İlkokul üçteyken:
Bir sabah arkamdaki sıraya iki çocuk geliyor: Sessiz, sınıfın kalabalığından uzak, diğer çocuklara benzemeyen iki çocuk.
İlgimi çekiyorlar. Farklı, yalnız, kendilerine yabancı bir kalabalıkta birbirlerinden güç alan iki arkadaş. Koca bir sınıfın içinde iki kişilik gettolarına sığınmış, ötekilerden soyutlanmış iki çocuk.
Günlerden bir gün bir beslenme saati:
Bütün sınıfta hummalı bir telaş, herkes beslenme çantalarına yerleştirdiklerini sıraların üzerine çıkardıkları örtülere yayıyor. Bizim 6 kişiden oluşan kümemiz hemen onların gettosunun önünde. Onların sırası, benim arkamda ve sınıfın arka duvarının hemen önünde. Bir gün önce en amcam, sadece pastanelerde görebildiğimiz portakal sıkacaklarından almış bize, ve bir de tost makinesi; okul kantininde ve bir kaç kafeteryada gördüğüm, arada bir alabildiğim tostları yapan makinenin aynı markasının en küçüğünden: Ce-Zi-Ne... Markanın açılımını öğrenmişim amcamdan ve çok keyifle paylaşıyorum bu bilgimi...
O gecenin sabahında okula gitmeden önce, koca bir şişe portakal suyu sıktırıyorum ve 6 tane tost yaptırıyorum bizim küme için.
Hırçınlığını, farklılığını ve dik duruşunu sevdiğim şehrin zenginlerinden bir kuyumcunun kızı; sadece çizgi romanlarda koşturan köpeklerin ağzında görebildiğimiz, şehrin en sosyete kasabında satılan, henüz, seçkin ve sosyete yiyeceği olarak çok dar bir kesimin dışındaki mutfaklara girmemiş olan sosis dolu tabağını çıkarıyor. Sonra, kendinin bir şey yemeyeceğini söyleyerek sakın almayın der bir edayla sosisleri uzatıyor -ya da biz öyle anlıyoruz- tadı nasıldır acaba diye merakla bakıyoruz. Yutkunuyoruz ama istemiyoruz. Ve o, çıkardığı hızla sıranın gözüne koyuyor sosis dolu tabağı. Hepimizin aklı, 'sosis nasıl bir şey ki acaba' da kalıyor.
Bütün bir sınıf, her bir kümedeki şen lakırtılar eşliğinde keyifle yerken yiyeceklerini, bir an arkamdaki yalnızlığı fark ediyor ve onlara dönüyorum. Kendi tostumu ve sosislerini paylaşmamak için hiç bir şey yemeyeceğini söyleyen kızın tostunu onlara uzatıyorum. İkisi de ağız birliği etmişçesine kabul etmiyorlar ve belli ki bu konularda tembihliler.
Yıllar sonra:
Mağazanın kapısından uzun boylu kumral bir genç adam giriyor. Ben yaşlarda. Bir araba için vitrinde gördüğü karbüratörü soruyor. Fiyatını söylüyorum. Sonra tanışıklık vererek adını söylüyor. Sarılıp öpüşüyoruz; o iki çocuktan Hicabi bu. Hurdacılık yaptığından söz ediyor. Diğer arkadaşı soruyorum. Onun da kendiyle aynı işi yaptığından, sıklıkla görüştüklerinden, hatta birlikte olduklarından söz ediyor. Selam yolluyorum. Aradan bir kaç gün geçmişken diğeri de geliyor mağazaya... İkisinin arabaları da aynı marka bir kamyonet. Bir süre müşteri, arkadaş, dost olarak devam ediyor ilişkimiz. Sonra kopuyoruz ve uzun süre göremiyorum onları.
Yıllardan bir kaç yıl sonra:
Alacak tahsili için Belediyedeyim. Koridorda ilerken bu iki çocuktan adı Murat olana rastlıyorum. Sarılıp öpüşme faslından sonra, artık belediyede çalıştığını, hurdacılığı bıraktığını öğreniyorum. Hurdacılık işinde çektiği sıkıntılarını, sosyal güvencesizliğini, bizden arabası için aldığı yedek parçaların paralarını ödeme konusundaki zorluklarını bildiğim için seviniyorum onun adına.
Bir kaç yıl daha sonra :
Tarihi sebze hali ve şehrin nikah salonuyla birlikte bir sürü dükkanın olduğu bina, yerine daha modern bir alışveriş merkezi yapılmak üzere yıkılıyor. Önünden geçerken fark ediyorum ki üstlenici firmanın proje yöneticisi liseden beri arkadaşım olan, beraber eğlenip güldüğümüz, her türlü pervasızlığı yakıştıra yakıştıra yaptığımız C. Şehrin en zengin mütehaitlerinden birinin oğlu ve işin yüklenici firma adına taşeronluğunu yapıyorlar. Oralarda işim olduğunda sıklıkla yanına uğruyorum. Günlerden bir gün, onların inşaatın hemen yanına kurulu ofislerinde laflarken Murat'ı görüyorum. C. tanıştırmaya yelteniyor, biz sarılıp öpüşüyoruz. Öğreniyorum ki Murat belediye adına inşaatın kontrolünden sorumlu...
Bir kaç yıl daha sonradan bir kaç hafta sonra:
Yine o bölgede halletmem gereken işlerin arasında, arabayı onların inşaata park ettiğim için uğruyorum şantiyeye. Çaylar söyleniyor. Üç beş laftan sonra Murat izin isteyip bir iş için dışarı çıkıyor. C, Muratı insan olarak çok seviyor. Ama son bir kaç gün içinde yaşanan bir olaydan dolayı da gülerek ve birazda fırlamaca serzenişlerde bulunuyor.
Olay:
Binanın kazısı sırasında toprakları taşıyan kamyonlardan biri yükünü dolgu yapılan boş bir bölgeye boşaltırken aracın şoförü, boşalttığı toprağın içinden eski paraların ve altınların çıktığını fark ediyor. Niyetlerde bunları pay etmek varken, Murat durumdan bir şekilde haberdar oluyor. Onun tavrını sezdikleri için yoğun bir ikna çabası içine giriyorlar, çıkanları iç etmeyi düşünenler. En azından, kendi pay almasa bile görmezden gelmesini öneriyorlar. Murat bunların hepsini kulak arkası edip doğru müzenin yolunu tutuyor ve onları haberdar ediyor durumdan. Bugün şehrin müzesindeki önemli eserlerin bir kısmı onlardır.
Geçen gün yine yolda karşılaştık Murat'la, çocuklardan konuştuk. En çok onun çocuklarından... Karısından, çocuklarından, yuvasından söz ederken ki ifadeleri, yüzündeki mutluluk müthişti. Sonra ondan ayrılıp yürürken, onun üzerine upuzun bir yazı yazmayı düşledim. En çok okula geç kaldıkları sabahlarda mazeret olarak beyan ettiklerine takılı kalmıştım hep. Hazırlanamamak? Sormuştum kim hazırlıyor sabah okula sizi diye... Ablalar demişlerdi... O ablaları, onların yüreklerindeki paylaşma ve yardım duygusunu, dayanak olma hallerini hep merak etmiştim. Sonra ayağım hiç kesilmedi çocuk yuvalarından...
Murat, sadece bir tek kararıyla bile ve üstelik yoksul, kimsesiz bir çocuk olarak büyümüş olmasına rağmen insanlığını ortaya koydu. Emin olun C. onca zenginliğe ve varlık içinde büyümüşlüğe rağmen, eğer Murat gibi biri olmasa iç ederdi çıkan hazineyi. (En azından bir kısmını)
Hikayenin kıssadan hissesi ve önermesi şudur: Eğer çocuklarınız varsa, bir çocuğunuz daha olsun. Eğer çocuklarınız yoksa, bir kaç çocuğunuz birden olsun. Yolunuz arada bir de olsa kimsesiz ve yardıma muhtaç çocukların olduğu yollara çıksın. Aşağıdaki logoyu tıkladığınızda gittiğiniz yer de başlangıcınız olsun.