18 Eylül 2009 Cuma

Fotoğraf



Evet!
Güzel bir günün enerkeni...

Şimdi sahilden geldik.

Durum şöyle:
Dalgaların tam da ayaklara değdiği sınırda martılar.
Deniz çok sakin...
Dalgalar usul.

Yakamozlar her zamanki yerlerinde:
Karşı kıyıya uzanacakmış hissi veren iskelenin dibinde...

Açıkta bir gemi; şehir tarafında ve limandan henüz çıkmış.

Sakin bir yürüyüş yolu.

Sabah sporu yapan bir iki kişi.

Balıkçı tekneleri...

Bisikletli; biri kadın iki kişi.

Bir adam:
Belli ki bir kadın taşıyor.

Bir köpek:
Diğer bir köpekle koklaşta...

Hava güneşli.

Sakin bir yaz bitti hali...

Kalabalıktan uzakta, ard arda durmuş iki martı:
Bir yan cebime koy halli.

Şapşahane bir geceden sonra, kahve kokusuna gidiyoruz.

Müzik: I wanna do bad things with you- Jace Everett

16 Eylül 2009 Çarşamba

Alt Yazı... Hasret :



Sanki, ipi bırakılacak köpek gibiydi...



Müzik: Help is Coming - Ayo
Görsel: videlec.org

Yaz Bitti!

Yıllar önce, heyecan ve tutkuyla beklenen yazlardan birinin kışında tesadüfen izlemiştim televizyonda... Sıradan bir Türk filmi duygusuyla göz ucu bakarken, filmin içinden çıkamamıştım.

Yalın ve saf bir aşkı anlatan, insanın duyguları ve kendi seçimleri ile geleneksel ahlakın cellat yapısı arasına sıkışmışlığını çok iyi işleyen, Zeki Alasya'nın çok iyi yönettiği, Melike Zobu'nun, Kadir İnanır'ın güzel oynadıkları, adındaki vurguyu da sonuna kadar hak eden, Türk Sineması'nın kendine has örneklerinden biridir. Güzeldir.

Yazlar hep beklenir ve hep biterler... Kaç yaz vardır hayatınızda bir bakın... Eğer boş geçtiyseniz, bir sonraki yazı ıskalamayın!

Filmi bulursanız mutlaka izleyin! Yakılmış ateşlerin başında, gitar eşliğinde şarkılar söylenen bir yaz esintisi gibi işler içinize...

Bora Ayanoğlu'nun -yanılmıyorsam Hümeyra'nın sesinden- muhteşem şarkısı eşliğinde; atmosferi, mekanları, ritmi ve duygu yüklü finaliyle ruhunuza ve aklınıza dokunmayı başaran Yaz Bitti: Ender ve sürpriz Türk filmlerinden biri olarak, gözlerden en ırak kalandır. Aklınızın not defterinde bulunsun! Bir gün rastlarsanız diye...

14 Eylül 2009 Pazartesi

Kardeş Kelimeler



...Şimdi acı çekmek istiyordu. Ne kadar çok acı çekerse o kadar iyiydi. Acı çekmek işine geliyordu, nefretini ve öfkesini haklılaştırıyor, alevlendiriyordu, öfkeyle nefretse öbür yandan acıyı alevlendiriyorlardı...

Yukarıdaki cümleler; Patrick Süskind'in, aslında en sıradan ve tekdüze yaşamın bile ne kadar tekdüzelikten uzakta olduğunu ortaya koyan; her insanın, kendi iç işleyişiyle özgün bir gezegen olarak diğer özgün gezegenlerle birlikte koca bir başka dünyada yaşadığını bir ana karakter üzerinden anlatan; farklılık ve olmazlık gibi gözüken duyguların aslında kendi özgünlüğündeki her bir gezegene ufakta olsa dokunmadan geçmediğini göz önüne serdiği; bir tek insandan, bir banka güvenlik görevlisinden yola çıkarak, insanın kocaman iç dünyasına dair her birimize çok tanıdık gelecek pek çok şey anlattığı şahane romanı Güvercin'in 56. sayfasından alıntıdır.

...Bu yüzden bazen yöntemlerin çok kötü ve niteliksiz de olsa, senin nefret ifadelerinin aslında sevginin büyüklüğünün göstergesi olduğunu fark ettiğimden, saygı da duyuyorum. Nefretin, öfkenin, tutkunun, kıskançlıkların, ihtirasların büyük sevgilerle, hayranlıklarla, şefkatle ve özlemle iç içe olduğunu da biliyorum. Hayatı yaşanılabilir kılan her şeyin, aşkın karşıtlıklarıyla bir arada olduğunu, tüm bunları göze alabilenlerin de cesur insanlar olduklarını biliyorum. En büyük öfkelerin, en ağır can acıtmaların, en çok sevilenlere yapıldığını da biliyorum. Bazen, en tutkulu aşkla bağlı olunandan en kanlı, en vahşi intikamın alınmak istendiğini; çarmıhlara gerilse, oradan indirilip yerlerde sürüklense, sonra dilim dilim doğransa da ruhun tatmin olmadığı, ama öfke dindikten sonra onun için acı çeken, nefes almakta zorluklar yaratan bir özlem, bir sızı düşen kalpler de olduğunu biliyorum. Buna aşk dendiğini de. . .

Yukarıdaki cümleler de, evvel zaman önce yazılmış ve zamanı eskimiş bir mektubun satır aralarından, ''ben seni bu kadar severken, sana bu kadar güvenirken, sana bu kadar umut bağlamışken halinden bakarak, ötekini cezalandıran şeyler hali'' üzerine yazılmış bir bölümünden alıntıdır.

Görsel: Videlec.org

13 Eylül 2009 Pazar

BIRAKMAK

Bundan 8 sene önce kepenkleri kapalı, rafları tozlu, hatta karanlık, sizin bizim oturma odası kadar bir dükkana besmeleyle el vuran adam, çok sevdiğim ağabeyim, mahallemizin biricik, müstakbel bakkalı için…

Bizim varoşlarda; daha etrafına bina dikilmemişken yolu yoz hatta kimsesiz mahallemizin 8 senelik bakkalının kapanışı, onun gidişi içime çok oturduğundan yazıyorum bunu.

Varoşların;

Gençleri, kadına kıza bulaşmayıp ot çekip esrar partilerinde gençliklerini harcamıyorsa, torbacı adamlar o mahallede kol gezip tehlike saçmıyorsa, senelerdir tek bir mahalle kavgası görülmemişse, kanlı bıçaklı evlilikler dağılmayıp normale dönmüşse, pazara çıkan kadın ona anahtar emanet edebiliyorsa ya da işi olan adam parasını bırakıp sonra almaya gelebiliyorsa, derdi olan oturup o dükkanda bir sigarayla her şeyi unutabilmişse, paramparça aşklar, mahremler, gizli kapaklı ama sahibinden başkasına zararı dokunmayan işler, sevdalar, göz kırpmalar, hastalıklar, şifalar, istekler, arzular, susmalar, bağırmalar, tartışmalar yine o dükkanda konuşulup saklanmışsa; gençliğinin ilkinde bedenler ilk viskilerini, ilk tekilalarını tatmışsa, ilk kez faili meçhul biri ilk sigarasını yakmışsa, dışarıdan getirilen bira kola dolabının köşelerine saklanmışsa, rakı-balık hafta sonlarının ziyafeti halini almışsa… Bu, o çok sevdiğim ağabeyimdendir.

Bir “sıkıldım” sözümden bütün işini bırakıp benimle İstanbul turuna çıkan, gecenin ikisinde bakkal kepenklerini benim için kaldıran, her gidişimde bakkalındaki herkesi kovup oturup saatlerce derdimi dinleyebilen, beni uçurumlardan döndürmüş, korumuş, sakınmış, biricik ağabeyim; beni ve onu çok seven gençliği, mahallesini bırakıp, ailesini de alıp uzaklara çok uzaklara gidiyor. Şurada, yaşadığım yerde tek güvencem olan, annemi hatta babamı bile emanet ettiğim adam, beni ve onu çok seven herkesi bırakıyor. Onun gidişiyle ilk kez bırakılmanın farkına varıyorum.



Benim gitme yalvarışlarım; saatler süren ve bizi duman altı bırakan konuşmalarla sonlanıyor. Gerçi gitse ondan bir şey kaybetmeyeceğimden eminim ama hiçbir sohbet, onun yanında bacak bacak üzerine atıp, sol yanımızda kül tablası hatta bazen bir viski bardağıyla yapılan sohbetin tadını vermeyecek.

Gidişin de, gelmişliğin ve hayatımızdan geçmişliğin gibi hayırlı olsun.


SEVGİLİ AĞABEYİM YOLUN AÇIK OLSUN.

He birde…


İnsan kıskanç varlıktır blog. Sevgiler ve başarılar kıskanılır. Onun da başarısı ve insanlığı kıskanıldı. Hani bir kadına öyle olmadığı halde çok çirkin bir yakıştırma yaparsın ve o kadın bunu hayatı boyunca silemez ya kafasından; bir adama da, sırf ekmeğiyle oynamak için bir söz söylersin ve o adam ne gururuna, ne kendine, ne ailesine, ne de bir başkasına yedirebilir bu lafı. İşte onun gibi bir şey blog. Kaldırılamayacak sözler var; söylenmemesi gereken ve söylenilmemesi gereken ve yanlış adama söylenmiş!

12 Eylül 2009 Cumartesi

Derin Darbe

Evvel zaman önce bir mışlı ülkede; daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış gençler varmış.

Yine bu mışlı ülkede, kendileriyle aynı yaşta ama farklı görüşteki akranları tarafından sıkıştırıldıkları okul duvarlarında demirlerle, tekme ve yumruklarla kafaları parçalanarak, bazen adres sormayan kurşunlara hedef olarak ölüme gitmiş arkadaşlar varmış.

Bu çocukların bir kısmı, önce farklı görüşleri yüzünden birbirine düşürülmüş. Sonra, siz suçlusunuz denilerek sadist bir keyifle aynı koğuşlara konulup, orada birbirlerini yemeleri istenmiş.

O koğuşlardaki kaçınılmaz kavgalar sonucu huzuru bozansınız diye cezaevlerinin işkence odalarında en aşağılayıcı küfürler eşliğinde ıslatıla ıslatıla dövülmüşler; kanlarına tuzlar basılmış.

O mışlı ülkenin büyük şehirlerinin, küçük şehirlerinin, küçük büyük kasabalarının, büyük küçük karakollarının küçük odalarında birileri; eşleri, kız kardeşleri, nişanlıları yan masalara yatırılmış bir ahlaksızlıkla sorgulanmışlar. Filistin askılarından, taze taze suçlar giydirilmiş cılız cılız bedenlerine...

Mışlı ülkenin mışlı hapishanelerinde, gecenin uykuda bir vaktinde, bayram tatiline yetişeyim keyfindeki savcılar tarafından, adam yerine konmaz ifadeler alınmış...

Bu mışlı ülkede, içlerindeki ülke aşkının genç heyecanları kullanılarak kurşun attırılmış, dernek başkanlarının kişisel alacaklarının tahsili için karşıt görüşlü oldukları söylenen borçlularının katili olmaya gönderilmiş gençler de varmış.

Mışlı ülkenin mışlı gençleri birbirinin gırtlağına sarılırken, yıllar sonra aynı acıları çekip günlük hayatlarına döndüklerinde, hikayelerinin ne kadar benzer olduğunu farketmişler.

Mışlı ülkenin mışlı gençleri yazdıkları metinleri miting alanlarında sahiplenip hava atan (ego) hevesli bazı abilerin üç beş cümlelik klişeden öte gitmeyen ideolojik ahlakının: Aslında masalara gencecik kızları yatıran işkencecilerden pek farkı olmadığını da görmüşler.

Ve o ülkede her seferinde, saf kalplerinin çıkarsız inanmışlığıyla ezilenler için başkaldıranlar ölmüş. Kötüler, ceplerini paralarla dolduran bir satılmışlık sergilerken, bedenlerinin bir parçasını işkencede bırakanlar da nedense hep masumlarmış!

Ve birileri o ülkede, önce insanların siyasal ayrılıklarını körükleyip, sonra, etnik ve inanç farklılıklarının üzerine benzinler döküp kıyımlar yaptırmışlar.

Kapıları bir gecede işaretlenip, mışlı kentlerde evleri cayır cayır yakılıp, kafalarına kurşun sıkılanlar da o ülkedeymiş.

O ülkede, insanlar parmaklarla işaret edilip; katil kurşunlara, bombalara adres yapılmışlar. O ülkede; mahalleler, sokaklar, okullar, ayrıştırılmış.

O ülkede; bizden olmayan okulda okuyorlar diye, bizden olmayan mahallede oturuyorlar diye, bizim okuduğumuz gazeteyi okumuyorlar diye, bizim dinlediğimiz şarkıcıyı dinlemiyorlar diye damgalar basılıp ölümcül cezalar kesilmiş gencecik bedenlere...

Sonra günlerden bir gün birileri birilerine, alın bu ülkenin yönetimi sizin demiş. O birileri o mışlı ülkenin mışlı halkının hafızalarını silmiş. Mış tarihinden sonra doğanların hafızalarına yeni programlar yüklemiş. Ellerine yeni oyuncaklar tutuşturup; ''Düşünmeyin! Biz sizin yerinize düşünürüz,'' demiş.

İşte o gün, tam 31 yıl önce bugünmüş.

ilk yazılış tarihi 2007'de Hotel Rwanda'nın hatırlattıkları başlığı ile bu blogda yayınlandı.

Görsel, Kanada Montreal'de yaşayan ressam Paolo Conti'nin "A season in hell" adlı tablosudur

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP