu değerli okuyucumuzu daha doğrusu kardeşimizi merakta bırakan soruları söz konusu yazıların sahibi yazarımıza sorduğumuzda kendisi: ''Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kız, zamanı eskimiş mektubun satır aralarında kalan kadın ve Tereza olarak bahsedilen kişilerin aynı insan olup, onunla bahsedilen zamanda süregiden bir beraberliğin farklı evreleri anlatılmaktadır'' demiş, sözlerini ''Varolmanın dayanılmaz hafifliğinde onu tanımadan önce benim algımda oluşmuş bir imaj ve ben, 'Zamanı Eskimiş Bir Mektubun Satır Aralarından' adlı yazıda, bir öfkeye teslim ettik herşeyiden dört ay sonra ilk kez onunla karşılaştığım bir an, 'Dün' adlı yazıda ilişkinin içindeyken benim gözümden hissetiklerim, 'Bir Tabloyu Oluşturmak' yazısının 'Bu Bir Şükran Yazısıdır' bölümünde, benim gözümden niye o benim için çok değerliydi ve 'Bugün Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kızla Karşılaşınca' yazısında da onun bütün bir yaşamım içindeki yeri ve ondan sonrasında hissedeceklerime dört yıl önceden bir bakış anlatılmaktadır'' diye tamamlamıştır.

Yine okuyucumuzun, yazılarındaki coşkudan hissederek vardığı bir yargısıyla ilgili yeni bir şey var mı sorusu da o anda çalan, belki de sizin şu an dinlemekte olduğunuz şarkıyı bize verilmiş bir mesaj olarak algılayıp bundan aldığımız cesaretle yazarımıza yöneltilmiş, (ki biz de bu durumu merak etmekteyiz) yazarımız bu soruya tebessüm ederek, sorunun asıl kaynağını hissettiği için bir karşı soruyla yanıt verip, üstelikte ''oğlum sizin satmak için az sonra diye bir iş gerçeğinden hiçmi haberiniz yok'' diye magazincilik dersi vererek bizi de diken üstünde bırakmıştır.

La Paragas magazin servisi olarak konunun takipçisi olduğumuzu, herhangi bir kanıta ulaştığımızda, bu işten sorumlu paparazilerimizden ya da uluslararası ajanslardan herhangi bir haber ya da görüntü bize ulaştığında bunu paylaşacağımızı belirtir; bu değerli okuyucumuz, güzel (ama harbiden güzel) kardeşimize sevgilerimizi sunarız .

La Paragas Magazin Servisi

17 Aralık 2008 Çarşamba

Salkım Hanımın Taneleri



Salkım Hanımın Taneleri: Tomris Giritlioğlu'nun başarılı oyuncu seçimleri, dekorun, mekanların, ışığın kusursuz kullanımı, üstün oyuncu performansları ile Türk sinemasının dönem filmleri içindeki en başarılı örneklerinden biridir.

2. Dünya Savaşı sonrası; biraz da sermayeyi Türkleştirme çabalarıyla azınlıkların ötelenmesi mantığı üzerine kurulu varlık vergisi uygulamasının etkilerinin, bir gayrimüslim aile üzerinden anlatılmasıdır.

40'lı yılların ilk yarısında İstanbul’daki ticaret sermayesinin el değiştirmesini, bu süreçteki ahlaki ve kültürel yozlaşmayı, siyaset ekonomi ilişkilerinin imtiyaz sahibi olmayanları etnik dayanaklarla ayrıştırmanın yanı sıra bunun da ötesine geçip, temelde siyasi ayrılıklar üzerinden karşı görüşlüleri nasıl ötekileştirdiğini anlatır. Ülkenin çok önemli bir dönemini çok başarılı bir biçimde anlatan film, ne yazık ki kendi tarihine eleştirel bakmayı beceremeyen, hamasete dayalı kör bir milliyetçiliğe kurban gitmiştir..

Yılmaz Karakoyunlu'nun dönem üzerine yazdığı bir romandan yola çıkılarak çekilen bu başarılı uyarlama; üzerindeki her türden görüşün tartışılmasıyla ülke tarihinin önemli bir sürecinin fark edilmesi ve anlaşılabilmesine olanak sağlayacakken, siyasetçilerin büyük millet meclisine taşıyacak kadar ileri gittikleri kısır tartışmalarına ve inkarcı geleneğimize kurban edilmiştir.

Oysa film bütün öyküsünü kışkırtıcı ve taraf bir tutum sergilemeden, insan hikayeleri üzerinden naif bir anlatımla ortaya koyar. Türk sinemasının en güzel oyunculuklarının sergilendiği bu film: Bu başarılı performanslar sayesinde ve etkili diyaloglarıyla sanki hayatımızın kenarında bir hikayeye tanıklık ediyormuşuz duygusu yaşatır. Geniş bir yelpazedeki farklı sosyal ve etnik kimliğe sahip insanları, çok iyi seçilmiş karakterlerle örneklemeyi başarır .

Bu filmde sanki herkes başroldür: Zafer Algöz, Uğur Polat, Güven Kıraç, Kamuran Usluer, Zuhal Olcay, Hülya Avşar, Derya Alabora, Nurseli İdiz olağanüstüdürler... Sarı gelini hem Ermenice hem Türkçe söyleyen Yavuz Bingöl yorumu gözlerinizi yaşartır, muhteşemdir.

Film bütün bu dönem fonunun ötesinde, içindeki insan öyküleri, gelenekteki aksaklıklar ve karakterlerin psikolojik derinliklerinin olağanüstü anlatımıylada öne çıkar... İzlememiş olmak ciddi bir kayıptır.

16 Aralık 2008 Salı

Elimde Kahve Kokusu Haber Okurken, İki Çift Laf Edesim Geldi...


Seviyorum bu ülkeyi... Sürekli insanın fikri zenginliğine katkı yapan, bir sürü sosyolojik anlatılar içeren kitapta rastlayamayacağınız kadar farklılığı bir günün içinde bulabileceğiniz zenginlikte bir ülke olduğu için...

Sabah elimde kahve kokusu gazetelere göz atıyorum...

Farklı mecralarda kendi çaplarında örgütlenmiş, hatta terminolojileri seçkincilik karşıtı söylemlerle dolu olduğu halde seçkincilikten kurtulamamış, anlı şanlı, popüler kültür karşıtı gibi gözüken ama kendi mecraları ve yaklaşımları yüzünden medyatik ve popüler olan insanlar güruhunun, her zamanki popüler ve saman alevi çıkışlardan birini yaparak ve üstelik kendilerini her zamanki gibi toplumun diğer katmanlarından, "onlar cahil, bir sürü bilmezler ve güdülenler" mantığıyla soyutlayarak,''1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı ‘büyük felakete’ duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum'' sözleriyle vücut bulan özür haberine takılıyorum.

Meselem özür dilenmiş olması değil, tavrın toplumda varolan yanlış algılamalardan kaynaklanan ön yargılarla oluşturacağı kutuplaşma ve refleksler. Daha önce benzer özelliklerde bir çok imza kampanyasında gördüğümüz, ama onun dışında toplumu bilinçlendirme konusunda çabalarına tanık olamadığımız bu seçkinci ve samimiyetsiz insanlardan biri büyük iddialarla girdiği seçimde; samimiyetsiz, halktan kopuk ve tepeden bakar tavırları yüzünden kıç üstü oturmuş olmasına rağmen bunlardan ders çıkarmayıp, içtenliğin ve samimiyetin sıcak elinden yine tutmayarak, bu tavrın inandırıcılığını ve insana geçen sıcağını bir kenara bırakıp, yine kendilerini konumlandırdıkları radikal ve tepeden bakan bir uslupla buyurmuşlar.

Neden bu parlak ve engin bilgilerini yapacakları yerel toplantılarda, gerektiğinde mahalle mahalle dolaşıp halkla paylaşarak, konu üzerinden onları aydınlatarak, hiç taraf olmadan, önyargısızca, konunun iki tarafından insanları biraya getiren bir sivil örgütlenmeyle tartışıp, bu tartışmanın sonuçlarını yine medya aracılığı ile insanlarla paylaşmazlar? Ve yine bu olaydaki gibi, hemen aynı sertlikte karşı bildirilerin yayınlanmasına, ortalığın gerilip insanların saflara ayrışmasına neden olurlar. Bu kötü alışkanlıktan ve en iyisini ben bilirim tavrından ne zaman vazgeçip, benzer olaylar yaşandığında ötekine koşup konuşmayı, birbirimizi ikna edemesek de anlamayı, sentezler çıkarmayı öğreneceğiz acaba?

Eğer söz konusu olan özür dilemekse, bunu bütün bir halk adına devletin yapması gerekmez mi? Ve buradaki gibi bireysel sayılabilecek ve anlamını bulamamış bir diklikle, sadece ufak bir azınlığın egosantrik bir duruşla sahip çıkacağı bu tavır, ulaşacağı noktada ne derece başarılı ve yararlı olacaktır? Barışın sıcacık ve sevecen tadını duyumsatıp, insanları ona doğru mu yaklaştıracak, yoksa ortalığı birbirine katmakta üstlerine olmayan bir takım radikal odakların, mal bulmuş mağribi gibi sarılacakları bir söylem olarak bir süre onların amacına hizmet edip, sonra da işlevini yerine getirememiş bir şekilde rafa mı kalkacaktır?

Halk olmadan hiç bir şeyin olmayacağını bilmek için çok fazla bilgiye ihtiyaç yoktur. Bütün devrimlere ve en çok da Atatürk'e bakıldığında, Ulusal Kurtuluş Savaşının arkasındaki "Çılgın Türkleri" bir amaç etrafında toplamayı başarmış bir samimiyet, inanmışlık ve deha görebileceklerdir oysa.

Ne yazık ki, Türk ''aydınlarının'' ve solunun en eksik tavrı budur. Halkla kucaklaşmayı ve tokalaşmayı beceremeyen, bunu kendine yakıştıramayan, onları bir şey bilmez gören, kıç üstü oturmuş başarısızlıklarının bedelini halkın anlamazlığına kesip, burunlarından kıl aldırmayan en iyi ben bilirimci bu tavrıdır...

Bu ülkeyi sokak aralarından izleyen biri olarak şunu çok net söyleyebilirim: Bu halkın önemli bir çoğunluğunun kendi halindeyken kimseyle etnik, dinsel, ırksal, renksel, inançsal bir sorunu yoktur. Dolayısıyla kendinden kaynaklanan bir özür borcu da yoktur. Ama devletin ne kadar haklı gerekçeler yaratırsa yaratsın, öyle olmasaydı şöyle olurdu, bu olmasaydı şu olurdu gibi nedenlere sığınmadan, evlatlarını birbirinden ayırmayan bir baba bakışıyla, kurunun yanında yaşta yandı mantığını da bir kenara bırakıp, bu topraklarda yaşayıp o veya bu nedenle acı çekmiş insanlara özür borcu vardır, bu doğrudur. Bunu kendine güvenen bir büyük devlet olarak hiç yüksünmeden, göğsünü gere gere de yapmalıdır; becereleri ve düzeyleri kendinden menkul insanlara bırakmadan. Çünkü onların bu samimiyetsiz ve soğuk tavrı; sonuç alıcı ve doğruya hizmet eden bir çıkış değil, aksine itici, toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul görmez ve sempati yaratmaz bir yoldur.

Bence...:))


Müzik Andrés Segovia'nın Recital Intimo albümünden,
resim bugünkü Milliyet gazetesindendir...

15 Aralık 2008 Pazartesi

Bugün Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kızla Karşılaşınca...

Bu sabah, bayram tatiline gelen oğlanı yolculamak için almaya gittiğimde, doğal olarak kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçen kızla da karşılaştık. Dün oğlana aldığımız botları beğenip beğenmediğini sordum, seni bile beğendim ki diye sokuşturdu.

Bu halleri seviyorum.

Oğlanı sabah erken yolculadığım için mesainin başlamasıyla halledebileceğim işlere kadarki vakti bir parkta oturup poğaçaları kuşlarla paylaşarak geçirdim. O esnada kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızla bir öfkeye teslim ettik her şeyi anından bu zamana geçen 4,5 yıldaki izlerime baktım. Dört yıl önce ona uzunca bir mektup yazmıştım. Hatta çok sevdiğimiz bir otelin kış bahçesinde oturmuş piyano dinleyip bir şeyler içerken, kendisinin okumayacağından adım gibi emin olduğum mektubun önemli bölümlerini ben okumuştum ona...

Çok espri yapmıştık çok da gülmüştük. Hatta sen rahat durmazsın şimdi demesine o deftere bir imza atıp bir söz verdim; seninle el sıkışıp birbirimize teşekkür edip bitti demeden hiç bir şey yok demiştim.

O mektupta yazdıklarıma ve o zamanda hissetiklerime baktım bu gün... Bazen zamana not düşmek güzelmiş, insan nelerin değiştiğini de farkediyor. Neleri öngördüğünü, bunların ne kadarının gerçekleştiğini de... Hayatla bu anlamda oynamayı seviyorum. Ve sanırım elimdeki dataları doğru değerlendirip öngördüklerimin gerçekleşmiş hallerinden ''ben bildim ya!'' keyfi de alıyorum.

Zamanı eskimiş mektubun satır aralarından; noktasına virgülüne dokunmadan!..

Hayatımdan onca kadın geçmiş olmasına rağmen her birinde hayal ettiğim sevgilinin izlerini arıyordum. Her birinde de bir şeyler buluyordum. Her insan gibi benim kafamda da bazen bir roman kahramanından bazen bir film karakterinden bazen hayatın tam göbeğinden alınmış kadın imgeleri vardı. Bunların tümünden de aklımın oluşturduğu bir sevgili imajı. Ve her sevgilide hissettiklerimin çok derinlere işlemediğini biliyordum. Yalnızca samimiyetle, her birinin bir takım özelliklerinin ruhumun bir yanına hitap ettiğini bilerek seviyordum. Bu yüzden onlara ‘’seni seviyorum’’ demelerim bile aslında hayal ettiğim sevgiliyeydi.

Kendime de o yer için bir tek hak tanımıştım. Ve orayı sen aldın. Duygu anlamında baktığında da bundan hiç pişman olmadım. Ve senden ayrılsam bile, seni kalbimin bir yerine saklayacağım, orada duracaksın. Ve hayatıma başka kadınlar girecek. Ama bu kez onlarla arama giren bir gerçek olacak, hep mukayese edeceğim. Elbette onları da seveceğim; onlara da dokunacağım; belki daha çok konuşacak, daha çok seveceğim;

Ve onlarla da bir deniz esintisi yüzlerimizi okşarken, çıplak ayak kumlara oturmuş; kalbimizde ter basmış bir sevda, ateşli bir sevişmeye giden yolda yıldızlar mum olmuş, deniz en güzel bestesini bize çalarken, mahrem şeylerin titrek ve sessiz tonunda bir kitap üzerinden hayata dair ve ruhumuz vücutlarımızın tüm kıvrımlarına dokunarak konuşacağız.

Bazen bir sinema salonunda birbirimizin sıcağına sarılmış, bir aşk filminin her karesinin kendi ruhumuzda açtığı ufuklara teslim,aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay edeceğiz... Sinemadan çıkıp, soğuğun bizi hala sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, ama yinede üşümüş ve sokulgan adımlarla, çocuk uykusundaki sokaklarda sevdalı sevdalı yürüyerek eve gidip;gecenin sessiz aydınlığında birbirinin notalarına dokunarak yaratılan müziğin ve şarabın eşliğinde, geceyi gündüze döndüreceğiz.

Bazen dışarıda lapa lapa kar yağarken sıcacık bir tren kompartımanından; akıp giden zamana...çağıl çağıl derelere... her geçilen evdeki hayat öykülerine... durulan her istasyon binasının muhteşem yalnızlığına... karın üstünde umursamaz bir neşeyle boğuşan köpek yavrularına... bir köy okulunun önünden geçerken; her biri, bir evin neşesi, mavi önlüklü beyaz yakalı köy yüzlü kurbağalara... Bir dağın yamacından evini yuvaya döndürecek odunları, eşeğinin sırtına yüklemiş götüren babaya… Bir önceki istasyonda binen kadının ineklerinin sütünü satıp elde ettiği parayla aldığı Pazaryeri gofretlerine...

Babanın yaktığı odunlarla ısınacak, köy yüzlü kurbağaların okuldan dönmesiyle neşelenecek, sonraki istasyonda gofretlerin yanında dumanı üstünde ekmeklerle inen badem gözlü kadının sofrasıyla yuva olacak metruk evlere bakıp; aynı ruh hallerini ve bunun sessizliğini paylaşan insanlar gibi eski kente gideceğiz...Orada geçmiş hayatlarımızın izleri üzerinden derin sohbetler edeceğiz;her bir tarihi mekânı dolaşarak…Ben anlatacağım onlar dinleyecekler,onlar anlatacak ben dinleyeceğim.

Onları pirler parkındaki türbenin önünde konuştuğunda sesini sana geri döndüren bölmeye götüreceğim.Sonra parkın yamacından eski kente bakıp,bu geri dönüşün felsefesi üzerine zamanın nasıl geçtiğini bilmeden; taki havanın karardığını fark edene kadar sohbet edeceğiz.Sonra otele dönmüş eski bir konağın lokantasında yemek yiyeceğiz,şarap içerek.Sonra belki????

Bütün bunlar yaşanırken, onlar belki hayal etmedikleri kadar mutlu olacaklar.Belki kral mezarlarına ve onların bulunduğu kayalıkların üzerinden geçen tren raylarına bakan odada, gecenin dilsiz aydınlığında, bir otel müziği eşliğinde sigara içerken, onlar başlarıyla göğsüme sığınmış mutlu ve sessizce düşünürken. Ben senden öncesinde hissettiklerim gibi bile olmayan, içinde hep aynı kişiyi arayan keşkelerle dolu; burnumun ucundaki, belki de hayatının mutlu anlarını yaşayan, ne renk olduğunu bile fark etmediğim saçların kokusunu bile hissetmeden, beraber olduğum insana haksızlığında kafa karışıklığıyla, kalbimde bir sızı seni düşünüyor olacağım.

Hayatımdaki her şeyi bildiğim gibi bunu da biliyorum. Ve ben inatçı bir cesaretle ihtimalleri zorluyorum.


O gün bunları düşünüp yazarken; sonra neler olmuş?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP