25 Eylül 2012 Salı

Öz Terme Pide Salonu İyidir

Giyim dünyasının çok sevdiğim bir lafı vardır, tek bir cümle gibi durur ama anlamı çok şeyi içerir: İlk malı müşteri alır sonrakileri mağaza satar.

Burası tam da bu cümlenin doğruluğunun yaşamımızdaki güzel örneklerinden biridir. Mekanı, Mussano'nun yıllar önce henüz lisedeyken arkadaşlarıyla geldiği bir günde beğenip yıllar sonra bir gün önünden geçerken bize söylemesiyle  aklımızın bir kenarına yazmıştık. Kendisiyle ilgili bir önceliğimiz yoktu, tercih ettiğimiz öncelikli mekanlar başkalarıydı. Bir gün, özellikle Tırtıl'ın talebi üzerine çok beğendiğimiz bir cağ kebapçıya gitmeye karar vermişken, oranın kapandığını görmüş, bunun üzerine de aklımızda kaydı bulunan ve söz konusu yerin hemen yakınındaki bu pideciye gitmeye karar vermiştik.

Dükkandan içeri adımımızı attığımız andan itibaren sonucun ne olabileceğini aşağı yukarı kestirmiştik.

Her birimiz farklı olmak koşuluyla açık pastırmalı, açık kıymalı ve açık kuşbaşılı sipariş etmiş; ortaya da kapalı kıymalı ve kapalı peynirli pide söylemiştik.

Mekandan çıktığımızda kurduğumuz ortak cümlemiz "Burası insana yeme keyfi yaşatan ve çıktığı anda da hiç pişmanlık hissettirmeyen, mutlu kılan bir mekan"dı.

O hafta sonu bu referansı kardeşe de sunmuş ve bu kez dört kişi olarak gelmiştik aynı mekana... Üstelik günlerden pazardı ve saat  tam da "evde pide zamanı"ndaydı.

Sonuçta yine her birimiz farklı pideler söyleyip ortaya da her zaman olduğu gibi biri peynirli diğeri kıymalı olmak üzere iki pide sipariş etmiştik. Sonuç yine olumluydu. Üstelik ilk kez gelen kardeş de geçer not vermişti.

Üzerinde kesin ittifaklar sağladığımız mekan sayısı azdır. Birimizin çok beğendiğine bir diğerimiz kendince kusurlar buluruz, ama bu mekandan aldığımız keyfe hiç birimiz en ufak bir eleştiri bile getiremiyoruz.

Geçen pazar, bir süre önce Park'ın karşısındaki yeni mekanına taşınan pideciyi bir kez daha ziyaret ettik, dışarı çıktığımızda tekrar edilen her zamanki ifadeydi: "Mutluyuz."  Yemek elbette bir mutluluk halidir ama bu cümleyi insana tekrar ettirecek mekan sayısı çok azdır. Çoğu zaman yemek eyleminden mutluluk çıkaran siz olursunuz. Çok beğenmeseniz de, umduğunuzu bulamasanız da ve  bir bukelamunsanız üstelik; olumsuzları görmezden gelip anın keyfini çıkarabilirsiniz. Ama burası hiç bir şekilde yediklerinizle, onlardan aldığınız keyifle aranıza, görmezden geleceğiniz bir şey sokmuyor.

Bir çok parlak mekanın  profesyonel ilgiyi gözünüze sokma halinin rahatsızlığını, sahteliğini, burada görmüyorsunuz. Burada son derece doğal ve samimi bir hizmet var. Özenli ve kendine has masalarına, garsonların üst başına, masanıza getirilen salataya, çatal bıçağa baktığınızda; sıcaklığı, iyi şeyler yapma hevesini ve işe gösterilen özeni anlıyorsunuz. Yeni mekanda göremediğimiz ama önceki yerinde  masaların kenarında duran  anket formları hoşumuza gitmiş; bu mütevazi mekanın işine, dolayısıyla müşterisine duyduğu saygının göstergesi olarak değerlendirilmiş ve bunu bir artı olarak yazmıştık hanesine.

Pide genel olarak Bafra, Çarşamba, Terme gibi yöre adları ile adlandırılsa da  hamur ve  farklı içlerden oluşturulmuş bir yiyecek sonuç itibariyle... her yöre kendince nüanslar katarak farklı kılmaya çalışmış kendi pidesini. Terme Pidesinin temel özelliği hamurunun diğerlerine oranla ince olması. Ve bu mekan, gördüğümüz tüm pideciler içinde iç malzemesini en dolgun kullanan yerlerden biri. Üstelik evde yaptığımız içler ile buranınkiler arasında çok fark sezemiyoruz biz.

Pazar sabahları burayı özellikle tercih ediyoruz. Çünkü ortam, kurduğumuz sofra, bize sadece evde yaşayabildiğimiz Pazar  Ritüellerinin keyfini duyumsatıyor. Öz Terme Pide Salonu'nun* sevdiğimiz yanlarından biri -ki bu bizim için önemli bir kriterdir- kendi ayranını kendi yapıyor olması. Mekanda hazır ayran da var tabii ki.

Burada insanların evlerinden getirdikleri içler ile pide yaptırabiliyor olması da kendinizi pazar günü pide için fırında bulunan biri gibi hissetmenizi de sağlıyor. "Sen Kendini Sadece Pide mi Sanmıştın" başlıklı  yazımdaki hissiyatı ve dolayısıyla bir pide ritüelinin tadını bize en çok duyumsatan mekan tartışmasız burası. Üstelik Öz Terme Pide Salonu, mis gibi tereyağ kokan ortamda yaşadığınız mutluluğa karşı ödediğiniz parayı da sonuna kadar helal ettiriyor.

*19 Mayıs Mah.Cumhuriyet Cad.No:34 HEYKEL KARŞISI - SAMSUN  


Sevgili Gökçe'ye Özel Notlar:
  
Burası, Parkın karşısında Birtat'ın iki dükkan yanında.

Ritüel başlıklı yazıdaki -içi evden- pideyi yaptırdığımız mekan ise: 56'larda, Jaja ve Coffe Home'un karşı köşesinde, eski 56'lar Fırının yerinde olan Gazi Unlu Mamüller.

Ayrıca Atakent Sahil yolundaki Gırgır'ın pidesini de öneririm.

Ve yine Kirazlık'ta Kerimbey Konağı'nınkini.

23 Eylül 2012 Pazar

Davete İcabet Gerek

Sahilden henüz döndüm ve manzara muhteşemdi yine, parçalı bulutlunun güneşin önde olduğu hali; tam da sonbahar öncesi, şu sonyaz denilen atmosferin tadını dibine kadar hissettiriyordu. Deniz, bank, hava ve ağaçlar "Kap kitabını gel," diye bas bas bağırıyorlardı, kıramayacağım doğal olarak kendilerini. Böylesine bir içtenlik karşısında duyarsız kalmak için taş olmak gerek!

5 Eylül 2012 Çarşamba

İki Muhteşem Ralli Günü

















25-26 Ağustos 2012 39.Hitit Rallisi

Fotoğraflar Nikon L23 İle çekilmiştir.

24 Ağustos 2012 Cuma

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

İlk kitabının başarısıyla aklıma yazdığım, sonra bu kitabı çıktığında almayı çok istediğim... "Okumak konusunda" kurak olduğum bir evreye denk geldiği için elimin bir türlü kitapçı raflarına uzanmadığı süreçte dahi hep aklımda olan Ayfer Tunç'un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi adlı kitabı oldukça ilginç.

Kitap geniş bir yelpazedeki, sayısal olarak epey çok, renkli, şaşırtıcı karakterlerinin yanı sıra, bu karakterlerin ilişkileri üzerine başarılı detaylar veren, mizahı  lezzetli  bir aksiyona sahip.

İlk andan itibaren özellikle kullandığı kıvrak dil ve hayatı iyi bildiği her kelimesinden anlaşılacağı üzere insanımızı tanıma yeteneği, süreçler üzerine bilgisi ve güçlü kalemi ile şahsen beni epey etkiledi yazar.

Kalınlığına baktığımda okuma konusunda ısınma turları atan bana bir acaba çektirmişti aslında kitap. Ama akıp gitti.

Günlük hayatımızın farklı alanlarındaki, farklı mesleklere sahip insanlar üzerinden kurulmuş bir roman bu. Bunca karakteri ve eşyayı bu kadar yan hikayeyle ve üstelik kafa karıştırmadan ve üstelik bu kadar akıcı dille, ve bilgi ile destekleyerek yazmak, sonra tüm bu eşyaları ve kişileri birbirleriyle ilişkilendirebilmek, uzun ve kalabalık bir romanda mizahı  diri tutmak, nüansları böylesine fark ettirmek gerçekten büyük başarı.

Güzel bir yaz akşamında ağustos böceklerinin sesi eşliğinde ve ayışığında okumanın pek de lezzetli olduğu kitabın "bira çağıran bir kitap"  olduğunu da söylemek mümkün.

Tüm bu övgülere rağmen  iyi ve iz bırakacak, ya da bugüne kadar okuduğun romanlar içinde kendine sıralama açısından iyi bir yer edinebilecek bir kitap mı bu diye sorulursa; benim algımdaki "roman" çerçevesinden baktığımda değil der, hatta bunun hemen öncesinde okuduğum ve üzerine yazdığım bir önceki romanın derinliğinin yanından bile geçemez diye eklerim.

Ancak, hızla akıp giden, güldüren, yormayan, merak ettiren, tasvirleri mükemmel, yazlık sinemalarda izlenen, ya da evin sıcak köşesinde iyi bir anlatıcı tarafından nakledilen başarılı Türk Filmlerinin tadını duyumsatan, rahatlıkla çekirdek çitletilip gazoz içilebilecek, iki ciddi kitap arasında tadım öncesi su işlevini görecek, bunda da epey başarılı olacak bir kitap olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta tavsiye ederim.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Bulvar Sadece Bir AVM Değildir; Bir Zihniyettir!

Şehirleşmeyi ve büyümeyi inşaat yapmak sananlara, bir kenti geçmişten geleceğe taşıyanların eski ve hikayeleri olan binalar olduğunu bilmeyenlere, eski binaları yok edip yerine tümüyle sokaklardan kopmuş görkemli ve ruhsuz betonlar dikmeyi maharet sananlara, Belediye Başkanlığının birikmiş anılar, beslenmiş bir kültür, estetik bir kaygı, partisindeki hakim zihniyete karşı dik bir duruş ve değerlere sahip çıkmak gibi bir vizyon gerektirdiğini bilmeyenlere verdiği cevap için.











Samsun uzunca bir dönem kenti yöneten (farklı partilerden) iki belediye başkanı sayesinde çehresi değişen, iki değerli insan Muzaffer Önder(CHP) ve Yusuf Ziya Yılmaz'ın(AKP) üstün nitelikleri dolayısıyla ülkenin en parlak kentlerinden biri olmayı başaran, aynı zamanda ekonomisini de büyüten bir şehir oldu.

Eski Sigara Fabrikası olan bu binalar; tüm dayatmalara, peşkeş çekme gayretlerine rağmen renk dahil herşeyiyle eskisi gibi restore edilmek koşuluyla bir firmaya 39 yıllığına kiralanan, ünlü pek çok markanın yeraldığı, mülkiyeti kente ait örneklerden sadece bir tanesidir.

Fotoğraflar Nikon L23 ile çekilmiştir.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kapı (Magda Szabo) Üzerine Mektup Notları

Yine yazarını tanımadan, kapağına bakarak ama yazarın adından da etkilenerek seçtiğim kitaplardan birine başladım.

Elbette kitabın adı da önemli bir etkendi onu seçmemde...

Ve bir kitap daha beni yanıltmadı.

Ve sanırım Erno Nemeçek'ten sonra adını aklımda ve hatta gönlümde taşıyacağım bir kahramanım daha olacak.

Şu kitabı elimden bir bırakabilsem neler yazacağım da, ama ne yazık ki bırakamıyorum.

Yani bir kitap bu kadar mı insan kokar ve bir insan bir kitabı bu kadar mı güzel çevirir.(Çeviren:Hilmi Ortaç)

Artık çevirmenlerin önemi fark ettirilmiş biri olarak bu konuda çok hassasım.

Öyle bir keyifle okuyorum ki kitabı, öyle bir okuma aşkı yarattı ki bende...

Çocukluktaki ilk kitaplarımın, Mercan Adası, Define Adası gibi bilumum ada ve başta Pal Sokağı Çocukları olmak üzere bir sürü insan, arkadaşlık, dostluk, emek ve yürek anlatan kitapların akıcı ve son derece lezzetli tadını alıyorum.

Büyük ihtimalle bu kitabın bırakacağı okuma tadı sayesinde Ulysses'i okumak artık lay lay lom benim için.

Şimdilik, kahramanını özel bir karakter olması dolayısıyla -adını- aklıma kazıdığım ve anlatım dilini çok sevdiğim kitabımı alıp odama çıkıyorum.

Kitabı her sayfada biraz daha çok seviyorum.

Şu yakın tarihte hayatıma girmiş ikinci şey bu kitap, ve şu yakın tarihte hayatıma girecek hiç bir şeyin birinci olma şansı yok, ne yazık ki.

O yüzden bu ikinciliğe o gözle bakılsın lütfen.


3 Ağustos 2012 Cuma

Yıkılan Ariel'in ya da Yıkılan Önyargıların Hikayesi

“Bana göre bütün müslümanlar terörist” demişti Ariel, sohbetimizin başlangıcında. “Türk denince geri kalmış, barbar ve bağnaz bir insan imgesi oluşuyor gözümün önünde, Türk eşittir müslüman o da eşittir terörist!”

Olsztyn'in merkezindeki barlardan biri olan Novo'dayım. Pazartesi gecesi vakit geçirebileceğiniz şehrin çok az sayıdaki açık eğlence yerlerinden birisi, belki de yeganesi. Pazartesi gecesi nereye gidilir sorusuna Olsztyn'deki diğer erasmus öğrencilerinden aldığım yanıttı burası. Çok fazla bir şaşası olmayan, küçük bir dans pisti ve karşısında sıralı bir kaç masadan ibaret, öğrenciye girişin 15 zloti olduğu, popüler dans parçalarının çalındığı sıradan bir “club”cık.

Karşımdaki adam Ariel -ilk kez böyle bir Polonyalı erkek ismi duyuyordum, daha doğrusu ilk kez bu adda bir Polonyalı'yla tanışıyordum- küt kumral saçlı, kirli sakallı, yuvarlak kafalı daha çok bir İspanyol'a benzeyen, gayet iyi bir İngilizce'ye sahip ve ciddi hal-tavırda birisiydi. Türk olduğumu öğrenince daha da sertleşti ve yukarıdaki sözleri sarfetti. Daha önceden tanıştığım İspanyol arkadaşım Borja'yla barda karşılaşınca selamlaşmış, o da bara birlikte geldikleri Ariel'le bizi ayaküstü tanıştırmıştı.

Bu durum ilk kez başıma gelmiyordu. Polonya'da kaldığım süre boyunca çeşitli ortamlarda tanıştığım sayısız yabancıdan benzeri tepkiler almıştım. Ancak bu şimdiye kadar karşılaştıklarımın en sertiydi. İşin garibi ise ilk gördüğümde bende bilgili ve kibar bir adam izlenimi bırakmış birisinden bu sözleri işitiyor olmamdı.

Eğer gururlu bir Türk genciyseniz bu durumda yapabileceğiniz iki şey vardır: Ya karşınızdaki Polonyalı'ya ana-avrat kaptırıp, onun -Almanları ve Rusları öven, Polonyalıların tarih boyunca yaşadığı dramları acizlik olarak tanımlayan- bir iki lafla damarına basıp gülegüle diyerek çekip gideceksiniz ya da yeterli sabrınız varsa tüm bu lafları bir süreliğine sineye çekip “Ulan ben Erasmus'um, benim görevim tüm insanlığı kucaklayan davranışlarda bulunmak, en iyisi insanlıktan çıkmayıp şuna kibarca bir karşılık vermeyi deneyeyim,” diyeceksiniz.

Birinci yolu seçerseniz ülkenizin tanıtımından, ikinci yolu seçerseniz o sırada gözünüze her biri ilah olarak görünen güzel Polonyalı kızlarla kontağa geçebilme ihtimallerinizden vazgeçeceksiniz. Çevrede bulunan mevcut kız nüfusunun potansiyeline şöyle bir göz attıktan sonra, işin zorluğunu bilerek gecemi Ariel'i fikirlerinden döndürmeye adadım.

Barın taburelerinde karşılıklı oturup barmaid'in servis ettiği Tyskie marka Polonya biralarından yudumlarken ilk sorumu sordum.

-Sence Türk'ler nasıl insanlar?

-Dedim ya! Müslüman, içki içmeyen, domuz eti yemeyen, kadınları çarşafla gezen, erkekleri bütün gün camide namaz kılan, cahil insanlar.

-Ama ben gördüğün gibi şu an içki içiyorum, ve üstümün başımın, giydiklerimin de senden bir farkı yok.

-O zaman sen Türk değilsin, beni kandırıyorsun. Çünkü sen müslümansan içki içmemen gerek!

-Evet Türkiye müslüman bir ülke. Hatta Osmanlı zamanı şeriatla yönetiliyordu; ama birgün Mustafa Kemal adında büyük bir adam ortaya çıktı ve Cumhuriyet'i ilan etti. dedim ve modernleşme hikayemizi dilim döndüğünce Ariel'e anlatmaya başladım.

Diyaloğumuz Ariel'in Türkiye'yi ve beni tanıma yönünde artan merakı ve bu yönde sorduğu sorularla devam etti. Sohbetin orta yerine doğru o sırada Olsztyn'de Erasmus yapmakta olan iki Türk kız arkadaşım son derece şık elbiseleriyle yanımıza geldi. Birer içki alıp Ariel'le tanıştılar. Ariel'in yüzündeki ciddi ifade alkolün ve sohbetimizin samimiliğiyle giderek gevşiyordu ve artık hemen her konudan muhabbet etmeye başladık. Ariel dinine bağlı bir katolikti, sosyalizme inanıyordu, interneti, Facebook'u, Twitter'ı falan insan ilişkilerini öldüren mecralar olarak görüyordu ve Türkiye hakkında hiçbir bilgisi yoktu. Türkiye hakkında kurduğu denklem kabaca “Türk=Müslüman, Müslüman=Arap, Arap=Terörist” şeklindeydi. 11 Eylül saldırıları ve İslami terörle kafayı bozmuştu. İçki fabrikalarımız olduğunu, şu an bulunduğumuz barın 10 katı büyüklükte eğlence yerlerine sahip olduğumuzu öğrendikçe sarfettiği “Really?”'lerin sayısı artmaya başladı.

Saatler ve içilen içkilerin sayısı ilerledikçe Ariel'in neşesi artmıştı. “Bizim kızlara sor bakalım, bombaları nerdeymiş?” dediğimde kahkahayı patlattı. “Adamım, siz hiç Türk gibi değilsiniz, size inanmıyorum.” dedi.

Gecenin sonunda ayrılırken, kaldığımız yurda gelip bizimle sohbete devam etmek istediğini söyledi. Facebook'a karşı olduğundan bir kullanıcı hesabı yoktu. Bu yüzden arada sırada “mecburiyetten” kullandığı mail adresini almamı rica etti. Yurdun kuralları gereği gecenin bu saatinde dışarıdan arkadaş sokamazdım, gece nöbetçisi yaşlı teyzeden azarı yerdim yoksa; ama mail adresini telefonuma kaydettim. Ancak harflerden birini eksik ya da yanlış yazmış olmalıydım ki, o günden sonra gönderdiğim maillere herhangi bir yanıt alamadım. İşin doğrusu bu çok da umurumda değildi.

Ariel'i o geceden sonra hiç görmedim.O gece Novo'da birlikte olduğumuz Olsztyn'deki Türk arkadaşlarımdan birisine birkaç gün sonra yolda rastlamış ve ona hiç mail göndermediğimden veryansın etmiş. O günden sonra da onu tamamen unutmuştum.

Ta ki geçenlerde Facebook karşıtı, İnternet düşmanı, Müslüman avcısı Ariel, beni Facebook'tan ekleyene ve hal hatır sorana kadar!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP