25 Ocak 2010 Pazartesi

''Yalnızlık 2 Satır''

Sabahın en erkeninde, elimde kahve kokusu karın yağışını izlerken...

Tadını çıkarırken her bir taneciğin -kışa inat çiçek açmış- bahar dallarının üzerini tül tül örtüşünün...

Bir yandan da bloglarda dolaşıyordum.

Gretchen, Mussano, Peyami ve Alpiko'nun ortak blogları Macar Salatası'nda takılı kaldım.

Gretchen'in -ki neden bu kadar az yazar diye de düşünürüm hep- Yalnızlık İki Satır başlıklı yazısında sözünü ettiği şarkıyı merak edip aramaya başladım Google'da.

Adını hiç duymadığım birileriydi şarkının sahipleri: Abluka Alarm.

Klibi bulup izlemeye başladığımda utancım iki katına çıktı.

Abluka Alarm şehrimdendi, üstelik klipteki tüm mekanlar da benim mahallemdendi.

Romanımsı etiketli ...Sen Özgür Bir Kuşsun Neyleyim Ben başta olmak üzere bir çok yazımda sözünü ettiğim -karşı kıyıya uzanıyormuş hissi veren- iskele neredeyse baş roldeydi.

Yeniden yapılışındaki hoşluğu ve vefayı çok iyi bildiğim Fener Plajındaki fenerle birlikte...

Kusurum; arada bir çocukların mp3 çalarlarından dinlediğim bir kaç popüler kişinin, popüler bir kaç şarkısı dışında türe uzak kalmamdandır. Affola

Meraklısına not: Abluka Alarm'ın çok güzel bir sitesi ve siteden uzantılı bir blogu var. İlgilenirseniz buradan buyurabilirsiniz.




24 Ocak 2010 Pazar

Farkında mıyız?


Düştükleri yere ağıt etmeye gelmiyorum,
Size koşuyorum yaşayanlara;
Hepinize koşuyorum
Ve göğsümü yumrukluyorum:
Sizlerden önce ölenler oldu hatırında mı?


Pablo Neruda

22 Ocak 2010 Cuma

Park


gece
birbirlerinin üzerini örtüyorlardı...

sabah
sandviç ekmekleri almaya gidiyorlardı.

öğlen
sandviçleri ellerinde kitap okuyorlardı.

akşam
İlk şarap kırmızı kırmızı
Körpe bir bebek gibi sımsıcak
İkincisi gürbüz mü gürbüz
Sanırsın şehlevent avaz
Üçüncüsü sapsarı yakut
Yangından ve gelincikten

gece
birbirlerinin üzerini örtüyorlardı...


İkisinin bir ağzı vardı
Türkü çağırıyorlardı,
Türkü çağırıyorlardı
İlkbahara dönük!

İtalik dizeler, Paplo Neruda 'nın 'Tembel' ve 'Asma Çubuğu ve Rüzgar ' adlı şiirlerindendir.

21 Ocak 2010 Perşembe

Bir Aşk Masalı

Yıllar önce bir Amerikan Dizisi olan Acil Servis'in bir bölümündeki diyalog aklıma kazınmış ve bu kısacık an, arkadaşlarla (eğitimde ve sağlıkta) özelleştirme konusunda yaptığımız pek çok tartışmada kullandığım en önemli örnek olmuştu.

Söz konusu bölümde hastanenin patronu acil servis doktoruna röntgen servisinin zarar ettiği konusunda serzenişte bulunmuştu. Pardon! Serzenişte bulunmak patron lugatına uygun düşmediğinden doktorlara ayar vermişti diye düzeltiyorum cümleyi.

Kapitalist dünyanın nimetleriyle teslim alınmış doktorlar bu ayarın ardından, her vakayı röntgene yönlendirerek kısa sürede bölümü kâra geçirip patronlarının yüzünü güldürmüş hem de kendi geleceklerini(!) kurtarmışlardı.

Bu arada yazımın gidişatından yola çıkarak tam gün yasası dolayısıyla doktorları günah keçisi yaparak hedef tahtasına döndürüp kamuoyunun şimşeklerini sürekli onlara yönlendiren sağlık bakanı ve başbakanla aynı düzlemde bir duruşla doktorlara giydireceğim anlaşılmasın.

Fotoğrafını çekmek istediğim durum şudur: Sağlıkta ve sosyal güvenlikte yaptığı atılımlarla övünen iktidar -ki benimde hoşuma giden bir icraattı- sosyal güvenlikten yararlanabilen vatandaşları çok küçük bedeller karşılığında özel sağlık kurumlarına yönlendirerek bir anlamda müşterinin ayağını özel hastanelere alıştırdı. Bu potansiyeli fark eden, elinde sermayesi olan ve tıpla doktora gitmekten öte uzak yakın bir alakası bulunmayan bir çok (tüccar)insan; elbette o alandaki kârı gözeterek ve tümüyle ticari önceliklerle sağlık alanına da el attı.

Her işe dalmakta üstüne olmayan plansız programsız esnaf mantıklı Türk işadamları(!) sayesinde pek çok şehirde ve kasabada çok sayıda özel sağlık kuruluşu ve hastane ortaya çıktı. Doğal olarak bu hastaneler popüler doktorları marka değerlerini artırmak için hastanelerine transfer ettiler. E insanlarda mevcut iktidarın sözde sağlık reformları sayesinde para ödemeden ya da düşük bedeller karşılığı -üstelikte devlete ait hastanelerdeki keşmeşkeşten kurtularak- özel hastanelerden hizmet almaya başladılar. Vatandaş durumdan memnundu. Aşkını tazeleyip diğer bir takım yemlerin de gazıyla daha yüksek oylarla iktidarı pekiştirdi.

Şimdi görüyoruz ki sağlık bakanlığı, pasta küçülünce bağırmaya başlayan hastanelerden gelen baskılar üzerine, daha açıkcası iktidara yakın cenahtaki insanların bu hastanecilik işine girmelerinden sonra katkı paylarını artırarak hizmeti bir bakıma paralı hale getirdi. Üstelik de hastaneleri hizmet ve teknolojik özelliklerine göre sınıflandırıp % 70 ile % 30 arasında değişen katkı payı oranları belirleyerek sağlık hizmeti alacaklara paran kadar konuş dedi ve kendi sorumluluklarının oranını azalttı.

E şimdi durup bir düşünelim! Konu sağlık olduğunda, kim sevdikleri için neyi var neyi yok elden çıkarmayı göze almaz ki? Üstelik de özel hastane rahatlığının demosunu yaşamışken...

Hani bir fıkra vardır; insanlar ölürler ve öteki dünyaya giderler. Mahşer günü gelir ve kimi günahkarlara cehennem gösterilir. Neşeli, içkili ve eğlencelidir cehennem. Zihinlerin idolü pek çok seks yıldızı, bir sürü güzel erkek ve kadın da orada ikamet etmektedir. Camdan bakıp içeriyi görenler sevinirler cehennemin bu haline ve dalarlar kapısından içeri. Yaşadıklarının, gördüklerinden çok farklı olma halinin acısıyla cayır cayır yanarken de sorarlar: "O gördüklerimiz neydi?" Yanıt manidardır: Onlar reklamlardı!

Sağlık hizmetlerinin özelleştirilip yaygınlaşmasının ve kalitesinin Türkiyeye dönük bir sağlık turizmi başlattığı söylenmekte. Ortadaki rakamlar da bunu doğruluyor. Kapitalizmin kar mantığından baktığımız da tablo başarılı da addedilebilir. Bir de hepimizin fark ettiği üzere hızla yeni hastaneler yapılmakta... Bu da pastanın gittikçe daralacağı anlamına geliyor. Türk tüccarının kalitede rekabet etmek gibi bir sorunu olmadığını da göz önünde tutarsak, yüksek karlara alışmış Türk sermayesinin yakın bir gelecekte ellerindeki hastaneleri yabancı şirketlere satacağını öngörebiliriz. Devletin, öncelikle sosyal devlet olması gerektiği olgusundan yola çıkıp ve de otellerin ve turların yabancıya ucuz vatandaşa pahalı hallerini göz önüne alıp ''görünen'' geleceğimizi şimdiden görebilir(miy)iz!

20 Ocak 2010 Çarşamba

Adam(lar) Yapmış Abi!

Altın Kürede ödülleri toparlayarak Oscar konusunda önünü açan Avatar için söylenebileceklerin özeti yazının başlığındaki cümledir.


Merak ediyordum ama önceliğim değildi Avatar... Oldum olası insan dışı karakterlerin olduğu filmlerin animasyon dışındakilerini sevmem. Buradan yola çıkarsak yaratılmış dünya filmlerini -başta Yüzüklerin Efendisi serisi olmak üzere-basından izlemek dışında bir eylemde bulunmadığım anlaşılabilir. Televizyondaki onca tekrarlarına rağmen başından sonuna izlediğim herhangi bir bölümü yoktur. Dolayısıyla Avatar'a ilgim senaryosunun dışında sebeplerdendi: Başta James Cameron'un hayatında tuttuğu yer, filmin görselliği ve kullanılan teknoloji üzerine çıkan yazıların oluşturduğu meraktı. Film boyunca senaryo üzerinden hareketle filmin ana felsefesini kapmak için diyaloglara dikkat etmeye çalıştım. Hikayenin ne aşk ne de kahramanlık kısmı bana yeni şeyler anlatmadı. Bunun sonucunda da kendimi tümüyle filmin görselliğine bıraktım. Bu bütünüyle bana özel ve bu tür filmlere olan ilgisizliğimden kaynaklı olabilir. Dolayısıyla türü sevenler filmin bütününden hoşnut kalabilirler.

Bugüne kadar izlediğiniz pek çok filmde varolan; kadın, o kadını içten içe seven kendi toplumundan savaşçı bir erkek, o topluluğa dışardan gönderilen esas oğlan, esas oğlanla rekabet halinde olan kadını seven savaşçı , esas oğlanı topluluğun içine iyi ve bilimsel niyetlerle gönderen bir grup, sonra ortaya çıkan ergenekoncular(!), sonra onların niyetini farkeden kahramanımızın öteki tarafa doğru dönüşümü, filmin ilerleyen bir bölümünde aşık kadının 'sana güvenmiştim' cümlesini kurma hali gibi klişelerin tekmili birden bu filmde de olduğunun altını çizmeliyim.

Bir de filmin ilerleyen bölümlerinde üzerine kurulu olduğu felsefenin ana eksenini oluşturan doğaya buldozerler bulaşmaya başlayınca, ne hikmetse benim aklım doğrudan Zümrüt Ormanı filmine gitti ve yüreğim John Boorman diye atmaya başladı.

Açıkcası senaryosu ve verdiği mesajlardan yola çıkarsak Avatar bana yeni bir şey söylemedi. Bu minvaldaki tüm filmlerde olan iyiler, kötüler, aşk, kahramanlık, yurduna sahip çıkma, yapılanın haksızlık olduğunu farkedip ötekilerin savaşına önderlik etme hallerinin hepsi bu filmde de vardı.

Üç boyutlu hali elbette filmi uçurmuştu ve muhteşem bir sinema şöleniydi. O dünyanın en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış hali, efektler ve aksiyon mükemmeldi. Filmin bir çok sahnesindeki manzaraları, onların üç boyutlulukla kazandıkları görkemi görünce aklıma düşen bir çok filmin üç boyutlu halllerinin ne muhteşem olacağıydı. Ve sanıyorum ki ortaya koyduğu teknoloji ve görsellik açısından bu film: Avatar'dan önce ve Avatar'dan sonra diye tanımlanacak bir sürecin miladı oldu. Muhtemeldir ki bundan sonra her türden fazlaca sayıda üç boyutlu film göreceğiz.

Filmin son bölümündeki savaş sahnelerini nefesim tutulmuş bir vaziyette, büyük bir heyecanla ve içimden gelen alkışlara engel olmaya çalışarak izlediğimin altını çizmeliyim.

Bu tür filmler konusunda benimle aynı arızalara sahipseniz de filmi mutlaka (üç boyutlu) izleyin ve bir milada tanıklık edin. Adam gerçekten yapmış.

19 Ocak 2010 Salı

Kemik Sızlatan...

Abdi İpekçi öldürüldüğünde; katiline, onun vasıflarına ve ucuzluğuna bakıp üzülse de durumu kabullenmişti muhtemelen...

Dün, eminim ki kemikleri o gün sızlamadığı kadar sızladı.

Onun kemiklerini sızlatan; sıradan tanımının bile üzerinde abartı bir ünvan gibi duracağı katilin davul zurnalarla karşılanması, en güzel otellerde kahraman muameleleri görerek ağırlanması değildi eminim ki...

Onun kemiklerini sızlatan: Bambaşka bir ahlak ve uslup kattığı medyanın; ülkenin en karanlık döneminin yolunu açanların maşası bir kanlı katilin yıldız muamelesi gören anlarını, pespaye bir magazin uslubuyla uzun uzun haber yaparak onu, değeri olan adam sınıfına yükselten bugünkü haliydi.

17 Ocak 2010 Pazar

Sihirbaz Oz

L. Frank Baum'un bizim kitaplıktaki adına göre Oz Büyücüsü adlı kitabından uyarlanan, Hale Küntay tarafından dilimize çevrilen ve Doğan Çelik'in Sihirbaz Oz adıyla sahneye koyduğu oyunu dün devlet opera ve balesinin büyük sahnesinde izledik. İnsanın yaşadığı yerin; bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki -opera binasına sahip- kentlerden biri olması kıvanç verici bir şey... Ve bu binanın konumu ve manzarası anlamında Türkiye'deki tek olduğunun altını da özenle çizmek gerek...

Bu hoşlukları bir yana bırakıp oyuna gelirsek: Sahneye koyan Doğan Çelik'in çizgi film formatıyla canlı performansı birleştirme fikri; oyun içinde kullanılan dekor ve özellikle kasırga efektlerinin sahnenin arkasındaki dev sinema perdesinden yansıtılması, perdede akan görüntüleri ve dekorları senkronize bir biçimde destekleyen ses ve ışık oyunları ile bütünleşince muhteşem bir görsel şölen kaçınılmaz oldu. Bu noktada dekor ve kostümleri tasarlayıp uygulayan Aydan Çınar ve ekibini -bu oyun dışında bu tür bir oyun kurgusunun denenmemişliğini de göz önüne aldığımızda- kutlamak gerek.

Oyunun tümünde, bütün karakterlerdeki oyuncu performansları üst düzeydeydi. La Paragas çocuk oyunları ve animasyon danışmanı Tırtıl'ın, haftasonunu şehir dışında geçirecek olan Naz'ın son dakikada bize katılamaması dolayısıyla oyunu izleyememiş olması hali üzerine "Naz çok şey kaçırdı" cümlesini kurması, oyunun kendileri tarafından çok beğenildiğinin bir göstergesi oldu. Buradan yola çıkarak oyuncu performanslarını beş yıldız üzerinden değerlendirmesini talep ettiğimizde, Dorothy, Kötülük Perisi, Korkuluk ve Teneke Adam beş yıldıza hak kazandılar... Sihirbaz Oz (oyunculuktan ziyade karakterde en azından bizim algımıza oturmayan bir oyuncu kullanılmasından dolayı)üç yıldızı biraz zorlamayla dört yıldıza çevirken , oyunda çok az görünmüş olmalarına rağmen Em teyze ve Henry Amca iyi oyuncular olduklarını belli ederek beş yıldıza layık görüldüler. İyilik Perisi ve Aslan dört yıldızla yetinmek zorunda kalırken, müzikleri düzenleyen Ömer Özcan, Kareografiyi yapan Zeynep Bengier / İdil Şengül danışmanımızdan beş yıldız almayı çoktan haketmişlerdi.

Sihirbaz Oz'un, çocukları da zaman zaman sorular sorarak oyuna katan bir kurgu üzerinden şekillenmiş olması önemli bir artıydı. Salondaki doluluğu oluşturan çocukların yaş gruplarının farklılığı hoştu. Birinci perdenin sonunda annelerin yanlarında getirdikleri mamalarla 1,5- 2 yaş civarındaki çocuklarını beslemeleri salona renk kattı. Ama bir salonda, oyun başlayınca dijital saatlerin ve cep telefonlarının kapatılması ve hiç bir şekilde fotoğraf çekilmemesi konusunda uyarı anons yapılması uygar insanların olduğu yerlerde akla gelmeyen bir şey olsa da, bizim büyüklerimize bu türden anonslar az geliyordu.

Çocuklar oyun boyunca bütün konsantrasyonları ile oyunu izleyip yaşarken... Coşkularını açık edip oyuna katılırken... Büyüklerin bir kısmı, birer kötü örnek olarak flaş patlata patlata fotoğraf çekip cep telefonlarıyla kayıt yapmaktaydılar. İçimden bir başka canlı türünün adıyla hitap etmek gelse de bu şahsiyetsizlere, hayvanların bile bir düzen içinde yaşadıklarını göz önüne alarak onlara saygımdan suskun durdum. Oyuna vaktinde gelip salonda yerini almış izleyiciyi hiçe sayan görmemişin soysuzlarına da, oyunun 10 dakika geç başlamasına neden oldukları için ne diyeceğimi bilemedim.

Bütün bu olumsuzluklar sinir katsayıma katkı yapmış olsa da bir ikisini bakışlarımla berteraf etmeyi başardım. Sdob'un gayretli halkla ilişkiler müdüresinin çabalarına bakıp, en azından salonun dolu olmasının olumluluk halini göz önüne aldım. Gün gelir terbiye olurlar umuduyla densizlerin olumsuzluklarını silerek...

Güzel bir oyunla taçlanmış günün keyfini devam ettirmek için; belediye tarafından İ.B.Belediyesinden satınalınıp kafe ve lokanta amaçlı düzenlenen tarihi şehirhatları vapurunun kafesinde dalgaların ninnisini hissede hissede pizza yiyip kola-bira içmek üzere, yağmura düşen akşam ışıklarıyla birlikte sahile doğru yürüdük; Tırtıl ve Ben.

Okuyucuya Not: Işığı, ses ve görsel efektleriyle müzik ve danslarıyla daha önce denenmemiş konseptiyle başarılı bir oyunun ve günün keyfini çıkarmak istiyorsanız: zaten sağlam bir öyküsü olan bu oyunun takipçisi olun ve çocuklara izlettirin.

Günün En Hoşluğu: Nazı'da hesap ederek üç bilet almıştık internet üzerinden. Son dakikada Naz'ın gelişi iptal olunca biletlerden birini bir başka oyun için değiştirmek niyetiyle gişenin önündeydim. O sırada 11-13 yaşlarında dört çocuk geldi ve gişe önünde kuyruk oldular. En öndeki, elindeki üç lirayı uzatıp bilet istediğinde gişe görevlisi fiyatın beş lira olduğunu söyledi. İzlenimimce yetiştirme yurdundan ya da yoksulluktan geldiklerini hissettiğim çocuklardan önde olanı 'öğretmenlerinin biletlerin üç lira olduğunu söylediğini' iletti.(Büyük oyunlarında ya da konserlerindeki öğrenci indirimi kastedilen). Gişedeki görevli de durumu açıkladı onlara... Hayatlarında ilk defa oyun izleyecek bu çocukların, bir çok cocuğun kapısından bile geçmeyi düşünmeyeceği bir mekana girmeleri ve bu konuda ki arzuları etkileyiciydi. Onca hevesin ve heyecanın yıkılmışlık hali ve yüzlerindeki umutsuzluk görülmeye değerdi. Durdurdum çocukları, dört kişi 12 lirayı göze almışsınız zaten dedim, üç lira daha toparlayabiliyor musunuz aranızda diye ekledim. Sonra elimdeki fazla bileti değiştirmekten vazgeçip onlara verdim. Bu eylem gerçekleşmeden önce çocuklardan birinin 'size bir bilet ben vereceğim' teklifim üzerine şaşkın bir soru şeklinde 'beleş mi' diye sorması da düşündürücü ve aynı zamanda çok hoştu.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP