15 Mart 2010 Pazartesi

Gençler Caddesi’nden Geçme Ihlamurlar Kokarken*

Ne ülkenin nasıl düzeleceğinden, ne avrilin beşinden, ne önce ekmeklerin bozulduğundan, ne şarkılardan, ne de hiçbir şeyden kimselere söz etmeyeceksin.

Vakıflar idaresindeki işinden istifa edebilirsin.

Baharın, hele çiçeklerin; papatyaların sarısının, beyazının adı geçmeyecek. Ne pelemürün, ne köygüçürenin, ne çobanaldatanın, ne sütleğen ne de fesleğenin.

Bir bahar akşamı kimseye rastlamayacak, baharda bu yıl melal var demeyeceksin. Baharın gülleri açtı, diye mırıldanmak yok.

Ne evveli, ne ahiri, ne kimyonu, ne kekiği, tümüyle baharat dokunuyor sana.
Şu saat baharı olmayan bir kente bir bilet kestir kendine. Yoksa dellencen oğlum.
Yaşını başını almış bir adamsın bahar gelmişmiş… neyine?

Bir daha da Gençler Caddesi’nden geçme ıhlamurlar kokarken.

* Gençler Caddesi, Bakırköy’ün demiryolu boyunca uzanan ve bildim bileli aşıklar yolu denilen caddesidir

*Yazı Sayın Ekmel Denizer'indir.

14 Mart 2010 Pazar

GÖKYÜZÜNDE UÇMAK

Ben sık sık uçağa binen birisiyim. Ancak kendi kendime uçmayı hep hayal etmişimdir. Hem neden olmasın ki?

Bir gün okuldan geldiğimde yine aynı şeyleri düşündüm ve ‘’Denemekten zarar gelmez.’’ dedim. İlk olarak kendi kendime bir planlama yaptım. İnternete başvurmakta yarar olacağını düşündüm. Ve kanat yapıları hakkında araştırdım. İstediğim sonuçları alamadığım için bir kütüphaneyi ziyaret edip ansiklopedileri araştırdım. Gerekli bilgileri toplamıştım. Ama tespit etmem gereken malzemeler vardı. Aynı zamanda boyutlarda. Malzemeler için babama, boyut için ise öğretmenime başvurdum.

Malzemeleri bulmak kolay olmamıştı. Neyse ki bu zorluğu da yendim. Eh sanırım en zoru malzemeleri bulmak oldu. Oh be! Bu iş de tamamdı. Ama en korktuğum bölüme yani denemeye gelmiştim. Korkuyordum. Küçük bir kulübenin çatısına çıktım. Gözlerimi kapattım ve 1, 2, 3 uçuyordum. Biraz yükseldim. Bir anda bir cesaret geldi. Ve bulutların üzerine çıktım. Yanımdan uçaklar geçmeye başladı. Onlara el sallıyordum. Bir an yoruldum ve o yumuşacık bir pamuk tarlası gibi görünen bulutlara uzanmak istedim. Bunu gerçekleştirdim. Kendimi bıraktım ve ne olduğunu anlayamadım. Gözlerimi açtığımda yatağımdaydım. Bir sağa baktım, bir sola. Sol tarafımda yaptığım kanatlar, duruyordum. Yoksa tüm yaşadıklarım gerçek miydi? Bunu ben bile çözemedim.

Yazı Naz Özsamsun tarafından yazılmıştır.

13 Mart 2010 Cumartesi

Mahalle

Geçenlerde bir akşam, bir konser öncesinde, yanımda götürmek için kitap aranırken, elimi kitaplığa atıp çektiğim kitabın başına attığım tarihe baktığımda farkettim ki; onu okuduğumda, henüz 16 yaşımdaymışım. Kenarda ve harbi bir mahalleden şehrin önemli caddesindeki evimize taşınalı henüz 3 yıl olmuş.

Pal Sokağı Çocukları, nasıl ki çocukluğumun ve hayatımın iz bırakan kitaplarından biriyse, Vasco Pratolini'nin Mahalle'si de ergen yılların ve hayatımın iz bırakan kitaplarından bir diğeridir.

Asansörcülükten garsonluğa kadar farklı pek çok işte çalışmış, daha sonraları gazeteciliğe başlayıp önemli bir İtalyan haftalık dergisinin yönetimine getirilmiş olan Pratolini; bu romanında, yüksek bir insan sevgisi teması üzerine küçük yaşların henüz bir tabana oturamamış arzularını, meraklarını, utangaçlık duvarının eşiğine takılan cinsel isteklerini, acıma duygusunu, romantizmi, dedikoduları ve bıçkınlığın tüm hallerini inşa eder.

Yoksulluktan başlayan bir yaşamın ve farklı alanlarda çalışmış olmanın getirdiği birikimle döker satırlarına; insanın durumlarını ve onun iç dünyasını... Sanat tarihi öğretmeni olmasının etkileri, romandaki betimlemelerin verimliliğinde gösterir kendini.

Kitabın temel özelliklerinden biri, savaş öncesi ve sonrası gibi iki farklı süreçteki değişimleri, çok hoş bir edebi dille resmetmesidir.

Mahalle; İtalya'nın ikinci dünya savaşına henüz girmediği sancılı yıllarda, yoksul bir mahallede yaşayan kızlı erkekli beş gencin aşkları, düş kırıklıkları üzerinden bir çok yan hikayeyi de ortaya koyarak, sizi satırların arasından alıp anlattığı yaşamın içine oturtur. Kitabın kokusu sandığınız şey, aslında sokakların, evlerin ve caddelerin kokusudur.

Belki çocukluğumun ve ergenliğimin ilk yıllarını, çok renkli ve çok özel bir mahallede geçirmiş olmanın anıları ve birikmişliklerinin tadıyla okuduğum için çok seviyorum bu kitabı. Belki de önerdiğim her insanın kendi yaşamları ve duygularıyla kurdukları paralellikler sevdiriyor Mahalle'yi.

Tümüyle insan kokan bu kitabı eğer bulabilirseniz, kesinlikle okuyun. Yaşınızı başınızı aldıysanız, ilk gençliğinizin güzel sokaklarına gidersiniz; anne ya da babaysanız, çocuklarınızı daha iyi anlarsınız; gençseniz, duygularınızın, kırıklıklarınızın, heyecanlarınızın, utangaçlıklarınızın yalnız olmadığını görür, içine karıştığınız kalabalıkla huzur bulursunuz.

Benim önerim; kolleksiyon değeri olan bu kitabın peşine düşün... Seveceksiniz.

12 Mart 2010 Cuma

Saraydan Kız Kaçırma

Sonda söyleneceği baştan söylemek gerekirse, yine muhteşem bir geceydi. Seyirci de zaten alkış ve çığlıklarıyla ortaya koydu yaşadığı anın keyfini... Pazartesi gününün meşhur sendromunun gazını alarak güzel bir haftaya yolculadı tüm salonu, Devlet Opera ve Balesi sanatçıları... Eserin, içinde diyaloglar da barındıran neşeli ve sonu mutlu biten bir opera(singspiel) olmasının yanısıra... Konunun İstanbul'da geçmesinin, bize yakın karakterleri içinde barındırmasının, Mozart'ın Türk dinleyicinin kulağına en aşina besteci olmasının seyirci üzerinde olumlu bir etkisi olduğunu düşünsek de; o gece, tüm bu referansları aşan bir büyü vardı salonda. Perdenin açılmasıyla birlikte özellikle kadın izleyiciden yükselen "a..aaa!" nidası, dekorların başarısını onaylıyordu. Sahne arkasındaki dev perdeden yansıyan mutedil dalgalı denizle tamamlanmış olan dekor etkileyiciydi. Oyunu daha da canlı ve renkli kılan başarılı kostüm uyarlamalarının altındaki imza Aydan Çınar'dı. Saltanat kayığının, dalgalı deniz görüntüsünün önünden saraya gelişi tüm dekorla uyumlu bir güzellik sergilerken, yarattığı sahicilik, çok başarılı ve hoştu. Ufak oynamalarla sarayın içi ve dışını aynı sahnede yaratabilmek ve onca şıklığı seyirciye benimsetebilmek önemli bir başarıydı. Oyunun, dolayısıyla oyuncuların performanslarını parlatan bu uyarlamaların altındaki imzanın sahibi Filiz Dinç; başta kadınlar olmak üzere seyirciden hakettiği karşılığı, perde aralarındaki fısıldaşmalara hakim olan takdir cümlelerinde fazlasıyla alıyordu. İki soprano, Zerrin Karslı(Constanze) ve Esra Erdoğan(Blondchen) olağanüstüydüler. Kısa bir süre önce dünyaca ünlü soprana Otelia Ipek'i izlemiş izleyicinin ona verdiği değeri gördüğümde -Türk insanının bizden olmayanı abartma ve kıyas duygusunu da göz önüne alarak- ana karakter Constanze'yi canlandıran Zerrin Karslı için endişelenmiştim. Özellikle, ikinci perdede ayışığının vurduğu balkonda söylediği hüzün yüklü aryada o kadar etkileyiciydi ki; şarkıyı bitirdiğinde, izleyicinin dünyaya dönmesi epey zaman aldı. Sihirbaz Oz'un başarılı Doroty'si Esra Erdoğan, 'bak sen ne çabuk da büyüyüp operalarda oynar olmuş' şirinliğinde çok başarılı bir Blondchen karakteri yaratırken, etkileyici sesiyle birbirinden güzel şarkılarda alıp götürdü izleyiciyi... Tenor Ari Edirne yine başarılı bir performansla Pedrillo'yu çok iyi canlandırıp karakteri sempatik kılarken, muhteşem sesiyle de keyifli dakikalar yaşatıyordu. Sevgilisini arayan Belmonte- Erdem Erdoğan hem karaktere tam oturuyor, hem bir aşığın hüznünü, hem de kavuşmanın sevincini sesine başarıyla yansıtarak, birbirinden güzel şarkılara imza atıyordu. Neden adam gibi (günlük) bir cast listesi hazırlamazlar da sadece panoya koydukları fotoğraflarla yetinirler serzenişinde bulunarak yetkili kişilere... Şu an adını hatırlayamadığım -Osmin karakterini oynayan- baritonun da ortaya koyduğu performansla, Kamelyalı Kadın'ın konuk oyuncusu Georgio Cebrian'ın izlerini silmeyi başararak, izleyiciden en çok alkışı alanlardan biri olduğunun altını çizmem gerekiyor. Aslında tek tek anlar ya da kişilerden bahsetmektense, bütünü üzerine daha çok konuşulması gereken bir gösteriydi pazartesi akşamı sergilenen... Sanki performanslardan ya da görsel ögelerden biri düşük ya da eksik kalsa, finaldeki seyirci çoşkusu da bunca renkli ve toptan olmazdı gibi geldi bana. Akışkan bir öykü üzerine Flavio TREVISAN tarafından öylesine dinamik ve güzel uyarlanmıştı ki eser; her anıyla, hiç teklemeyecek ve ritmi düşürmeyecek canlandırmalara ihtiyaç duyuyordu. Marcus Baisch yönetimindeki muhteşem orkestramız başta olmak üzere tüm sanatçılar ortaya koydukları alçak gönüllü, samimi ve kollektif uyumla bunu başarmakla kalmayıp bir adım öteye taşıyorlardı eseri. İkili, üçlü, dörtlü şarkıların olduğu bölümlerde türe yabancı olan müzikseverleri bile etkilemeyi başararak, operaya ve şarkılarına uzak izleyicinin önyargılarını kırıyorlardı. İlk kez opera seyredenleri bile operasever yapmayı başaran Samsun Devlet Opera ve Balesinin bu başarılı gösterisinin; bu yıl 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesi çerçevesinde düzenlenecek 1.İstanbul Uluslararası Opera Festivali'nde yer alan yedi eserden biri olarak 19-20-21 Temmuz tarihlerinde Yıldız Sarayı'nda sahneleneceğini de, özellikle İstanbul'lu sanatseverler için hatırlatmak isterim.

11 Mart 2010 Perşembe

Gözümün Yaşında Amca Kokusu


Geçen kasım ayında, tanıdık ve sevdik birinin ölümü üzerine, içinde şu cümlelerin de olduğu bir yazı yazmıştım: "Cenazelerde insanlar; yaşamlarında olağanlıkla var olan insanların yarınlarından çekilip alınmış ve artık yok hallerine bakarak, uzun bir geçmiş muhasebesi yapar ve kendi yaşamlarında yeri olan bir taşın eksildiğini farkederler. Ölene ait ne kadar anı varsa bir bir geçer gözlerin önünden."

Alt yazıda Turhan Selçuk öldü yazınca... Banyo kokulu pazar günlerinde, sıcak sobalı oturma odasına yayılarak okuduğum Akbabalar, Milliyet ve Cumhuriyet Gazeteleri, daha çok da en amcamın 'Aqua Velva*' kokusu geldi gözümün damlasına... O amca ki; yaşamın bütün güzelliklerine elimden tutarak götürdü beni... Henüz okumayı bilmezken tanımıştım Abdülcanbaz'ı ve çok sevmiştim. Bir gün, ben kısa pantolondan henüz kurtulmuşken; bir televizyon filmindeki replik aklıma kazındı: Eve gelen baba, çocuğunun okuduğu çizgi romana göz atmış ve "Dick Tracy'i zor durumda" demişti. Replikleri aklına kazıyan biri hiç olmadım. Ama bu replik dilime dolanmayı başarmıştı. Kimse için bir anlam ifade etmeyecek bu kısacık cümle, sadece o anları ve o duyguları yaşayanlar için anlamlı olabilirdi. Benim için Abdülcanbaz, kanlı canlı bir varlıktı; tıpkı o replikteki duygu gibi.

Turhan Selçuk öldü yazınca... Sandım ki; küçük bir çocuğun Abdülcanbaz'ı da öldü...

*Aqua Velva bir dönemin en popüler traş losyonudur.

10 Mart 2010 Çarşamba

Bir Daha Çal Sam

Fazla söze gerek yok!


Ali bu oyuna git.
Git Ali git.
Ayşe bu oyuna gitsin.
Git Ayşe git.
Ali, Ayşe'yle bu oyuna gitsin.
Git Ali, Ayşe git.

Can bu oyuna git.
Git Can git.
Kaya bu oyuna gitsin.
Git Kaya git.

Zeynep; birin yoksa, birini bulup bu oyuna git.

Herkes bu oyuna gitsin.
Gidin herkes gidin.
Çok güzel oyun.

Hatta! Çooooook güsel oyun!

Kadın erkek hallerinin; a'sı var, b'si var, c'si var... k'sı, p'si, o' su... z'si var.

Woody Allen yazmış, İzmir Devlet Tiyatrosu oyuncuları muhteşem oynamış.

Barış Eren çok güzel uyarlamış.

Allen'da Ozan Yıldırım müthiş...

'Bir kadın hem bu kadar güzel, hem bu kadar iyi oyuncu nasıl olur'un yanıtını Ceyhan G. Aksoy vermiş.

Aylin Önal, Mete Şahinoğlu, pek güzel oynamış.

Humprey Bogart harikaymış!

Müzikler süpermiş.

Hele bir sisci varmış ki...

Salona girildiğinde karşılaşılan Kazablanka filminden görüntüler çok hoşmuş.

Düşünceden geçenlerin, sahnede yansıtılma hali çok zekice ve çok eğlenceliymiş.

Woody Allen kaleminden çıkar da içinde entellektüel dünyaya göndermeler olmaz mıymış.

Dekorlar çok güzelmiş.

Espriler süpermiş.

Oyuna seyirciyi de katma durumu şahaneymiş.

Ben çok güldüm.

Ali çok güldü.

Kaya, Ayşe, Can çok güldü.

Herkes çok güldü.

Gül herkes gül.

Eğlen herkes eğlen.

Hatta herkes dedi ki;
Bir Daha Çal Sam.

Sen de, de!..

8 Mart 2010 Pazartesi

Parmak Uçları Kesik Eldivenler*

Moda olsa gerek; son günlerde sıkça rastlıyorum, gençler parmak uçları kesik eldivenler giyiyor. Bilginin değeri kadar, bilgiyi bize ulaştıranların değerleri yükseliyor düşüncemde. Parmak uçları kesik eldivenlerin bilgi ile ilintisini biliyorlar mı, diye sorasım geliyor...

Soramıyorum…

Soramıyorum madem, bari yazayım diyorum.

Yüzlerce, hatta binlerce yıl sözcük üstüne sözcük koyarak, neredeyse imbiklediklerini bir-iki tuşa dokunarak ekranımıza çağırıp kullanıyoruz. Bir çay kaşığının yüzden fazla pirinç tanesi aldığını biliyorum. Bunu biliyor olmanın ne yararı var, denmemeli. Bir sayfalık bir sorunun yanıtı bazen tek heceli bir sözcük olabilir. Hiçbir şeyin küçük oluşu onun gerçek değerinin boyutunu göstermez. Küçüklük görecelidir. Özellikle bilgi küçük de olsa küçümsenmemeli. Japonların aklımdan çıkmayan uzun bir atasözü vardır: “Bir savsaklama yüzünden bir çivi yitip gider; bir çivi yüzünden bir nal yiter; bir nal yüzünden bir bacak gider; bir bacak yüzünden bir at yiter; bir at yüzünden bir savaş yitirilir; bir savaş yüzünden bir ülke yitirilir” derler. Bir küçük çivi bir ülkenin yitirilmesine neden olabilir. Bir çay kaşığı, yüzü aşkın pirinç tanesi alır. Ve bir tencere pilav kaç çay kaşığı dolusu pirinçle pişer?.. İşte, bilgi çağına gelişimizde, her bir pirinç tanesi kadar çilekeşin varlığını şaşkınlıkla takdir eder, borçluluğumu duyumsarım. Birçok yüce dağın, tek tek deniz kabuklusundan oluştuğuna şaşmak gibi bir şey bu. Bilgi birikiyor, biriktikçe okyanuslar aşırıyor, göklere çıkarıyor, göklerin ardında evrende dolaştırıyor insanoğlunu. Yazık ki, kötü güçlüler eline geçiriyor bilgiyi ve kendi yasaları gereği kullanıyorlar. Bir ilkçağ filozofu; Thrasymakhos’un “kanunları güçlüler yapar, onlar da kendilerine yontar” dediği gibi, çoğunluğun zararına da işliyor bilgi. İnsanlık işleri kötüye sardıkça, Tanrı elçileri, bilgeler, düşünürler, sanatçılar, yazarlar, çizerler, mucitler, kaşifler, bilim adamları çıkıyor. Hepsi insanoğlunun en güzel meyvesi, bilgi için çalışıyor. Kimi ekiyor, kimi suluyor. Kimi süslüyor, kimi koruyor. Bir umut… Yeni yeni şeyler buluyor, söylüyorlar. İnsanlık, yolculuğunun ilk adımına bilgi edinmeyle başlıyor. Biriktirdiği bilgiler arttıkça onları sınıflandırıyor. Tasnif edilmiş bilgiler sistemleştikçe konularının bilimleri, sanat türleri, türlerin ekolleri doğuyor. Bilimler bilimleri doğuruyor. Ve bugün de bizi şaşırtacak bir hızla sürüyor bu. Bilginin ulaştırdığı iyilik, kötülüğün hızına erişemiyor. Ancak, büyük büyük patlamaların acıları bir süre için dengeliyor hayırla şerri. Çok sürmüyor yine açılıyor araları, kötü güçlüler kendi çıkarlarına çeviriyor yeni söylemleri. Barışa katkısı olmuyor bilginin. Bilgelerin kemikleri sızlıyor.

Bilginin nasıl ve ne gibi zorluklarla elde edildiğinin ayrımına ilk kez,-şimdi Feriköy mezarlığında yatan- Abdizade Hüseyin Hüsamettin Efendi’nin yaşamöyküsünü okurken varmıştım. “Amasya Tarihi”nin yazarı… Bir kentin 12 ciltlik tarihini yazmak için ne belgeler incelemek, ne kitaplar okumak gerekiyor. Görevden göreve atanıp durdukça, İstanbul’dan Şam’a, Şam’dan Girit’e imparatorluk coğrafyasını karışlıyor. “Üsküdar Tarihi”nin yazarı, İbrahim Hakkı Konyalı da öyle.. bize, Kaşgarlı’nın “Divanü lügat it-türk”ünü kazandıran Millet Kütüphanesi’ni kuran ve bu kütüphaneye 15000 yazma ve basılı kitap bağışlayan Ali Emiri de öyle... Hiç farkı yok; Balzac’da, Tolstoy’da... Ulaşımın katırlarla, develerle yapıldığı dönemlerde, belki sadece bir paragraflık bilgi için bir diyardan, bir diyara aylarca, yıllarca süren yolculuklar... Başvuracakları sandık sandık belge ve kitaplarını da yanlarında taşımak durumunda kalarak. Kuş uçmaz kervan geçmez yolları, uçurum kenarlarındaki patikaları aşarak ulaştılar edinecekleri bilgilere. Hepsi insanlığa bir ürün vermenin, aydınlatmanın tutkusuyla, günümüzün konforundan çok uzak koşullarda, binlerce sayfalık kitaplarını yazıyor. Kimi zaman mum ışığında, kimi zaman buz gibi odalarda... Yaşamları sona erdikçe, yere düşürmeden bir başkası kapıyor bayrağı. İstif istif bilgi, dağlar oluyor, dilden dile çevrilip, birbirine eklenerek öylece ulaşıyor bugünkü dizüstü bilgisayarlarımızla bize.

Bruno’lar meydanlarda yakılıyor, Campanella’lar kazıklara geçirilip, ölmüştür, diye, hendeklere atılıyor. Bilginin değeri kadar, bize ulaştıranların değerleri nasıl yükselmez düşüncemde? Örneğin: 1600 ‘lü yıllarda, Deyrüzzaferan’daki bir keşiş aradığı bilginin Sibirya’daki bir manastırın kitaplığında olduğunu öğreniyor. Mardin’den kalkıp, binbir zorluk ve aylar süren bir yolculukla ulaşıyor oraya. El yazması kitapları kopya etmenin -yazılı olmasa da- bir kuralı var: bir nüsha da kopya ettiği kitaplık için çıkarması gerekiyor. Henüz karbon kağıdı bulunmamış, kalem yok. Manastırın buza kesmiş duvarları arasında eldivenli elle kaztüyü mü tutulur; işte böylece kesiliyor eldivenlerin parmak uçları...

*Sayın Ekmel Denizer'in "Bilgi, bilge ve Bilgelik" başlığı altında verdiği
konferansın, daha önce Ataköy Gazetesi'nde yayımlanan bir bölümüdür.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP