6 Ocak 2009 Salı

Değinmeler...

Çocuklar....


İntifada diye neredeyse beşiklerinden alınıp sokaklara salınan çocuklar...

Kendi iktidar hırsları yüzünden birbirine giren, bin parçaya bölünmüş, "en benim ülkem, en ben savunurum haklarını, en benim" diyen, terörizmi silah yapmış, o eski devrimci ruhunu satışa çıkarıp rantını yemiş örgütlerin ülkesi....

Ve bu örgütlerin iktidar savaşlarında, birbirlerine düşmandan daha kindar çatışmaların arasında kalmış çocuklar....

Kendi topraklarının sokaklarını pay etmiş, köşe başlarını sınır belleyip birbirine kurşun atan kardeşler ...

Kurşunların arasından yol bulup okula, oyuna, hayata gitmeye çalışan çocukların ülkesi...

Doğurduklarına doyamadan, ya kendi çıkarlarından kurtarıcı maskesi yapmış vatan kurtarıcıların cephesine sürülmüş; ya cephede, ya sokakta, ya onları siper etmiş ahlaksızların mevzisi bir evin kenarında, bir kör kurşuna, bir bombaya teslim edilmiş çocuklar. Anneleri...

Bilgisayar başında oynarmışcasına kör, duygusuz, kindar, gözlerini iktidar bürümüş büyüklerin; sadece kendi çocuklarına yufka, onların sızılarında baba, insan olduklarını hatırlayan kalpsiz kalpleri...

Yıllar öncesinin devrimci ateşinin çok gerilerine düşmüş, direniş kisvesinin altına saklı ideolojileri kendi halkalarına da zulüm bir terör örgütünün kime, nereyesi belli olmayan füzelerinin altında can vermiş öteki çocuklar.

Camileri, hastaneleri, okulları, evleri, ambulansları silahlandırarak siper yapıp, çakal bir uyanıklıkla hedef vururken; canlı bomba zavallıları sivil otobüslere koyup allah adına canlar yakarken; hedef bellediği yerden gelenlerinin de kendi insanlarının, çocuklarının canını yakacağını hesap etmeyen, umursamayan, atalarının yiğit ve devrimci ahlakını kirletmiş gözü dönmüşler.

Ah çocuklar!..

Aynı coğrafyanın; heyecanları, duyguları, coşkuları, top peşinde koşmaları, saklambaçları, çikolataları, çizgi filmleri, hikayeleri, hayalleri, saflıkları aynı; dil, din, ırk ayrımı bilmez, tanımaz, kin tutmaz çocukları...

Sırtlarını emperyalizmin ağasına dayamış, kendi debdebeli yaşamlarının göz alıcı ışığından kimseleri göremeyen, kendi halklarına zalim, krallar diktatörler coğrafyası...

Kalleşliğin erdem, din adına insan, hem de kendi insanını kesmenin mübah olduğu; yokluğun, yoksulluğun dinle afyonlandığı sırttan vuran bıçakların kan gölü...

Her seferinde kendi halklarına kendilerinin yaptığı zulmü yok sayıp, satılmış ruhlarının göz boyayan çıkışlarında, saraylarının ihtişamının uzağına bakamayan bir görüyle sadece birbirlerinin debdebeli yaşamlarına odaklı, dünyanın en zenginler listesinde alacakları yerin tatmininde yöneticiler coğrafyası...

Karanlığa gömülmüş odalarda bomba şelalelerinden, uçak gürültülerinden, tank seslerinden, havada uçuşan roketlerden, camlarına değen mermi damlalarından masallara uyanık çocuklar.

Dünyanın her bir yerinde medyanın odakladığı görüntülerle ahlayıp vahlayan, olay bitip ekran karardıktan sonra herşeyi unutan, ben, sen, o... Biz .

Hepimiz: İki cümle, üç ah vahla geçiştirip, iki emperyaliste laf atıp, küfredip, iki bayrak yakarak çözebildiğimiz; insan olma sorumluluğunun gereğini yapmışlığı bunca basit eylemle vicdanlarımıza hazmettirmiş, herşey normalleşince unutup gitmiş yalancılar sürüsü.


Savaşın kendisinin kirli olduğunu unutup ondan vicdan, hak, hukuk, insanlık beklemek gafletinde durup bakan; savaşın kural tanımazlık gerçeği ortadayken, sessiz ve soluksuz uluslararası örgütler...

Şiddet şiddeti doğurur gibi çok açık bir laf ortadayken, bunun anlamını herkes bilirken, hala neyin bağırışı bu... Her savaşan zaten kendi haklı dayanaklarını yaratmıyor mu hep...

Koskoca bir ülkeyi paramparça ederken, bir sürü hayatı yok edip çocukları babasızlığa, annesizliğe, kolsuzluğa, bacaksızlığa, bedensizliğe,ruhsuzluğa mahkum ederken büyük abi; denize verilmiş petrolde çabalayan bir kuşun görüntülerini algılarımıza yükleyip kendini haklılamıyor mu? Bir sahneyle görmek istemeyen gözlere boyaları çalıp bütün kirlerini örtmüyor mu?

Ve Filistin: Devrimci ruhların ateşi, sevgilisi, pamuk kalplerde büyütmeye çalıştığı minicik bebeği hâlâ o Filistin mi? Önce kendi evlatlarını yiyip, sonra halkı bir kenara bırakıp paraları ve rantı yenilen ülke değil mi? İsrail bombalarından kurtulsa bir başka despotun dine referansladığı bir ideolojinin zulmünde yaşamaya mahkum edilmiş bir ülke olmayacak mı?

Suçlular ayağa kalksın ve hiç ötelerde bir yerlerde aranmasın... Ve ne yazık ki, ''Ülke ve Özgürlük'' filminin son kısmında yazdığım gerçek: Gerçekliğini ve tekerrürünü hiç yitirmiyor... Ve her zaman olduğu gibi çıkarsız inanmışlıkla çarpışanların, çıkar hesapları ''iktidar''(!) olanlar tarafından tasviyesiyle bitiyor. Ülkeler yalnızlaşıyor. Kendi insanınca bile sahipsizleştirilmiş Filistin'de olduğu gibi...

Onlar kandırıyor, biz de kanıyoruz!

Dünya yalan...



Konuyla bağlantılı muhteşem bir yazı için lütfen tıklayın.



Resim Paul Barlow

5 Ocak 2009 Pazartesi

Aşk Ve Gurur...



Filmi izlemeye, Kefareti izledikten ve çok beğendikten sonra yönetmenin diğer filmleri neler diye araştırırken, ilk Filminin Aşk ve Gurur olduğunu görerek karar vermiştim. Ama öncelikle izlemek gibi bir düşüncem de yoktu açıkçası... Ta ki yapacak başka bir şey bulamadığım bir anda, iş yoğunluğundan teneffüse çıkmış öğrenci gibi nette dolaşırken okuduğum kısacık bir yazıdaki samimiyet ve ona katkı yapan yorumdaki coşkuyu görüp; bu iki genç ve kocaman yüreğin film üzerine belki bir iki satır gibi duran ama bütünüyle coşkun bir içtenlik taşıyan kelimelerini fark edene kadar...

Yine işlerle boğuşan bir günün bir saatinde, aldığım CD'yi bilgisayarıma takarak filmi izlemeye başladım. Niyetim şöyle bir göz atıp sonrasında, akşam evde koltuğa yayılıp izlemekti aslında... Ama film ilk sahnesiyle birlikte beni öyle bir çekti ki içine, bir daha çıkamadım. Görkemli salonlara götürdü, yemek masalarına oturttu, kırlarda gezdirdi, yağmurlarda ıslattı; ama, sanırım en çok da kendi yaşanmışlıklarımın tadını duyumsatan bir iç yolculuğa çıkardı .

Film; aşkın en güzel ve nefessiz halini odak alırken, ilişkiler yumağında ve hayatın içinde aslında her birimizin tanıklıklarında olan; başta sınıf ayrımı olmak üzere, bir sürü değer yargısının önceliklerini çok açıklık ve ironik bir eleştiriyle de gözlerimize sokmayı başarıyor. Film aynı zamanda bütün bu algılama ve davranış biçimleri hayatınızın içinde var, siz hangisini seçiyorsanız seçin derken; Yazarlar Birliği tarafından bütün zamanların en romantik romanı seçilen ölümsüz başyapıtın yazarı Jane Austen ve Boston Film Eleştirmenleri Derneği üyeleri tarafından Yılın En İyi Yönetmeni Ödülünü alan Joe Wright, kendi tercihlerini de aşkı kutsayarak ortaya koyuyorlar.

Yine yazar ve yönetmen; aşkın: Öfke, tutku, hırçın bir bedel ödetme, onun için ama sadece onun için hiç bir karşılık beklemeksizin bir şeyler yapma çabasını ve bu çabanın hissettirdiği içsel coşkuyu, ama en çokta kalp atışlarını ve o nefes nefese olma halini öne çıkararak; doğru, güzel ve lezzetli olanı içimizi ve heyecanlarımızı kışkırta kışkırta sonuna kadar duyumsatıyorlar. Siz filmi izlerken kendi hayatınızdaki yaşanmışlıklara da yolculuklar yapıyorsunuz... Bazen filmdeki annenin komik duran tavırlarından yanlış hayata giden kızına acırken, günlük yaşamdaki benzer önceliklere de gülüyorsunuz... Babanın doğru tavrına saygı duyarken anneye bakarak, babanın aslında hayatının Elizabeth'ini ıskalamış bir derinlikte olduğunu fark ediyorsunuz.

Yani işin özü (roman gibi uzatmim): Derinlikleri olan, hayatı mekanik bir gerçekçilikle değil de duyguların lezzetinin peşinden koşan bir cesaretle yaşamayı tercih eden biriyseniz; bu film, çok şey anlatacak size... Bunu üstelik muhteşem bir görsellikle yapacak. İzleyin...

Ve son söz olarak: Arabaya binerken birbirine dokunan iki elin içinizi titreten sıcaklığını kameranın odaklandığı noktalarla, yağmur altındaki sırılsıklam iki kalbin hesap soran aşkına muhteşem bir manzarayı fon yaparak, aşk emek vermektire göndermeler yapan uzun bir yürüyüşün ardından aşkın bütün gururlardan arınmış iç döküşünü, sel olup akışını ve teslimiyetini güneşin renkleriyle boyayıp, aşkla dans etmekle sadece dans etmek arasındaki duyguların farkını diyaloglar ve ritimle göze sokan, derin sorgulamaları ve eleştirilerini zarif bir ironiyle yapan peri masalı tadındaki, Satellite'te Yılın En İyi Giysi Tasarımı Ödülü’nü alan bu filmde, muhteşem duyguları döneme çok sadık kalarak muhteşem görselliklerle besleyen yönetmene saygılarımı sunmadan geçemeyeceğim.

Yönetmen: Joe Wright
Senaryo: Deborah Moggach (Jane Austen’in aynı adlı klasik yapıtından)
Görüntü Yönetmeni: Roman Osin
Kostüm Tasarımı: Jacqueline Durran
Yapımcılar: Tim Bevan, Eric Fellner, Paul Webster
Sanat Yönetimi: Nick Gottschalk
Müzik: Dario Marianelli

Oyuncular:
Keira Knightley, Matthew MacFadyen, Brenda Blethyn, Donald Sutherland, Tom Hollander, Rosamund Pike, Jena Malone, Judi Dench, Carey Mulligan, Talulah Riley, Tamzin Merchant

3 Ocak 2009 Cumartesi

Bir Romanımsının Ötesinden Berisinden Rastgelesinden Bir Bölüm ...Hey, Sen!.. Ömrümün Zamanı Belli Olmayan Bir Gününde, Üzerine Yazılacak Kız...

Yağmurun sileceklere ritm kattığı, vitrin ışıklı, neon lambalı asfalt akşamda; arzuların, hayallerin, olmayanların, olması istenenlerin beynin içinde kanlı bıçaklı meydan savaşı yaptığı; kalbin, sessizce biriktirdikleriyle sakin sakin alıp götürdüğü tebessümlü hülyalar saatinde: Radyoda çalan müziğin, içi ısıtan soğuğun, kaloriferin bir uyku halinde insanı düşlere sürüklediği kalabalık caddede, biraz önce alınmış kahvenin torpido üzerinden yaydığı kokuya hafızadan başka kokuların da katıldığı bir seyir halinde ilerlerken...

Siyah deri trençkotlu kadına takılan gözler, ıslaklığın otları üzerinde cam olan esnaf masalarının altındaki fotoğraflar kadar parlak yaptığı sabaha uyandığında... Yemeği verilmiş köpekle birlikte bu kır bahçede, Fransız filmlerinden uyanmış adamlar gibi poz takınmış, ağzında sigara yürürken, iki ağacın dallarının uzandığı sıvası dökülmüş bu kır pencereli sabah nemli duvarın ardındaki ten sıcağı yatakta yatan; ve bu poz halimle , saçlarının dudaklarının üzerine düştüğü aralıktan, çok ama çok özlemiş bir pişmanlığın yumuşak teninden, en acıtanından, en susamışından dokunuşların bir kadife altındaki beyazperde yansımaları gibi akıp gittiği, ter basmış bir sevdanın şarabında yıkandığımız iri siyah gözlerin gözüne değmek; 0 siyah saçların kafası karışık çarşafına sarılmış çıplaklığını, yağmur değmiş buğuların ardında teslim alınmış bir bedenin diri göğüsleri gibi pencerede görmek için turlayan, benim.

Kaç evvel zaman önce asfaltında blues neonları yansıyan caddede bırakılmış, ve kaç on yıl sonra dün akşamın ruhları dürtükleyen saatinde, yine evvel zaman önceki gibi sanki tesadüfen girilen bir dükkândan çıkarken tesadüfen rastlanılmış ana dönen de benim.

Her zamanki günlerden birinin; bilinmez, atraksiyon dolu akşamına, oradan gecesine aktığını bilmeden zamanın; lacivert kazağının fermuarı ile oynarken bir adam öğlenin az geçmiş bir vaktinde... Sadece kadınlı yaşamla kadınsız yaşam üzerine özlüyordu yaşadıklarından bakarak duyguların sahiciliğini... Kokluyordu! Bir kadın teninin, bir kadın kokusunun izlerinden koşmanın parfüm kokulu gülüşlerini...

Bir okul sırasında, sıra üzerinde unutulmuş ele değen çıplaklık: Bir uyuşturucu akşamı gibi tekrarlar isteyen macera kapıları açmıştı çok evvel zaman içinde. Kazara oturan ve bu kazaları sürekli bir hal alan kızı, yıllar sonra ehliyetsiz arabayı okul kapısına dayayıp, seni istiyorum diyerek sürüklenilen yatakta, atletlere varana kadar kıpkırmızı olan korkunun erişilmez duygusunu sahiplenmeyi, sorumluluğunu almayı, bütün bir ihtirası şefkatle de sarmalamayı becerebilen arzulamanın notlarını arıyordu tozlu rafların ücralarında... Aslında, o öğlenin az geçmiş bir vaktinde, bunları düşünmüyordu. Bu yaşanılmışlık, başka bir kararı kolay verebilmek için bilinçaltında tetikte bekliyordu; mermisi sürülmüş vaziyette. Olacaklar bilinmez bir haldeydi günün 13.32 sinde...

Hani, araba insanı yakan blues eşliğinde neon ışıklı caddede ilerlerken bir kadın gördü ya adam: Bütün bir kalabalığın durduğu, sadece uzun bacakların yuvarlak kalçalarının ince bedeni, çıldırtan müziğin ruj kırmızı far mavili ışıklarının altında sarhoşluğun sarmaş dolaş ritmiyle sallayışına bin sahne yazdı ya! En kokulusundan saçlara gömülmüş yüzün defterinden...

Aslında, adam kadını tanıyordu bin yıl önceden. Aynı bin yıl öncedeki gibi, girdiği mağazadan çıkınca, tesadüfenmiş gibi karşılaştı kadınla. Merhaba dedi yılların ötesinde kalmışlıkla. Tıpkı bin yıl önce, onun adını söyleyişindeki tonda -Merhaba- dedi kadın, iri siyah gözlerin ruj kokulu tebessümüyle. Yıllar öncesinde kalmışlığın temposunda ve kaldıkları yerden yürümeye başladılar. Şimdi, hareketsizliğin hüküm sürdüğü caddede hatta kalabalık için zamanın bile donduğu anda, günün bıkkınlığındaki ara sokaklardan bir iki dükkanın kepenk seslerinin de susmasıyla, zaman sadece adam ve kadın için işlemeye başladı.

Araba, o neon ışıklı caddeden iki kişilik haliyle ayrıldıktan az sonra; bu kez, dalgaların kıyıdan aştığı, yağmura sileceklerin yetişemediği, farların karanlığı deldiği bi hızla, kilometre taşlarının ateş böcekleri gibi parladığı, pervanelerin baş döndürücü tutkularıyla dans ettiği yolda; birbirinden ten kokan, yıldız ışıklı şarkılar çalmaya başladı. Yol boyunca aslında sessizlik hüküm sürüyor gibi gözükse de, arabanın koltuğunda hafifçe sola çevirdiği yüzüyle adamı izleyen kadın ve bunun farkında olan adam, o kadar çok şey konuştular ki sessizliğin sesiyle...

Araba, bahçeden girip ağaçlar boyunca ilerledi. Bu esnada sessiz evin önünde susan motor, ardından sönen farlar karanlığa gömmedi ortalığı. Aksine, ruhların ışıkları yanmıştı ışıl ışıl. Kadın, siyah beli kuşaklı trençkotuyla merdivenleri çıkarken; adam, aslında hep ona benzettiği, hatta çocuklarının annesi kadını, hatta ünlü Fransız oyuncuyu gördüğünde, daha önce sevdiğinden dolayı onları da sevdiği hayranlıkla bakıyordu; topukların üzerinde, kalçaların ritmiyle ilerleyen kadına... Kilide girip çevrilen anahtar, ama daha önemlisi, kapıyı açarken kadının bedenine değen bedenin aldığı deri kokusuna karışmış kadının kokusuydu.

Mahrem şeylerin sessiz tonuna, evin eskiliğinin parkelerde çıkardığı gıcırtıların nefes alışverişleri, az sonra olacakların ateş basmış hali usul bir ürpertiyle katılırken, adamın yarın sabah poz takınmış halde penceresine baktığı odaya girdiler. Oda, asla uzak kalmaya izin vermeyen, insanı ötekine iten, istemenin, arzulamanın bütün kilitlerine dokunan, nefes seslerini, onlardan yayılan ısıyı bedendeki uyanışlara ekleyen bir sahneydi.

Gecenin dilsiz karanlığına, uzun ve emsalsiz geceye eşlik edecek; bin yıl önceden susamışlığın, uzak kalmışlığın, ölümsüz bir istemenin yakıcı tonunda; aşkın yangınını anlatacak, hatta yangına körükle gidecek türden bir müzik katıldı...


...devam edecek;zamanın ötesinden berisinden bi günde ama !.:)...zamansızca yani:)

Düş'e Alt Yazı...4;Hal ve Gidiş...



23:58:18 kadının e-postasına düş(en)


Kontörün mü bitti ? Telefonun mu kapalı?yoksa seni çaldılarmı ?yoksa hastamısın?Yoksunda...Ama sadece buralarda...Bende varsın...

galiba:))

Düş'e yatmaya gidiyorum, sıcak su torbasını sen sanıyorum uykunun bi yerinde, tekrar uyuyorum salak salak..

Ya merak ettim aslında da, benimki ıslık çalmak işte:))

Ya niye merak ettim ki,fazlamı alıştım acaba sana? Bunu sorim kendime bakim ne diyecek kendim...Gidemiyom bak,sanıyomki senle konuşuyom,bi şekilde sana dokunuyom,sanıyom işte ,geliyom sana bakmaya ,öpüyom... ama ne öpme:))

İyisin dimi..dilini yutmasan sesin çıkardı kesin...bişey olmadı dimi...iyisin dimi..iyisindir ya,...he? ..uff ya:(


00:31:01 adamın e-postasına düş(tü)


06:24:11 kadının e-p0stasına düş(medi)


08:17:31 kadının e-postasına düş(medi)



09:33:29 kadının e-postasına düş(medi)


09:44:37 kadının e-postasına düş(medi)



Resim Eleanna Anagnos
Müzik Feridun Düzağaç-Uykusuza Masallar albümünden Özledim adlı şarkı
.

2 Ocak 2009 Cuma

Düş'e Alt Yazı...4



00:17:52 adamın e-postasına düş(tü)


.


06:34.14 kadının e-postasına düş(medi)



11:42:46 kadının e-postasına düş(medi)



13:26:32 kadının e-postasına düş(en)


Bir ışık vardı/
Ben ona bakıyordum.
O ışık sallanıyor sanıyordum.
Oysa hemen anladım,
Ki ben kımıldanıyordum.Demiş ya Özdemir Asaf, ben sanaydım:)... Yılın güzel geçsin...Benim için zaten güzel geçecek, çünkü içinde sen varsın:)


13:28:14 adamın e-postasına düş(en)

:)))

13:29:54 kadının e-Postasına düş(en)

Ah burnum:))



Resim Eleanna Anagnos
Müzik John Williams - Spanish guitar music albümünden Sonata in D adlı parça.

Taraf Tutmak...


Sanat, totaliter politika, siyaset ilişkileri üzerine olayın farklı yanlarından sorgulamaları olan, biraz emek ve ilgi isteyen bir ritimle ve neredeyse tek mekanda geçen bu film: Usta bir yönetmenin iyi oyuncularla kotardığı, sanat toplum için mi, sanat sanat için mi yoksa sanat iş birlikçi mi ile militarist ve düz bir mantık nereye ve neye bakar üzerine yanıtları olan...

Sanatçının ve sanatın işlevini; mesleğine bağlı toplumun iki tarafınca da sevilen 20. yüzyılın en seçkin orkestra şeflerinden biri olan Wilhelm Furtwangler'in ülke siyaseti içindeki duruşunu, kariyer mi yoksa bir başkaldırı mı ikileminde sorgulayan, aynı koşullarda siz olsaydınız ne yapardınızı izleyiciye sorgulatan...

İnsan (Amerikalı bir binbaşı, nazilere başkaldırmış bir vatanseverin sekreter kızı ve Alman asıllı Amerikalı bir başka subay) karakterlerinin yetişme tarzları ve algılamaları örneklerinden yola çıkarak, aynı olayı farklı insanların farklı anlamlandırabilecekleri gerçekliği üzerine tezleriyle usul usul izleyiciyi besleyen...

İnsan olmanın düşünme olgusuna ve bu olgunun farklılıklarına göndermeleri olan...

Görkemli bir müzik eşliğindeki finalinde, sanatçının suçlu ya da suçsuz olduğu üzerine keskin yanıtlar vermeden; görkemli mekanlar, diyaloglar ve tiyatro tadında usta oyunculuklar sunan; psikolojik gerilimi ve müzikleriyle bir şölen halinde süre giden ama izlenmesi kesinlikle emek isteyen; düşünmeye ve sorgulamaya meraklı izleyicinin seveceği, Istvan Szabo'ya'’2002 Mar del Plata’da En İyi Yönetmen'' ödülünü kazandırmış çok güzel bir filmdir.

Diyaloğa dayalı, karakter analizleri ve ideolojik sorgulamalar yapan filmlerin temposundan rahatsız oluyor, ben sadece vakit geçirmek ve eğlenmek için film izlerim diyorsanız da izlemeyin!

Yönetmen: Istvan Szabo.
Senaryo: Ronald Harwood.
Görüntü Yön.: Lajos Koltai.

Oyuncular:Harvey Keitel (Steve Arnold), Moritz Bleibtreu (David Wills), Stellan Skarsgård (Wilhelm Furtwängler), Birgit Minichmayr (Emmi Straube), Ulrich Tukur(Helmut Rode), Oleg Tabakov (Kolonel Dymshitz)

1 Ocak 2009 Perşembe

Bu Kısa Filmi İzlemelisiniz...

Eğer ilerde bir gün, bir uzun metrajlı film izlerken; evet bu yönetmenin amatörce çektiği bir kısa filmini izlemiştim, onu tanıyorum demek istiyorsanız,sayfasında duygularımı şu sözlerle ifade ettiğim bu filmi kesinlikle izlemelisiniz:Kesinlikle beklediğimden çok öte olduğunu belirtmeliyim:))İlk andan itibaren genç bir çalışma olmasının heyecanını duyduğumu, ilerledikçe film, nasıl bir emek ve heyecan koyulduğunu hissettim...Tüylerim diken diken oldu:))Çok güzeldi,kamera açılarına ve kameranın kullanımına bayıldım,mekân seçimleri, müzik, senaryo, kurgu, geçişler enfesti...Zaman seçimleri, onlara geçişler, her şey çok güzeldi...Oturup bir teknik analiz yapmanın doğru olmadığı düşüncesindeyim...

Ama filme katılmış ve onun bütün aşamalarındaki heyecanlarınızı hissetiğimi bir kez daha özellikle vurgulamalıyım.Sadece;sanki trende bitseydi daha iyi olurdu diye düşündüm,ki çok iyi bir seçimdi o sahne; ve çok şey anlatıyordu...Final gördüğü anda izleyeceğinin ne olduğunu anladığı bir sahneydi.Ve bence film süresince yaratılan merak duygusunu orada tüketti...Hepinizi kutlarım.Filmin çok iyi olduğuna bir kez daha vurgu yaparken,yolunuz açık olsun diyor;ve bir gün bir filmin altında Mustafa Can Poyraz adını göreceğimi biliyorum:))

Filmi İzlemek İçin Resmi Tıklayın

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP