28 Haziran 2010 Pazartesi

Unkapanı’na doğru

Kış, kimi zaman Balkanlar’dan, kimi zaman Kafkaslar’dan tüm zorbalığıyla saldırır, amanını keser İstanbul’un. Kışın zorlu geçtiği böyle bir şubat günü, Burhan Felek ya da Ulunay’ın eski kışları anlatan bir yazısından, Saraçhane’de karın at boyuna eriştiği aklımda kalmıştı.

Aksaray, Saraçhane, Şehzadebaşı, Zeyrek çocukluk anılarımı bıraktığım yerlerdi. İçimden turist rehberiymişim gibi, bir dolaşma isteği geçti. Yukarıya, Saraçhane’ye doğru düşsel adımlar atmaya başladım. İşte şurada, Pertevniyal Lisesi’nin bitiminde, Horhor’a doğru inen yolun hemen sağında, bir eski mezarlık olacaktı. Mezarların arasına kaçan topumuzu alırdık. Yanılsama mı bilmem, orada küçük bir cami olduğunu da anımsıyorum. Kimlerin mezarlarıydı ve varsa ne camiiydi ve ne diye yok edildi, onu da bilmiyorum. Saraçhane’de Hava Şehitleri parkıyla karşı karşıya iki güzel park vardı. Belediye binasının Nato toplantısıyla yapılacak olan açılışı 1960 ihtilaline rastladı. Hava şehitleri parkının arkasındaki itfaiye ve askerlik şubesi binaları mimarileri ile turizme kazandırılacak değerdedir. Şimdilerde karikatür müzesi olarak kullanılan Gazanfer türbe ve külliyesinin, binaları, yüzük taşı gibi küçük ve tipik Osmanlı güzelliğiyle, koca Bozdoğan kemerine yaslanmış, anasının kuzuları gibi görünür. Karşısında Vefa’ya yönelen yolun başında, çocukken hem okumakta zorlandığım hem anlamını bilemediğim Hıfzısıhha Enstitüsü’nden sonra ilk binasında Kuzgun Acar’ın madeni bir rölyefi bulunan, İtalyan mimarın yaptığı İMÇ binaları Unkapanı’na kadar bir zincirin halkalarıymışçasına salınır. Mimarın, çarşının ardındaki görüntüyü kapatmama düşüncesi hep saygımı çekmiştir. Binalar zincirine bir yerde ara vermiş, Süleymaniye’nin önüne geçmemiştir. Eski bir çeşme yok edilmemiş, süsleyecek şekilde binalardan birinin duvarına gömülmüştür. Unkapanı’na yaklaştıkça Bedri Rahmi’nin olduğunu sandığım, duvar süslemeleri görülür. Küçükpazar’a giden yolun başında -bu kez yalın- bir Osmanlı yapıtı; Şep Sefa Hatun Camii ve Külliyesi vardır. Tam karşısında Bizans sarnıcının kalıntıları ve onun biraz üzerinde Sedat Hakkı Eldem’in Ağa Han Mimarlık Ödülünü almış olan SSK binaları bir selsebil gibi akar. Ne var ki, -dış cephenin bakımsızlığının üstüne tuz biber eker gibi- önüne dev bir reklam panosu kondurulmuştur. Mimarinin görünüşünü engelleyen bu saygısızlık, bir bakıma utancımızı gizliyormuş gibidir. Bir kaç yüz metrelik yokuşta, biri diğerinin omzuna yaslanmış, ayakta durmaya çalışan binalarıyla yorgun bir tarih izlenir. Bizans sarnıcının kalıntılarının üzerinde Zeyrek Mehmet Efendi Camii’nin, İstanbul alındıktan sonra camiye çevrilen ilk kilise olduğunu ve adı Pentokrator olan bu kilisede bazı imparatorların taç giydiğini okumuştum. Bu yükseltiden bakıldığında gözlenen görüntü; Harem’den Sarayburnu’na bakıldığında görülen güzellikle yarışan, insana resmini yapma isteği uyandıran bir görüntüdür. Sonra adının neden Filyokuşu olduğunu bilmediğim dik bir yokuş ve bundan sonrasına “Merhaba Cibali!” denir.

Bir insan, sevdiği mimari bir yapıyı ya da bir heykeli sabahtan akşama kadar etrafında döne döne seyredebilir. Sonra aydınlatılmış meydanda akşamdan sabaha kadar tekrar seyredebilir. Bu yapılara, ışığın değiştiği her açıda, hangi açıdan bakılırsa nasıl değiştiğini görmek için usanmadan bakılabilir. Resim seven biri için de geçerli bu. Koltuğunun karşısındaki duvarda asılı duran tabloya yıllar boyu bıkmaksızın bakabilir, keyifle kahvesini yudumlayabilir. Bir insan, sevdiği bir şiiri öğrendikten ölünceye dek yüzlerce kez söyleyebilir. Bu, bir şarkıyı seven biri için de geçerlidir. Hatta, elleriyle ayaklarıyla ritim tutup ıslıkla bile mırıldanabilir. Roman ve yedinci sanatın ürünleri bu bakımdan şanslı sayılmaz. En sevilen film kaç kez seyredilebilir? 1960’lı yıllarda okuyup da beğendiğim “Gazap Üzümleri”ni tekrar okumak isteyişimde, kitabın kalınlığı gözümün önüne geldikçe, isteğimden caymışımdır hep. Okuyamadığım daha bunca kitap varken onu ancak başka bir kitabın bulunmadığı ıssız adada yada hapsedildiğim bir odada tekrar okuyabilirim, diye düşünürüm. Tekrar tekrar okuduğum kısa romanlar ve seyrettiğim filmler yok değildir. Teknolojinin çılgınca gelişmesine baktıkça en kalın kitapların da beş dakikada okunabileceği günlerin -hem de çok yakında- geleceği şaşırtmıyor beni. Ne ki, yaşamımın o günlere erişmeyeceğini biliyorum..

Ekmel Denizer

Henüz yayımlanmamış Son Yılın Üç Mevsiminden...

26 Haziran 2010 Cumartesi

25 Haziran 2010 Cuma

Mustafa Özkent ve Orkestrası ile kahve kokusu, yanında bir de kitap

Onu tanımıyorsanız dahi, eğer iyi bir Türk Filmi izleyicisi iseniz ya da yaşınız TRT'nin siyah beyaz günlerine ulaşıyorsa, şarkıları dinlediğinizde hemen hatırlayacaksınız.

Üsküdar'a gider iken

Benim Mustafa Özkent adını öğrenmem, yaklaşık üç yıl önce okuduğumda şaşırdığım bir gazete haberiyle mümkün oldu.

Köşeye sıkışmış haber; 1973 yılında çıkardığı Gençlik ile Elele adlı albümün, aradan geçen onlarca yıl sonra başta Amerika olmak üzere pek çok batı ülkesinin müzik listelerinde yer bulmuş olmasıydı. Üstelik  mesele sadece bu da değildi. Albüm, dünya müzik otoritelerince ve camiada kült kabul ediliyor, 2007'de müzik eleştirmenlerinin en iyi 10 albüm listelerinde kendine yer buluyordu. Mevcut kayıtları da Amazon.com'da satıştaydı.

Merak edip tıklamıştım. Ve "maymun kapaklı" bu albümü orada görünce, pek de sevinmiştim. Bu yazıyı o zaman niye yazmadım, hayret! Neyse, haberi olmayanlar duysun, duyanlar duymayanlara duyursun.

Burçak tarlası

Yine gününde yazmam gereken ama yazamadığım bir kitaptan, hem de dünyanın en ucuz ama aynı zamanda en yararlı kitabından haberdar edeyim sizi. Belki gazete köşelerinde rastladınız ya da bankanın duyurularıyla haberdar oldunuz. Buna rağmen, belki "adam sende" yaptınız. Çünkü az daha biz de yapıyorduk. Kitap, "Karneni göster kitabını al." sloganıyla sürdürülen kampanya çerçevesinde, -görme engelliler dahil- ilköğretim öğrencilerine hediye edilen "Yazarlarımızdan Öyküler". Ben elimden düşüremedim. Binlerce öykü içinden, adam sendecilik yapmaksızın, emek vererek bu kadar güzel bir seçki oluşturanları ve buna sebep olan T.İş Bankasını kutlamak gerek. Kitap, sadece Doğan Hızlan'ın "Güzel Öykülerle Baş başa" başlıklı sunuş yazısı için bile edinilmeye değer. Yazarlarımızdan Öyküler; özellikle kitaplara uzak duran küçüklere, sadece bu sunuş yazısı ile bile gaz verecektir, emin olun.

18 haziranda dağıtımına başlanılan kitap kalmış mıdır banka şubelerinde bilmiyorum. Her bir öykünün önünde yazarıyla ilgili olarak hem üslubu, hem yaşamı, hem de eserleriyle ilgili kısa ama içerikli bilgiler de var. 132 sayfalık, hazine değerindeki bu kitapta kimler yok ki... Bir kaç isim verirsem, bu seçkinin ne kadar lezzetli bir başlangıç kitabı olacağı; çocukları, Türk Edebiyatının bu çok değerli yazarlarıyla erken yaşlarında tanıştırarak onlara, ne kadar güzel bir yol haritası oluşturacağı daha iyi anlaşılabilir.

S. Faik Abasıyanık, Adalet Ağaoğlu, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Necati Cumalı, toplam 15 yazarın 15 öyküsünün yer aldığı bu güzel kitabın ilk aklıma gelen isimleri.

Kendi çocuklarınız ilköğretim çağını aşmışsa, ya da çocuklarınız yoksa, etrafınızdan bir çocuğun elinden tutun ve karnesiyle bir İş Bankası şubesine götürün. Onun kitaplarla süslenecek serüveninde ilk ayak izi siz olun.

Lorke lorke

24 Haziran 2010 Perşembe

Yazı İşte!

Saat dört gibi yağmurun sesine uyandım. Evin etrafındaki duruma bir göz atıktan sonra yatağa dönemedim. Buse'nin peşinden "abla abla" diye bağırarak koşan Sude'de takılıyım artık. Mardin'deki düğünevi katliamındaki küçük kızın gözyaşları hiç terk etmemişti beni... Hatta şöyle bir not düşmüştüm akıp giden zamana: "Saat 19:05. Televizyonda bir kız çocuğu hıçkırıklara boğulmuş, kimseler tutamıyor. Yakarışları can yakıcı, en çok da, gözyaşı ve feryada bürünmüş şu cümlesi: O benim ablam değil, annemdi... Benim, annem öldü.

Ben orada koptum... Yokum artık!.."

Cd çalara bir albüm koydum: Soledad Bravo. Önce, evet önce, küf kokulu izbelerin diken üstü karanlıklarında dizlerine yatılmış devrimci romantizm anlarına gittim.

Hasta Siempre'yi onun kadar güzel söyleyenine tanık olmamıştım, taa ki o güne kadar... İlk Joan Baez'la tanımıştım şarkıyı... Tıfıl devrimcilerin "ikon aşkı", Joan Baez.

Sonra, "sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün neyleyim ben" geldi. Gitarı ve vokali aklıma karıştı...

Kanapeye uzanıp, birleşmiş ellerimi kafamın altına yastık yaptım. Bacaklarımı uzatıp, ayaklarımı kanapenin kolçağına koydum. Başı göklerde ağaçlara yoldaş oldum, pür kulak... Duyduğum en yalın, en içe işleyen, hikayesini en iyi anlatan seslerden birine, Soledad Bravo'ya teslim ettim kendimi... Bir başka sesi de, öleceğim güne sakladım.

Onu dinlerken, sanki birileri alt yazı geçiyor sanıyorum aklıma... Sanki o, sözleri Türkçe bir şarkı söylüyor. Müziğin evrensel bir dil olduğunu, en çok onu dinlerken hissediyorum. Dinlediğim albüm 68 ruhunun evrensel bir yansıması Cantos Revolucionarios De America. Bravo’nun otantik yorumu, doyulmaz, yalın, berrak sesinin gücü kaçınılmaz bir biçimde yoldan çıkarıyor insanı, alıp götürüyor zamanın derinliklerine.

Daha önce duydunuz mu, kendini tanır mısınız, hiç dinlediniz mi bilmem... Onu bana "Kitarist" tanıştırdı. Öyküsüyle, ruhuyla, karmaşıklığı ve kırılganlığı ile bu kadar örtüşen bir ad görmemiştim o güne kadar. Selvipınar... O bana gönderene kadar, hiç haberdar değildim devrimci şarkıların en güzel sesli kadınından, hatta başlangıçta, Latin bir grup sanmıştım.

Bir sinema sitesinde öylesine yazılar yazıyordum. O günlerin havasını atmadan, bu yazıdan geçemem ... Hayranlarım oluşmuştu. Çok güzel mesajlar alıyordum; uykusuz kalmış gecelerin suçunu bana yükleyen. Öyle insanlardan, öyle güzel cümleler duydum ki; sonunda kendimi bir şey sandım.

Yağmurun ritmine kapıldığım bugünkü yolculukta, yazma günlerinden edindiğim dostlukları düşündüm. Kitarist'in beni akademisyen biri sanmasına, hatta karşılaştığımız ilk gün mesleğimi öğrendiğinde şaşıran, beni edebiyat öğretmeni ya da öğretim görevlisi olarak hayal eden Captaiin'e güldüm. Farkettim ki; bugüne kadar, arkadaşlarım, iş çevrem dışından tanıştığım insanlar, hiç bir bağ kuramamışlar mesleğimle ben arasında... Oldukça kariyerli (akademisyen)bir kadının attığı şaşkın maile verdiğim yanıtları, bir yazıya konuk etmiştim zaten.

Yine klavyemin freni patladı farkındayım. Sabah, taslak bile olmamış satırların sele kapılıp "reader"a düştüğünün de farkındayım. Yarattığım kirlilik için özür dilerim.

Dedim ya, şaşkınım, üzgünüm, yolcuyum bugün. Bir abi ya da abla yitikliğinin gelecekten neler çaldığını bilirim. Kaç keyifli konuşma, gülüp eğlenme, dertleşme, teselli arama gecesi eksilir yaşamdan. Aynı odada bir gece ansızın tek kalmak, sonra yaşama yeniden başlamaya çalışmak. Zordur.

Venezüella'lı bir ailenin İspanya'da doğmuş, sonra Venezüella'ya dönmüş, 1943 doğumlu kızıdır Soledad. Mimarlık, edebiyat ve psikoloji eğitimi görmüştür. Çok geniş bir yelpazede söyler şarkılarını...

Çamaşır makinasının bile aklı şaştı bugün. İki tokat sağına, iki tokat soluna, anca öyle çalıştı.

Sersemlik diz boyu...




Hasta Siempre

Santiago de Chile

Que Dira El Santo


Görsel: Rachel Conable

22 Haziran 2010 Salı

Hayat bir şey olmamışcasına devam ediyor gibi yapalım mı?

İçim sıkkın... Oysa hevesim; geçen perşembe gününden beri yaşanan keyifli anları, konuğumuz olan -bir ilk- filmin yapımcısı, yönetmeni ve görüntü yönetmenin gözlerinden, keyifli bir rakı masasına her bir sözcükle birlikte dökülen ışıltıları yazmaktı.

Memleketin her köşesine dokunan şahane sohbetten sahneler aktarmak, bildiğiniz pek çok televizyon dizisinde yönetmen yardımcılığı, yönetmenlik, görüntü yönetmenliği, yapımcılık yapmış bu insanların; adı bende saklı bu filmin geleceği üzerine kurdukları düşlerin heyecanını, o heyecandaki samimiyeti, coşkuyu yansıtmaktı.

Henüz varlığından Kültür Bakanlığı ve yakın çevrelerinin, ekibin ve oyuncuların dışında kimsenin haberdar olmadığı filmden kısa tüyolar vermek, oyuncularından söz etmek, mekan bakma yolculuğundaki bu insanların ağzından henüz basına yansımamış ilk bilgileri blogda aktarmanın havasını atmaktı.

Çok keyifli ve heyacan yüklü bir yazı planlamıştım. Evin ufaklıklarının kulak kesilmiş tanıklıklarını, filmin perde arkası görüntüleri ve belgeseli için çekilen fotoğrafları, yapılan kayıtları, o kayıtlara ufaklıkların verdiği pozları, geceyi ve evimizin bahçesini süsleyen esprileri bütün sıcaklığıyla uzunca bir yazıya katmaktı arzum.

Önce Gediktepe'de şehit düşen askerlerin acısı, en çok da, evet en çok da bir servis otobüsünde ölen Buse'nin acısı, ellerimi ve yüreğimi klavyenin uzaklarına düşürdü.

Günboyu kendi yazılarımın içinde dolaştım.

Oturup durum üzerine bir yazı yazsam, her olay karşısında aynı nakaratları tekrarlayan büyüklerimizden, televizyonları işgal eden medya yıldızlarımızdan farkım kalmayacağını farkettim.

Çünkü 30 yıldır devam eden aynı nakarat...

Pazar günkü "baskını", onu baskın diye adlandıran medyanın haber yapma durumunu, olay üzerine ahkam kesenlerin uslubunu, siyasetçilerin tutumunu yazmak için yeni bir yazıya hiç gerek olmadığını, "Öfkem Büyük" adlı yazımı alıp sadece mekan adını değiştirerek yayınlamakla sorunu halledeceğimi gördüm. Siyasete vurmak istesem, "Kürt Açılımı Diye Diye..." ve "Güncel ve Gelecek Üzerine Ütopik Sayıklamalar"da söylediklerimden farklı bir şey söylemeye gerek olmadığını farkettim.

Birbirinin kopyası süreçler yaşıyoruz. Sürekli bir repete* hali...

Beni en çok, sorunun bir parçası ya da tarafı olmak anlamında en ufak sorumluluğu olmayan insanların hayatındaki "son" yazıları hırpalıyor.

Bir bitirebilsem, "Aksiyonlu günler... Umur" adlı yazı dizisini... Ki vurgusu "umur"a dır. O zaman daha çok anlaşılacak Buse ve Mehmetcik gibi örneklerle nelerin yitip gittiği...

Keyfim hiç yok. Dolayısıyla umutlu, gülümseyen, şıkır şıkır bir yazı da yok klavyemin tuşlarında. Ne yapsam, ne etsem olmuyor... olamıyor.

Buse'nin umutlarını, hayattan beklentilerini görüyorum ne yana dönsem. Kader denen şeyin ufacık hamlelerle değiştirilebilir olduğunu; tanıklık ettiğim, hikayeleştirmeye çalıştığım sürecin iki kahramanından biliyorum.

Ve ne yapıp etsem de, bugün keyifli bir yazı yazamıyor, akıp giden zamana küçük notlarımı düşmekle kalıyorum.

Buse'ye her baktığımda da, elinden alınmış hayallerini ve çocuklarımızı görüyorum.

*Giyim sektöründe aynı malın tekrarı anlamında kullanılan bir söyleyiştir.

21 Haziran 2010 Pazartesi

Babasız büyümemek

L.N., savaş başladığında ondört, bittiğinde yirmi yaşındaydı. Sonra, bir 27 yıl daha savaş içindeki altı yılını yaşadı. Dört roman, otuzyedi öykü ve sayısız şiir yazdı. Yapıtlarının tümünde, altı yılın sadece bir gününü anlatıyordu. Tamamını yazması için daha haftalar, aylar ve pek çok 27 yıl gerekiyordu. Ama bir gece, elindeki kalem yere, başı defterdeki bitmemiş bir yazının “Silah tacirleri evlat acısı tatmadı, torpille cepheden uzak tuttular onları” tümcesi üzerine düştü.

T.R, savaş başladığında altı aylıktı, yaşını dolduramadan ya da ne olduğuna akıl erdiremeden, annesinin altında ezildi. Görenler anneannesi sandılar annesini, öldüğüne mutlu olmuştur, diye anlam verdiler, oysa yirmibirine yeni basmıştı ve ölürken, üstüne kapaklanarak yavrusunu kurtardığını, kendisinin son bulan “şimdi”sini bebeğinin geleceğine bıraktığı sanısıyla gülümsüyordu.

Savaş başladığında ellisekiz yaşında bir babaydı T.E.A, bittiğinde hem oğlunu, hem aklını yitirmişti. Sağ eliyle bir çocuğun elinden tutmuş da yürüyormuş gibi yürürdü. Daha ne kadar yaşadığı (yaşadı sayılır mı) bilinmez.

W.B., savaş bittikten sonra iki yıl daha, “Savaşa hayır”ın bildirisi; “Kapıların Dışında”yı yazmak için yaşadı. Öldüğü gün, oyununun yedi ülkede sahnelendiğinden habersizdi.

H.B: “Ve O Hiçbir Şey Demedi”


E.L’
ye göre, başladı bitti. Hep öndeydi, soluklanamadı doğru dürüst. Burnuna gelen barut kokusunu koklamamak için, ikide bir parmaklarıyla burnunu kıstırırdı. Böyle bir tikle ve her şeyi bilgece karşılayıp, karısının çocuğuna babalık yapmaya çalışarak yaşadı. Savaş konulu yüzlerce filmin hiç birini seyretmedi.

A.A., milyonlarda bir yetişen bilim adamıydı. Yurdunu terk edip, savaşsız bir ülkeye gitti. Bir daha geri dönmedi. Bir olasılıkla dargındı öldüğünde.

“Emredersin!”, R.B’nin ağzından çıkan ve aynı anda komutanı M.R’nin duyduğu son sözdü...

S.D.’nin ölümünü bay ve bayan M.D.’lere bildiremediler. Tanrı, onları evlat acısından esirgeyip, çok önce, daha ilk bombardımanda yanına almıştı.

M.B., savaş başladığında dokuz, bittiğinde, -annesiz, babasız, ablasız ve sağ bacaksız- bir sahra hastanesinde onbeş yaşında yeniden doğdu. Savaşı anlatan ne bir roman okudu ne de bir öykü...

R.R.D., düşünde ırmağın kıyısındaki evlerinin bahçesinde çocuklarıyla voleybol oynuyordu. Top tam sardunya öbeğinin ortasına düştüğünde düşünden de, uykusundan da sonsuza dek uyanamadı

Ne B.Y. salavat getirebildi, ne M.N. istavroz çıkarabildi, karşılıklı siperlerde ölümün eşitliğine yuvarlandılar...

E.H., Son savaştan onüçyıl önce “Güneş de Doğar” demişti.

İ.İ., savaş başladığında ellibeş yaşında, bir devlet başkanıydı. Ne savaşlardan çıkmış, çok gerilerde bırakmıştı Batı Cephesini. Ülkesini bu savaşa sokmamak için olağanüstü bir sabır ve gayretle yapayalnız savaştı. Bittiğinde savaşın tek galibiydi. Ülkesinin çocuklarına “Sizi aç bıraktım ama, babasız büyümeyeceksiniz” diye seslendi.

Ekmel Denizer


.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Kelimeye Takıldım ve Bu Kez Ben Abarttım

Birisi hakikaten müthiş gerilmiş...

Ben manik sanıyordum ve gülümseyerek bakıyordum. Ama dünkü benzetmesi hakikaten durumun depresif de olduğunun göstergesiydi.

Anlaşılıyor ki, ateş bacayı iyice sarmış.

Sürekli oraya buraya saldırmalar... Her söze anormal derecede kulak kesilmeler... Her cümleden manalar çıkarıp, görmezden gelemeyip üzerine atlamalar... En köşe yazarlarının cümlelerine yanıtlar yetiştirmeler, alemin tümününün sözlerinden alınıp malzeme çıkartmalar, durumun vehametini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor sanki.

Bir de farkediyorum ki, sürekli bir yeldeğirmeni yaratma hali mevcut, ve üst perdeden bağrış çağrışlarla o değirmenleri dövüp dövüp duruyoruz. Tüm bunlardan da kahramanlık destanları çıkartıyoruz.

Bu zavallı, derinliksiz, lümpen, gözü yaşlı sığınmacılık hali ve kendini sürekli gündemde tutma çabaları; bir süre sonra, "bakakalırım giden geminin ardından" halini yaşama korkusundan diye düşünüyorum. Benim teşhisim böyle...

Cumhurbaşkanlığı hayalden de öte, gerçekleşmesi mutlak bir hedefti gözünde ve neredeyse kesinliği matematik olarak sabitti. Bu güvenle ertelenmişti bir dönem sonraya. Hem karizmasına karizma katmış, kocaman bir fedakarlığı gözümüze sokmuş, gözü makam koltuk sevdasında olmayan bir insan cakasıyla, havasını da basmıştı.

Kendi aklınca, önünde, o makamı güçlendirecek değişikleri yapmaya olanak tanıyan uzunca da bir zaman vardı. Her yetkiyi istediği gibi dizayn edip, ülkenin tüm kurumlarını törpüleyip istediği kıvama getirerek, pek sevdiği "Arap" kardeşleri örneklerindeki gibi bir devlet başkanlığını da, çantada keklik görüyordu.

Diktatoryal hesaplardan değildi ama bunlar... Çocukca ve masumane heveslerdi hepsi. Kendini "en" görmek de, insanca bir duyguydu. Ülkesini neden böyle bir yetenekten yoksun bıraksındı.

Devraldığı ülke 87 yıldır tek çivi çakılmamış bir coğrafyaydı ve onca yılda yapılamayanları 8 yıla sığdırarak, kıskanılır bir ülke haline getirmişti. Ama bu yükselen ve onun şahsında güçlenen ülkenin askerlerinin kafasına çuvallar da onun zamanında geçirilmişti. Onca emperyaliste kafa tutan, onları vatan topraklarından kovan ülkenin yerini elçileri aşağılanabilen bir ülke almıştı. Bu kadar kusur kadı kızında da olurdu. Son olaydaki gemi de Komor bandıralıydı zaten. Çok yönlü dış politika açılımımızın ufacık kusurları olarak görülebilirdi tüm bunlar. Üstelik elimiz kolumuz bağlı durmuyor, her olayda gürlüyor, ama bir türlü yağamıyorduk. Olsundu.

Sanırım sayın profil şu aralar, seçim sürecine girilmesiyle yükselen ve hareketlenen toplumsal muhalefete ve önüne gelen anketlere bakınca yakın geleceğinde, 12 eylül tasfiyesinin ürünü olan Anap'ın akibetini görmeye başladı. Bu korkuyla dökülüyor, herkese yetişmeye çalışan akıl yoksunu kelimeleri... Artık mağduriyet alanları yaratamıyor ülke içinde, bu yüzden dışarıdan malzemelerle saldırıyor içeriye.

Dalga geçercesine konuşmaya çalışan yüzünün ifadesindeki gülümsemeye bakıyorum; kendinden emin bir güçten ziyade "mış" bir güçlülük görüyorum. Kalabalıklara söyleyecek malzemesinin kalmadığının en çok o farkında sanki... Vadettiği, parlattığı, saldırdığı her şey sonuçlanamadan, olumluya yönelemeden elinde patlıyor, yavaş yavaş... Ve belki de farkına daha çok varıyor ki; "Konjonktürle gelen, konjonktürle gidiyor," hem de bir daha gelmemek üzere...

Ve ona en çok batan ve onu en çok korkutan da şu sanırım: Böyle gelenlerin gideceği farkedildiğinde, önce etraflarındakiler kendilerine yeni kapılar aramaya başlıyor, oralara kapakları atıp daha da yalnızlaştırıyorlar kişiyi, kahırlara sürüklüyorlar. O şaşalı günler, o ben neymişim yahu hallerinin çakma yaldızları bir bir dökülüyor. Ve biliniyor ki; o korku bedeni sarmışsa, ecel de mutlaka geliyor. O zaman da iyicene pervazsızlaşıp her koz oynanmaya çalışılıyor. Tek kişilik ve kontrolsüz bir güç hakim kılınıyor akılda...

Yoksa kırk yıl düşünülse akla gelmeyecek, kimsenin bugüne kadar ufacık da olsa aklının kıyısından köşesinden geçirmediği bir benzetmeye sığınma ihtiyacı niye duyulsun ki...

Allahını seven bana söylesin; köpeğine "Arap" adını bir ırkı, ulusu aşağılamağı düşünerek koyan bir tek kişi bile olmuş mudur bu ülkede? Yoksa, köpeğinin rengine yönelik olarak koyulmuş, sevgi yüklü sempatik bir sözcük müdür Arap? Ve en çok hangi ekonomik gücün olduğu sokaklarda rastlanır Arap adlı köpeklere, biri başbakana söylesin allah aşkına...

Yahu kimin aklına gelirdi ki bu ülkenin yedi düvele kafa tutan başbakanı ateşli bir "nutkunun" içine bu ibareyi koyarak, bir ırka arka duracak ve onları; kendi ülkesindeki insanlara çakarak, aslanlar gibi savunacak...

Yoksa buradaki hayallerin imkansızlığını görüyor olmanın, yeni yeni sevgilerde, hayallerde teselli aramanın, insanın pek dili varmıyor ama, hani manik- depresif bir halin dışavurumu mu tüm haller... Acaba?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP