1 Kasım 2011 Salı

Benim Vicdanım Hep Rahat



*...

Karşısındakinin taşıyamacağını düşünürse kendi sıkıntı çekmeyi göze alabiliyordu, gönlünde, aklında bitirse bile ötekini önemsiyordu, dünyanın tüm yüküne sadece kendi karşı koyabilir sanıyordu, garip bir gözüpekliği ve başkalarına pek kıyamayan bir yüreği vardı. O, seven her kalbin karşısında hep ihtimali zorluyordu.
...

*"Hayatı Öğrenmek Adına En Özel Tanıklığısın Ömrümün/ 4"den bir bölüm



İlk gördüğüm anda çok etkilendiğim, çok vurucu bulduğum HAYTAP'ın bu afişi ve diğerleri, Samsun Büyükşehir Belediyesinin desteğiyle kentteki duraklarda ve pek çok bilboard'da sergilenmekte...

Vicdanımız hep rahat olmalı, tabi varsa!

28 Ekim 2011 Cuma

Behzat Ç. - Seni Kalbime Gömdüm

"Bazen geçmişten eksilen bir binanın önünden geçmeyi sevmem, anılarımda yer etmiş eskinin bir lokantası yıkıldığında veya yer değiştirdiğinde yeni yerine gitmem, yaşadığım tadı severim, bozulsun istemem."

"Behzat Ç. benim vazgeçilmezimdir. Hani derler ya iki elim kanda olsa... Tam anlamıyla o derece de bir izleyicisiyimdir. Bütün bir haftanın, kafa içi sohbetlerin en şahane dağıtıcısıdır. Müthiş eğlenir, bazen kahkahalarla güler ve rengarenk bir keyif alırım ondan."

"Her bölümünde farklı bir olay ve karakterlere de yer veren, ama bütününde ana kahramanlarının öykülerini de sürdüren sağlam bir metne dayanması, görüntü anlamında 80'li yılların film renklerini ve kamera açılarını kullanıyor olması, film jeneriği tadındaki girişi beni ona bağlayan en önemli etkenlerdir."

"Sağlam müziği, keyifli diyalogları, oyuncuların başarıyla canlandırdıkları kendine münhasır karakterlerinin yanısıra... İçine kasmayan türden bir mizah yerleştirilmiş, parodisel bir abartıyla lezzetlendirilmiş, şahane göndermeleri de olan, tümüyle insan kokan masalımsı tadı nedeniyle benim için olmazsa olmaz bir dizi olmuştur Behzat Ç."

Bütün bu cümleleri değişik zamanlarda kurmuş olan, hatta uğruna Fenerbahçe maçlarından bile vazgeçebilen ben; film e-postama düştüğü günden beri müthiş bir ikilem içindeydim.

Hayatın içinde tecrübe ederek doğruluğuna çok kere tanık olduğum önemli sözlerden biri şu olmuştur: Taş yerinde ağırdır.

Ne zaman ücralarda keşfedip de müdavimi olduğum(uz) bir mekan sahibi: "Abi burayı daha işlek bir yere taşıyıp büyütmek istiyorum." dese, "Aman ha!" derim. Bilirim ki birbirlerinin kulağına üfleyen, dolayısıyla mekanın müşteri sayısını çoğaltan kalibresi yüksek müdavimler yüzünden bu hevese kapılır dükkan sahibi. Bilmez ki her geçen gün sayıları artarak dükkanın müdavimi olan bu kişiler, gittiği yeni yerde büyük olasılıkla olmayacaklardır; belki sayıca daha çok, ama kalibresi farklı farklı yeni müşterileri olacaktır, o da çizgisinden büyük olasılıkla şaşacaktır.

İşte bu türden nedenlerle, filmi yapmanın altındaki -bence- tüccar bakış yüzünden, kaygılıydım. Filmin zorlamalar içereceğini, bir takım klişelere başvuracağını, ona sahip çıkan sadık izleyicisinin yarattığı popülariteyi paraya tahvil etmek isteyeceğini, bu yüzden de çok daha geniş kitlelerin hoşuna gidecek popüler tadları içinde barındıracağını, mizahı incelikten uzaklaştırıp "abartacağını" ve hatta İvedikleştireceğini düşünüyordum. Hatta bundan emindim.

Sezonu; dünya dizi tarihinin belki de en ters köşe, en çarpıcı, tüm sevenlerini şaşkın ve ağızları bi karış açık bırakmış olağanüstü bir finalle bitirmiş ve sevdiğim dizinin, bende bıraktığı tadın silinmesini istemiyordum. Bu yüzden kararsızdım. Ama merakıma yenik düştüm.

Uzun lafın kısaları:

Bu filmde güldüm mü? Arada sırada güldüm; hatta kahkahalarla.

Filmden tat aldım mı? Sadece dizideki ekibin bir arada olduğu sahnelerde...

Cansu Dere'yi ve filme yerleştirilmiş bazı karakterleri yadırgayıp yabancıladım mı? Evet... ve dizideki bazı karakterleri de gözlerim aradı.

Özellikle Behzat'ın kızıyla ilgili halüsinasyonları abartılı mıydı? Evet.

İzlerken neden bu filmi 'böyle' yaptılar deyip sıklıkla tadım kaçtı mı? Evet

Erdal Beşikçioğlu'na verilen Altın Portakal'ın, dizisinin etkisi ve algılarda ettiği yerle ilgili olduğunu düşündüm mü? Düşündüm.

Dizideki doğallık ve merak ettiren lezzetli akış filmde var mıydı? Bence yoktu. Hatta Behzat Ç.'nin o kendine has dokusu bozulmuş, sanki biraz da Snatch tarzı bir kurgu yapılmak istenmişti. ( İçimdeki ukala zaman zaman 'böyle bir esinlenme var' duygusuyla izledi de filmi.)

Filmi izlediğime pişman mıyım? Pişmanım. Ama çok kötü bir film olduğu için değil, kişisel nedenlerimden ve diziyle aramda oluşmuş bağ yüzünden.

Diziyle arama soğukluk girme ihtimali var mı? Var.

Dizideki üç kadınla olan gönül ilişkisinin her birindeki duygular makul, sahici, anlaşılabilir ve şık dururken, filmde yaşadığı duygusal durum şık mıydı, anlaşılabilir bulundu mu, yoksa gereksiz bir abartı mıydı? Kesinlikle abartıydı ve hiç de sempatik gelmedi.

Mekanda, ilişkiyle(Cansu Dere) kafa çekerlerken şarkı söyleyen kadının yerine Pelinsu Pir'i aradı mı gözlerim? Aradı.

En çok kimi beğendim? Hakan Borav'ın -canlandırdığı sıradışı karakterdeki- oyunculuğunu ve Harun'u; ki seyirciyi ve beni kahkaya boğan sahneler hep Harun'un olduklarıydı.

Keşke gitmeseydim dedim mi? Dedim.

Fakat herşeye rağmen, dizinin sadık bir izleyicisi değilseniz, izleyicisi ama yaşamla ilgili prensipleriniz benle benzeş değilse, gülüp iyi vakit geçirebileceğiniz bir film olduğunun altını çizerim; bu manada hakkını yemem.

Belki de film; daha önce uzak durduğunuz dizinin yeni takipçileri olarak, hayran listesine katılmanıza olanak yaratabilir.

25 Ekim 2011 Salı

Kendimi Sorumlu Hissettim

Bir genç olarak;

Ülkemi yönetenlere ilkokuldan başlayarak bana ne kadar önemli topraklarda yaşadığımı öğrettikleri için teşekkür ederim; ancak onlar 30 yıldır bu güzel toprakların kan gölüne dönmesine seyirci kalıyorlar.

Ülkemi yönetenlere beni alkol ve sigaradan korudukları için teşekkür ederim; ama onlar beni dayanıksız bir Yurtkur binasında iki gün önce öldürdüler.

Ülkemi yönetenlere bilim ve özgür düşüncenin yuvası olan üniversitelerin sayısını ve kontenjanlarını her geçen yıl arttırdıkları ve beni de üniversiteli yaptıkları için teşekkür ederim; ama onlar benim televizyonda ne izlediğimden, internette ne yaptığıma kadar elinden gelen her alanda sansür uygulayıp, hayatımı sınırlıyorlar.

Ülkemi yönetenlere bana üniversitede okuduğum süre boyunca burs-kredi bağladıkları için teşekkür ederim; ancak yine onlar parasız eğitim istediğim için beni hapse attılar.

Ülkemi yönetenlere insanlık dramına seyirci kalmayıp Somali'ye yardım kampanyaları düzenledikleri için herşeyden önce bir insan olarak teşekkür ederim; ama yine onlar 4 yıl önce Beyoğlu Karakolu'nda bir Nijeryalıyı öldürdüler.

Ülkemi yönetenlere Filistinli mahkumların serbest bırakılmasında rol oynadıkları için teşekkür ederim; ancak onlar yüzlerce kişiyi bir isimsiz ihbar mektubuyla ya da usulsüz bir telefon dinlemesi karşılığında haksız yere yıllardır hapiste tutuyorlar.

Ülkemi yönetenlere daha birçok konuda teşekkür edebilirim. Aklıma gelmeyenler için onlardan özür dilerim.

Haa! Son bir şey daha var:

Beni hibe vererek yurt dışına gönderdikleri, başka ülkelerdeki insanların nasıl barış, huzur, özgürlük ve adalet içinde yaşayabildiklerini görmemi sağladıkları için çok ama çok teşekkür ederim. Çünkü benim ülkemde bunların hiçbiri yok!

21 Ekim 2011 Cuma

Şehitler Ölür!



Şehit evine başsağlığı dilemeye gittiğinde "Bu herkese nasip olmaz." klişesini de içine koyduğu ve şehitlik mertebesine vurgu yaptığı 'şekerlemelerinden' teselli ve gurur çıkarttırmaya çalışan siyaset anlayışındaki yetkili kişi: Bu fotoğrafı, 'görebilesin', biraz da anlayabilesin diye gözüne sokarım. Bu fotoğraftaki ANA, bir mandadır. Büyük harflerle bir kez daha yazıyorum ki iyi anla MANDA.

ANA, şairin* şu dizelerindeki gibidir:

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik

Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Baba da şöyle:
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım.


Hiç bir ana-baba yoktur ki evladını bu anlamda -siyasi- bir kirli savaş için ölüme, seve seve göndersin.

Her cenazede sokaklara dökülüp "Şehitler ölmez!" diye hamasetle bağıranlar ve dahi köşe yazılarında tabutların döndüğü evlerin neden hep yoksul olduğuna vurgu yaparak adalet duygusunu kaşıyan köşe yazarları: Bütün analar ve babalar yukarıdaki manda gibidir. Ellerinden gelse hep bu anı yaşamak isterler.

Gerçeği kabul edelim ki bu çocuklar gönüllü olmadıkları bir mesleğe mecburen katılıyorlar. Onlar, öleceklerini ve öldüreceklerini baştan kabul ettikleri bir mesleği, kendilerine sunulan seçenekler içinden gönüllü seçmiyorlar. Onlar, çözüm üretme makamlarında olan ama suçu başka yerlere atıp hayali düşmanlar yaratarak bahaneler üreten bir takım aklı evvellerin, siyasi rant peşinde koşanların, tuzu kuru yerlerde beyaz kefen giydik nutukları atanların, hepimizi seçim dönemlerinde hanelerine atılacak bir artı olarak görenlerin beceriksiz, yanlış, kaypak, yanar -döner siyasetlerinin bedelini ödüyorlar.

Bu çocuklar en masum ölümü yaşıyorlar. ÖLÜYORLAR.

Oysa biz; olayların sıcağında duygularımızı dışa vurup, iki slogan atıp üç yazı yazıp sonrasında anamızın kucağına dönüyoruz. Bir sonraki ölümlere kadar yokuz!

Olayların sıcağındayken, "Onların bize emaneti." diye saçlarını okşadığımız -bu ülkeye emanet-çocuklarının en temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda herhangi bir eylemimiz var mı? Hangimiz okulların başlama döneminde bir defter, bir kitap, bir kalem, bir önlük, bir ayakkabı, bir pantolon alıp kapılarını çalıyoruz? Hangimiz mahallemizde yaşayan, olanakları kısıtlı bir şehit çocuğunun elinden tutup bir kitapçıya, sinemaya, bir spor müsabakasına ya da tiyatroya götürüp hayatla kucaklaşmasına zemin hazırlıyoruz?

Neredeyse her ilçede bir şekilde dernekleşmiş, dernek odalarında toplanarak birbirlerinin acılarından terapileri yapan anaların arasına yılda bir kere de olsa bir kutu pasta alıp hangimiz katılıyoruz, yanlarında olduğumuzu hissettiriyoruz? Bakın burada, nereye gideceği konusunda şüpheler duyacağınız bir bağıştan söz etmiyorum! Güvenilir, sıcak, paylaşan ve sorun çözebilecek davranışlardan, dokunmaktan söz ediyorum.

Evet, gerçek şu ki: Biz kendimize teselliler yaratıp büyük sözler eden ama pratikte hiç bir yararı olmayan, sorumluluk duygusu taşımayan, asıl sorgulanması ve hesap sorulması gereken "sorumlu" siyasi makamları sorgulamayan, o makamlardan hesap soramayan, işin eğrisini-doğrusunu insanlığıyla değil de siyasal duruşuna göre değerlendiren, 30 yıldır akan bu kandaki her ölüm sonrasında -aynı nakaratlarla- kolayca uyutulabilen ikiyüzlüleriz. Hep birlikte ÖLDÜRÜYORUZ.

*Dizeler Ece Ayhan'a aittir.
*Fotoğraf kısa bir süre önce kızılırmak deltasındaki kuş cennetinde, başka amaçla çekilmiş bir dizi fotoğraftan biridir. Tırtılın makinesi Nikon L23 ile çekilmiştir.

20 Ekim 2011 Perşembe

Gün Film ve Hissiyat


Film Gün ve Hissiyat

Kafamda şekillendirdiklerime göre 12'de yola koyulmalıyım...

Bu saati hedef alarak son hazırlıklarımı yapıyorum. Duş, traş ve kıyafetlerden sonra havayı kontrol ediyorum. Soğuma olasılığını da göz önüne alarak yakası fermuarlı, dokuması ince lacivert kazakta karar kılıyorum. Güneşi parlak bir gün. İçime bir şey giymeyi gereksiz bulup, tenime değecek yünü kulak arkası ediyorum. Saat 12:30! 3o dakika kaybettim.

Denizin kıyısından gitme fikrim varken, bu tadı dönüşe erteliyorum. Trenden hoşlanıyorum. Kalabalıkla yolculuk ederken güzergahtaki manzaraları, kavşaklardaki yoğun trafiği, bekleyen arabaları, inenlerin binenlerin devinimini seviyorum. Fakat önce, ne kadarlık hakkım kaldığını bilmediğim Samkartıma kontör yükletmeliyim.

Görmeyi istediğim mekana en yakın durakta iniyorum. Bir süre yürüdükten sonra benimle aynı yönden gelip sağa dönecek araçlarla, karşıya geçecek yayalara aynı anda yeşil yanması gibi bir senkron sorunu olan köşede; döndükleri anda durup da yayalara yol vermesi gereken ama bunu yapanın şöförlüğüne sayıldığı kavşakta, karşıya geçmek için, ana yoldan gelen arabaların durma anını kolluyorum. O esnada; cep telefonuna uzak, kolunda saati olmayan, vakti el yordamıyla bulan kişi, 14:15'te başlayacak film için, 'ne kadar vaktim var' tahmini yapıyor.

Karşıya tek ışıkta geçebilmek için hızlı hareket etmeliyim. İlk bölümü geçip sağdan gelen arabaları kontrol etmem gereken orta refrüje geldiğimde, yeşil ışık sinyale başlıyor. Kısa bir 'Beklesem mi?' tereddütünün ardından, koşuyorum. 80 saniye kazandım!

Üniversitenin durağında tren bekleyen kalabalığa neşeyle müzik yapan gençlere kulak kesildiğim gün, sol yanımdan gelen sese döndüğümde elime tutuşturulan broşürdeki sokağı tahmin etmeye çalışıyorum. Evet burası olmalı... Burası olmalıdan vazgeçip bir sonraki sokağa girmeye karar veriyorum. O sokakta olmadığını biliyorum. Küçük mekanlı, çiçek balkonlu, deniz kokulu, parke taşlı sokaklarda yürümeyi seviyorum. Sahile inip doğru sokağa bu sefer altan giriyorum. Tamam burası! Avangart Sanat.

Dar koridorun solundaki sahne yazan aralık ve ışıkları sönük kapıdan kırmızı koltukları görüyorum. Saklı bahçesi pencerelerinden taşan kafe bölümünü sıcak ve samimi buluyorum. Güler yüzlü bir genç "Hoş geldiniz," diyor. "Merak ettim." diyorum. Oturmamı teklif ederken ekliyor: "Çay içer misiniz?"

Yaptığı işten duyduğu heyecan, bu heyecandaki umut, bu umuttaki sevinç yüzüne pek yakışıyor. Vaktim olmadığını, sinemaya gideceğimi, sonra uğrayacağımı ve bir oyunlarını izleyeceğimi, hatta bunu yazacağımı söylüyorum. Beni geçirirken gururla sahneyi gösteriyor; el emeği göz yordamı yaratımıyla ilgili sözler ediyor. Heyecanındaki tonu seviyorum. Bir takım 'pazarlama' önerilerinde bulunuyorum, tanıtımları için katkı yapacağımı, bir blogum olduğunu söylüyorum. Sohbetin içinde bir yere sıkıştırdığı 'Sanatın pazarlaması olmaz' cümlesinden bu konudaki çekingen tavrını hissediyorum. Gülüyorum. Cumartesi akşamı son kez sahnelenecek oyunları için bilet alıyorum. O "Bir kişi mi?" diye sorarken bir şey farkediyorum ve evet diyorum. Farkettiğim ve kendime ait bu duruma tebessüm ediyorum. Soyundukları işin gönülden sevmek gerektirdiğini -baştan- kabul ettiğim bu uğraşı diğer övgü sözcüklerimle çoğaltırken, aslında duruma uygun kelimeyi bulamadığımı belirten bir cümle kurup mekandan çıkıyorum. Dar sokakta yürüyüp deniz kenarına iniyorum.

Balık lokantalarının ve Meksika etkileri taşıyan görüntüsünü beğendiğim ama henüz gitmediğim bir pub'ın önünden geçerken, yaşadığım kentin sunduğu olanaklara seviniyorum. Bir kamu kuruluşunun kampıyken halkın kullanımına açılan yeşil alanın önünden geçip, konumu itibariyle ülkenin en güzellerinden biri olduğunu düşündüğüm AVM'ye geliyorum. Kontrol noktasından geçerken cebimdeki metalleri masaya bırakışıma teşekkür eden genç kızın hoş geldiniz tebessümüne, tebessüm ediyorum.

Önce, Mudo ve Koton'a girip mussano için bir şeyler bakmayı düşünüyorum; fakat saat kaç oldu bilmiyorum. Öğrenmem gerekli!.. Oley! Durumu anlatan cümleyi buldum: "Karpuz kabuğundan gemi yapmak". Filme yazdığım yorumdaki anımı hatırlıyorum. Durumun benzeşliğini göz önüne aldığımda tanımın mekana yakıştığını kabul ediyorum.

Sinema katına çıkıyorum. Kartımı kiosktan geçirip biletimi alıyorum. Garip belki... ama ben bu işlemi de seviyorum. Saat 2'ye yirmi var! Hımmm... Bu bana 35 dakika sağlıyor. Önce mağazaları mı gezsem, yoksa bir şeyler mi atıştırsam? Neredeyse her gecesi mangal yakılan yaz sofralarında aldığım kiloların ikisi gitti üçü kaldı. O zaman, atladığım öğünü sıcak çikolata ile telafi edebilirim.

-Bir sıcak çikolata lütfen!

Elimde tepsi balkona çıkıyorum. Güneş denize vuruyor. Yüksek bir geminin güvertesinde ve uçsuz bucaksız bir denizdeyim. Usul bir rüzgar yanağımı öpüyor. Oturduğum "Mc Donald's"ın, manzara açısından dünyadaki en iyilerden biri olduğunu düşünüyorum. Karşı kıyıya uzanıyormuş hissi veren iskele görüş açımda... Dudaklarım ıssız.

Çikolata her hücreme sıcağını bırakmaya devam ederken; önce D&R'da bir tur atıyor, sonra sinemaya giriyorum. 10 dakikam var! Fuayedeki koltuklardan birine oturuyorum. Yanımdaki salonda film arası. Bir küçük kız ve bir küçük oğlan çıkıyor. İkisi de cıvıl cıvıl. Sarışın kadın tebessümle yanaşıyor. Çocuklar patlamış mısır istiyorlar. Onlara bakan gözlerim tebessüm ediyor. Şarışın kadın patlamış mısırları almaya giderken, tebessümlerimiz eşleşiyor. Uzun kelimelerin yerini gülüşlerimiz alıyor.

Merdivenlerdeyim. Önümden genç bir çift yürüyor. Oğlanın elinden bir şey düşüyor. Farkedip uyarıyorum. Henüz onlarla yan yana oturacağımızı, sonra onların benim arka sırama geçeceklerini, konuşmalarına müdahale etme isteği yaşayacağımı ama bundan vazgeçeceğimi bilmiyorum. Film başlamak üzere... Biraz kaykılıyorum, başımı koltuğa yaslayıp bacak bacak üstüne atıyorum. Salonun kapısı hala açık...

Gelecek Program: Film Hissiyat ve Gün

*bizim evin önü

15 Ekim 2011 Cumartesi

Film Gün ve Hissiyat

Geceden yağan yağmurun soğuttuğu bir sabah... Kızılırmak Deltasındaki cennete göç eden kuşların konaklama alanlarından birinden, artık kuş ve ağaç sesleri yerine; testere, demiri kesen pense, kalıba dökülen beton, yerde sürüklenen demir ve çivinin ensesindeki çekiçin sesleri geliyor. Tüm bu sesleri uzağa koymak ve yoğunlaşmak için müzik gerekli. An itibariyle düşünmekteyim; bugüne, bu yazıya ve önceki günden aktaracaklarıma ne yakışır diye...

Öyle bir müzik olmalı ki; bu soğuk, kamyon sesli, ıslak ama yine de güzel günde bana gaz olsun. Madrugada ile Madeleiene Peyroux arasında gidip geliyorum. Lyambiko geçiyor aklımdan... ama onla iki gece önceyi paylaşmıştık; üç shot Zubrowka ve bir shot Lubelska eşliğinde...

Hala bir karar veremedim. Bir yandan da kahve saatimi bekliyorum. 23 dakikam var. Kararım kesin: Kahve, pencereden giren deniz ve toprağa bulaşmış yağmur kokusunu müzikle çoğaltacağım.

Sonunda, her dinlediğimde gaz pedalını dibe vurdurmama neden olan Chris Rea'da karar kılıyorum. Doğru seçim! Baba ne zaman jazee Blue dese, ben kendimi şehrin dışına atar, km saati tırmanırken, bakabildiğim son nokta 205 olur... du.

İki önceki gün:

Geceyi benle geçiren tırtılı kışlık diye tanımladığı eve bırakıp dönerken, üniversitenin durağında tren bekleyen kalabalığa neşeyle müzik yapan gençlere kulak kesiliyorum. O esnada, sol yanımdan gelen sese dönüyorum ve elime bir broşür tutturuluyor. Evet! Oyundan haberdardım ve küçücük afişini geçen yıl bizim mahalledeki duraklar ve elektrik direklerinde görmüştüm. Bu kez elimdeki broşürü iyice inceliyorum ve zaten geçen yıldan beri aklımda olan mekanla tanışmaya karar veriyorum. Soyundukları işin ne kadar meşakkatli olduğunu biliyorum. Böyle bir mekan açmaya cesaret edenleri takdir ede ede eve geliyorum.

Gün akşam ve hava karanlık, pencereyi açıyorum, denizi eve dolduruyorum. Madrugada'nın albümünü koyuyorum. Sıra ona geldiğinde üç kez şarkıyı başa alıyorum, hatta birinde iki hoparlörün dibine ve tam ortalarına oturuyorum. Sırtımı bu kez, çektiğim koltuğa veriyorum. Öyle dinliyorum. Derin ve etkileyen sesiyle her şarkıyı sahne sahne yaşatan, dünyadaki vokallerin çok çok iyilerinden biri olduğunu düşündüğüm Sivert Høyem'in bir cümlesinde asılı kalıyorum. O esnada klibini bulup bloga koymaya karar veriyorum. Sonra bu karardan vazgeçiyorum ve onu Mahala Rai Banda'nın Ghetto Blasters albümü ile değiştirip huzura eriyorum. Gece Lyambiko eşliğinde devam ediyor.

Hafta başından beri sinemaya gitme ve iyi bir film izleme fikrim var. Bu arzuyla My Bilet.com'daki hesabıma giriyorum. Seçtiğim filmi tıklıyorum; seansı seçiyorum, kredi kartı bilgilerimi giriyorum. Onaylamam istendiği anda vazgeçiyorum. Siteden çıkıyorum. Hayra yoruyorum, bıyık ucu tebessümüme takılı kalıyorum. Niyetime, bir ziyaret planı da ekleyerek perşembe günü saat 14.15'i koyuyorum.

İki önceki günden sonraki gün:

Bembeyaz bir gün. Beyaz sayfa açmak diye tanımlanan bir günün sabahı... mail'lerime bakıyorum. SDOB'dan gelen mail'e gülümsüyorum. İnce ifadelerle bir teşekkür ve bir hatırlatma. Hatırlatma kısmına hınzır bir tebessüm koyup, bir yanıt yazıyorum. Yazılarıma verilen değere seviniyorum. Gülümsememin neye olduğunu kendime saklayıp, yazmıyorum.

Bugün uzun bir aradan sonra ilk kez sinemaya gidilecek. Yalnız ve kimsesiz!

En zevkle yaptığım şeylerden birini yapmak için klavyenin başına geçiyorum. Net üzerinden bilet almaya bayılıyorum; eğlenceli ve heyecanlı buluyorum ama sebebini bilmiyorum. Üzerine uzun uzun düşünmeli, "bileti net üzerinden almanın tadı" diye bir yazı yazmalıyım. Elimde kahve kokusu, ritüel tadı bir keyifle My Bilet com.daki hesabıma giriyorum. Mekanlarımdan sinemayı seçiyorum. Salon bomboş, seçim şansım sınırsız. Üstelik seçtiğim film Salon 1' de; şehrin sinemalarındaki en sevdiğim üç salondan biri. Önü koridor olan, bacaklarımı yayabileceğim sıranın en ortasındaki koltuğu seçiyorum. Kredi kartı bilgilerimi giriyorum. Onaylamam isteniyor. Tereddütsüz bir coşku, heyecan ve arzuyla onaylıyorum. Şapşahane bir keyif, hain gülümsememin kenarından en lezzetiyle akarken; uzun düşünüşler, adlandırmalar, kararlar, anılarla çoğaltacağım biletimin çıktısını alıyorum.

Antrakt...

Gün Film ve Hissiyat

14 Ekim 2011 Cuma

Paris'de Gece Yarısı- Fragman!

Şu buraneros, hani şu yazıları yazan kişi; şimdi gelecek, klavyenin başına oturacak, cümlelerine başka başka anlar yerleştirip, lafı dolandıra dolandıra, pragmatizmden uzak, 'beğendiysen beğendim de kardeşim!' tavrı takınmadan, benim gibi net ifadelerle kısa yoldan anlatmak yerine, aslında özü şu olan uzun cümleyi kuracak: "Hayatımda gördüğüm en muhteşem final sahnelerinden biriydi bu..."

Owen Wilson'ın oynadığı Gil karakterinin altını çizecek, onun hayata bakışına, duruşuna, mizahla tatlandırılmış bu tavrı sevdiğine vurgu yapacak... ve filmin geneline hakim olan duygusu da şu olacak: "Bayıldım bu filme..."

Ve muhtemelen, hatta muhtemelen değil kesin: İçinde bulunduğu konjonktür birebir aynısı olmasa da, başka bir evreye geçiş sürecinde izlediği bu filmi, hissiyatını, aldığı keyfi; başka koşullar altında başka duygularla izlediği, ama detoks etkisi aynı olan
bir başka film ve günle eşleyerek, ve beğenilerinin altını sıklıkla çizerek , özü şu olan cümleyle tanımlayacak: "Cahil Perileri izlerken aldığım tat ve günle bu filmden aldığım tat aynıydı."

Filmi tazeliğinden dolayı top 50 listesinde standart bir yere oturtamamış olsa da, çok iyi bir deneme yazısı tadındaki bu filmin listesinde yer aldığını, ve bu filmi çok sevdiğini, bu kısa anın bıraktığı lezzetin zamanda ve onun içinde daha da çoğalacağını, tüm bu anları bu blogdaki yazılardan birine düşülmüş bir yorumdan aldığı derin ve öz bir cümleyle, o cümlenin açılımlarına ve yağmura sıklıkla vurgu yaparak; ben gibi "Güzel bir gün yaşadım." demek yerine, ballandırarak anlatacağını bir hissiyatım olarak özellikle belirtmek isterim.

Saygılarımla...

o klavyeyi elinden almadan tüyen ve adamını iyi tanıyan pragmatik kişi


Gelecek Program: Film, Gün ve Hissiyat

BU FİLMLE İLGİLİ ÇOK GÜZEL VE AYRINTILI BİR ANALİZ OKUMAK İSTERSENİZ BURADAN LÜTFEN

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP