1 Aralık 2008 Pazartesi

İyi Alman... (The Good German)


İyi Alman; önemli bir politik süreci siyah beyaz klasik kara filmler tadında, sanki o filmlerin parodisiymişcesine teatral oyunculuklarla (başta Cate Blanchett ve George Clooney olmak üzere) anlatan, (bu çok başarılı yönlerinden biri filmin) dikkat isteyen, belki zaman zaman sıkan, anlamak için geri dönmenize neden olan bir film.

Aslında duygularını ifade etmekte pek sorun yaşamayan beni yorumlama konusunda iki arada bir derede bırakan; ''Seyretmezseniz bir şey kaybeder misiniz'' noktasında hayır; ''İzlerseniz bir şey kazanır mısınız'' noktasında da evet dedirten ender filmlerden biridir.

Bir yandan çok net bildiğimiz emperyalizmin paylaşım ve çıkar süreçlerindeki (savaş öncesi ve sonrası) hesaplarının siyasal anlamda nasıl basit ahlaksızlıklar içerdiğini, ülkelerin kendi siyasal ve ekonomik savaşlarının sıradan insanlara ekonomik ve ahlaksal anlamda nasıl bedeller ödettiğini sergilerken, toplumdaki yozlaşmaları ve mecburiyetleri de anlatan; ama bunu çok karaktere dağıtıp, ana karakterler ekseninden uzaklaşarak (ki kafamızı karıştıran da bu oluyor) yapan; bu yönüyle kendinden sanki biraz soğutan... Öykünün Cate Blanchett, George Clooney ayağından baktığımızda sımsıkı saran... Bizi eski siyah beyaz savaş filmlerinin sıcacık aşklarına götüren... Yarattığı atmosfer sinemasal anlamda çok güzel olan, matruşka düzeninde entrikalar içeren, Steven Soderbergh'in önce renkli çekip sonra siyah beyaza çevirdiği ilginç bir film.

Eğer sinema sizin için bir sanatsa; sinemaya dair (elbette sıradan olmayan) ne olursa olsun size bir şey kattığına inanıyorsanız; tüm bu olumsuzluk gibi gözüken sözlerime karşılık yine de zevkli, oyunculukları ve atmosferi güzel, kesinlikle klasik sinemanın siyah beyaz filmlerinin tadını veren bu iki uçlu ilginç ve hoş filmi izleyin derim. ( Çünkü ben; bütün bu karışıklıkları kafamda yaratmasından açıkcası çok da hoşlandım. Ve siyah saçlı Cate Blanchett 'e bayıldım)

Dünkü gibi parçalı soğuk, yağmur arası güneşli ve kasveti şen '' havalı bir pazar gününde'' niyet edip de üçüncü kez izleyemediğim bu filmi: Yapacak daha güzel bir işiniz yoksa ve fikrinizde evde sinema tadında bir film izlemek varsa, en yakınınızdaki dükkana gidip kiralayın derim.

Ama beğenmezseniz de sakın bana kızmayın.

29 Kasım 2008 Cumartesi

Yemekteydik! Yazının Promosyonu Kievski ve Eggs Florentine Tarifleri

Yani bu ara kısmetim açık mı desem ne desem, bilmiyorum. Dünün öğleden sonrasının akşama dönmeye başladığı saatlerinde, son günlerde susmak bilmeyen telefonum ''Gözün aydın misafirin var.'' tonunda çalmaya başladı. Sesin sahibiyle telefon üstü hoş beşten sonra akşam buluşup biraz kaynatalım tonuna bürünen konuşma hiçbir yere kımıldamaya gönlü olmayan ben tarafından ''Akşama gelin.'' şekline bürününce, zaten hazır kıta bekleyen karşının ''Tamam falancayla geliyoruz.'' yanıtıyla son buldu.

Başka bir şehirde mesleğini icra etmekte olan bu arkadaşla, mesleğinin gereği yaz tatillerini burada geçirdiğinden sıklıkla görüşürüz aslında. Bu sefer bayramı raporla birleştirip uzattığı için süreyi, mevsim normallerinin dışına çıkıp da gelivermiş.

Tek başına muhabbeti pek çekilmeyeceğinden, böyle anların can kurtaranı bir başka arkadaşımı ''Durum bu, hemen geliyorsun.'' diyerek aradım. Kısa bir ayak sürümeden sonra ''Lan keşke o gün öldürselerdi de ömür boyu sana hayır diyemeyecek adam halinde kalmasaydım.'' lafını da sokarak, ''Kulüp toplantım da vardı.'' serzenişini araya sıkıştırırken, aslında, gitmemek için bahaneye baktığı toplantıya gerekçeyi bulmuş olmanın keyfiyle ''Tamam gelirim bir şey lazım mı?'' diyerek telefonu kapattı.

Sonra düşünmeye başladım; ''Ne yemek yapsam?'' diye. Cephanelikteki mühimmata göz atarken menü de şekillenmeye başladı kafamda. Her ne kadar şikayetçi gibi gözüksem de aslında hoşuma gitmişti bu ziyaret. Mutfakta uğraşırken düşünmeyi seven bir yapım olduğu için oyuncağıyla buluşmuş çocuk kıvamına geliverdim hemen.

Hava soğuk olduğundan ofis olarak kullanılan bölümdeki klimayı açıp, odayı dört kişilik bir restoran kıvamına getirdim öncelikle. Sonra, akşam yemeğinin mühimmatını cephanelikten usul usul çıkarmaya başladım. Bir koşu gidip manavdan eksik listemde olan ıspanağı aldım.

Mutfak tezgahının üzerine kullanacağım tüm malzemeleri ayrı ayrı tabaklara koyup dizdim.

Düşündüğüm menüdeki yemekler bana göre yapımları kolay ve bir akşam yemeği, özelikle sohbetlerle uzayacak davetler için çok uygun.

Sohbetin derin olacağı belli akşam için içecek olarak kimsenin fazla da itiraz etmeyeceği votka ve birayı tercih ettim. Votkayı deep freeze atıp, yeterli miktarda bira olmadığını fark edince, zor anların kurtarıcısını arayıp ''Gelirken bira al, ama sakın abartıp da adamın dükkanını alıp gelme.'' diye ekledim.

Kısa bir süre sonra gelen biraları da dolaba atıp mutfağa daldım. Ön hazırlıkları zaten yaptığım mutfağa girmemle birlikte, beşli çetenin erken uyarı sistemi çalışmaya başladı. Genelde diğerleri olur olmaz her şeye havladıkları için bizim Bitsy havlayana kadar ben popomu kaldırmam. O havladı mı kesin yabancı bir madde sınır ihlali yapmıştır derim. Kapının önünde stop eden motor sesine çıkan kurtarıcım konukları içeri alırken, ben de mutfaktan seslenip karşılama törenine ön girişi yaptıktan sonra, mutfak kapısında da sarılıp öpüştüm.

Bu ana gelene kadarki süre içinde, genelde göğüs eti kullanılmasına rağmen daha yağlı ve yumuşak olduğu için tercih ettiğim tavuk butlarının kemiklerinden sıyrılmış ve hiç dağıtılmamış etlerini iyice döverek incelttim. İçe gelecek yüzeylerine kendi tercihim olarak toz karabiber yerine tane karabiberleri ve tuzu döktüm. Çekilmemiş karabiberleri içki tercihim votka ve bira olduğu için kullandım. Eğer roze şarap olsaydı daha az miktarda ve toz karabiber kullanırdım. Sonra, içlerine tereyağı parçacıkları ve dilim kaşar koyup uçları kapalı bohça şeklinde beklemeye bıraktım.

Eggs Florentine için önceden hafifçe haşlayıp sularını sıktığım ıspanakları, tereyağında ölümün eşiğine getirdiğim soğanlar ve yağı daha ısıtmaya başlamadan içine attığım bir iki dış sarımsakla buluşturdum. Karabiber, tuz ekleyip kavurmaya başladım. Bu esnada, bir kızartma kabında ısınmakta olan sıvı yağ kıvama geldiği için, iki uçlarını kapatarak bohça yaptığım etleri önce una, sonra yumurta sarısına, sonra etimekleri döverek elde ettiğim ''galeta'' ununa bulayıp kızgın yağın içinde sıklıkla çevirerek, klasik cümleyi hemen kurayım "altın sarısı bir renk" alana kadar kızartım.

Dışarıda, erik ağacının dibindeki masanın kenarında, soğuğa meydan okuyan bir başkaldırının fuşya çiçeği gecenin yakışıklı laciverdine uyurken usul usul; '' bir ışık vardı/ ben ona bakıyordum./ O ışık sallanıyor sanıyordum./ Oysa hemen anladım, Ki ben kımıldanıyordum./'' halindeyken, kavrulmakta olan ıspanaklar son aşamaya yaklaştığı için hindistan cevizi ilave ettim. Az miktarda!

Onun henüz altını kapatma aşamasına gelmeden Hollandez sosun yapımına başladım. Sıcak su dolu olan bir kabın içine bir başka kase oturtup -ocağı en kısık haline alıp- suya oturttuğum kabın içine yumurta sarılarını kırdım. Yumuşamış tereyağını usul usul ve sürekli çarparak ilave etmeye başladım. Tuzunu karabiberini atıp, yumurtalar iyice ısındıktan sonra -ki dikkat edilecek nokta pişmemesi gerekiyor- çırpmaya devam ederek limonun suyunu ilave ettim. Tüm bunları yaparken de, içine çılbırdaki gibi yumurtalar elde etmek için sirke damlatılmış kaynayan bir başka kaptaki suya yumurtaları dağıtmadan kırdım. Ve ayrıca, dört beş santim boyunda küçük parmak kalınlığında kesilmiş, tabak başına iki tane düşecek şekilde havuç haşladım.

Tüm bu işlemleri hiç biri diğerinden geri kalmayacak bir ritimle yaparken, aklım da sokak arası meyhanelerden birinde halka küpeliyi hayal ederken; dilimde ''Uzun bir gün varsa, ve de kısa bir gece../ Başladıktan sonra, bitme'den öncedir./ Kısa bir gün varsa, ve de uzun bir gece../ Bittikten sonra, başlama'dan öncedir./'' dizeleri, büyükçe tabaklara ikişer adet kievski koyup, yanlarına kavurduğum ıspanaklardan yerleştirdim. Ispanağın üzerine, suda içi rafadan kalacak şekilde pişmiş yumurtalardan birer tane, kenarına tavşan kulağı gibi duracak ikişer de havuç koyup üzerine bir iki kaşık hollandez sos döktükten sonra, zaman sorunu yüzünden kızartamadığım parmak patatesler yerine, mikrodalgada ısıtılmış tırtıklı cipsleri ayrı bir tabakta olmak üzere servis ettim.

Müzikçalara Vladamir Vysotsky'nin CD'sini koyup, shot kadehlerle donmak üzere kıvamda votkaları tek yudumda içip, ufacık lokmalar halinde ağıza atılan kievskileri çiğnerken, patlayan karabiberlerin acılığını birayla dindirip, bir sürü güzel şey konuştuğumuz, lise yıllarında gezdiğimiz sohbetin de dibine vurduk. Bet seslerimizin artık hayallerimizde kalmış marşlarını üzerine dondurma koyulmuş çıtır kadayıflarla tükettikten sonra, o küçük hallerimizden çıkıp koca adamlar olarak vedalaşıp; her birimiz, bugünümüze döndük damağımızdaki lezzetlerle.

Masayı olduğu gibi bırakıp bir şişe birayı kaparak odama çıktım. Karşı dağların uykuda ışıklarına bakarak; ''Önce büyük düşündüm./ Sonra büyük büyük yaşadım/ dizeleri dilimin ucunda, Sana söyleyince söyledim sanıyorum./ Söyleyince sana sanıyorum söyledim./ Söyledim sanıyorum söyleyince sana./ Sanıyorum söyledim sana söyleyince/'' şiiriyle uykuya daldım.

Dizeler, Özdemir Asaf'ın Kımıltı,Aşka Gerekli Üç Anlatım,Bir Şeyin Adı ve Dum adlı şiirlerindendir.

28 Kasım 2008 Cuma

Son 24 Saatten Notlar...



Kahvemin yanına kremalı pasta tadında bir övünç koydum kendi hesabımdan. Oysa, önceki gece bir muhasebe yapmıştım; ufak çapta daralmıştı içim. Bir göğsün sıcağına kafamı gömüp konuşmak istemiştim. ''Sen mi gelmiştin ki uykumun bir yerinde, sabahıma hiç bir iz kalmamış geceden...'' diyerek başlayan dünümde; cismi uzakta kendi yakında olanla iş arası mesajlaşırken net üzerinden, çalan telefonda en bi abilerden birinin Sinop'a gidiyorum gelir misinine, gelirim nerdesin deyip sizin bahçenin önündeki cepteyim yanıtını alınca; hızlı hareket et ey adam emrini verip kendime, önceki gün uzakta olanı bulutlarının üzerinde getirecekken, unutmuşluğunun özürünü sunan yağmurun olası zararlarından korunmak için gerekli önlemleri alıp; kırk yılda bir de olsa, şiddetli yağmurlarda su girmesinin olası olduğu kapı altlarına acil durum havlularını tıkıştırıp bir yandan üzerimi değiştirirken, bir yandan da terk edilecek alandaki son gözden geçirmelerimi yaptım.

Gideceğimi kardeşe telefonla haber edip yol kenarında bekleyen en abinin arabasına konuşlandım. Her zamanki gibi futboldan başlayıp siyasetten devam eden sohbetlerle yol alırken; balığın her türünün bollaşıp, yağlanmaya başladığı şu evredeki uğrak yerlerimizden biri olan; incecik kıyılmış soğan, yine incecik kıyılmış maydanoz, pul biber ve kekikle harmanlanmış hamsileri ızgarada pişirip rakının yanına sunan; masalarını denize doğru uzanmış sundurmanın altına kurmuş Gümenez balıkçı barınağındaki salaş lokantalara bu kez uzaktan el sallayarak, her o yöne gidişte en azından selamlaşmak için molaladığımız benzinlikte ikram edilen sucuklu kaşarlı tostlarımıza üçer tane çayı ekliyerek yaptığımız dinlenmenin ardından; istasyonun ve Gerzenin sahibi abiyle vedalaşıp yeniden koyulduk yola.

Yapılmakta olan yenisi yüzünden yok olacak en manzaralı yollardan birinde son gidiş gelişlerimizi yapıyor olmanın keyfini çıkara çıkara, artık yeni yolun manzaralarına bakarız tesellilerine sığındık geçmişin izleri üzerinden.

Sinop'taki işler halledilip, abinin eski dostlarından birinin ziyaretinde, onun akşama kalın rakı balık yapalım teklifini de iterek elimizle, kararmakta olan günün ışıklarına eşlik eden yağmurun sileceklerdeki izlerine bakarak, eski filmlerin kadın karakterlerinden yola çıkıp kadınlardan, müzikten, sokaktan bir sürü güzel anıyı Mark Knopfler'in sesiyle pay ederek, derin gezinmeler yaptık ayak izlerimizde...

Yağmur, fırtına, soğuk ve mükemmel bir bugün... Kendimi balıkçı kasabalarında yaşıyan yalnız adam keyfinde hissediyorum kalktığım saatten beri... Ve çok enterasan; içeriler sıcacıkken dışarısı soğuk, müthiş evcimen bir hâl ve sığınılacak yuva duygusu yaratıyor bu bende...

Köpeği beslemiş, onunla yürümüş, yağmurdan korunmak için kapşonumu çekmiş, rüzgarın darmadağın ettiği sebzelerden bir iki kabak kopartmış, kargoya gidecek koliyi arabaya yüklemiş kardeşi yollamış, tüm sabah işlerini hallettikten sonra ekmek dilimlerini tabağa yerleştirip, üzerlerinde hafifçe zeytinyağı gezdirip incecik dilimlenmiş sucukları dizip, üzerine koyulmuş kaşar dilimlerini biraz kekik biraz kırmızı biberle tatlandırdıktan sonra mikrodalgada bir dakika 20 saniye tutup hımmm tadında yemiş, elinde kahve kokusu enfes bir yeşile bakarken; güzel havalara fışkırmış çiçeklerle güllerin renklerini kafamın renkleriyle katmerliyorum.

Yağan karın arkasından sulanmış soğuk tadındaki hava: -Müziğini dinlerken usul usul, elinde kahve kokusu, bazı işleri yarının erkeninden itibaren halletmeye erteleyip keyif arası iş yap diyor bana.

Dinlesem mi acaba?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP