17 Aralık 2008 Çarşamba

Salkım Hanımın Taneleri



Salkım Hanımın Taneleri: Tomris Giritlioğlu'nun başarılı oyuncu seçimleri, dekorun, mekanların, ışığın kusursuz kullanımı, üstün oyuncu performansları ile Türk sinemasının dönem filmleri içindeki en başarılı örneklerinden biridir.

2. Dünya Savaşı sonrası; biraz da sermayeyi Türkleştirme çabalarıyla azınlıkların ötelenmesi mantığı üzerine kurulu varlık vergisi uygulamasının etkilerinin, bir gayrimüslim aile üzerinden anlatılmasıdır.

40'lı yılların ilk yarısında İstanbul’daki ticaret sermayesinin el değiştirmesini, bu süreçteki ahlaki ve kültürel yozlaşmayı, siyaset ekonomi ilişkilerinin imtiyaz sahibi olmayanları etnik dayanaklarla ayrıştırmanın yanı sıra bunun da ötesine geçip, temelde siyasi ayrılıklar üzerinden karşı görüşlüleri nasıl ötekileştirdiğini anlatır. Ülkenin çok önemli bir dönemini çok başarılı bir biçimde anlatan film, ne yazık ki kendi tarihine eleştirel bakmayı beceremeyen, hamasete dayalı kör bir milliyetçiliğe kurban gitmiştir..

Yılmaz Karakoyunlu'nun dönem üzerine yazdığı bir romandan yola çıkılarak çekilen bu başarılı uyarlama; üzerindeki her türden görüşün tartışılmasıyla ülke tarihinin önemli bir sürecinin fark edilmesi ve anlaşılabilmesine olanak sağlayacakken, siyasetçilerin büyük millet meclisine taşıyacak kadar ileri gittikleri kısır tartışmalarına ve inkarcı geleneğimize kurban edilmiştir.

Oysa film bütün öyküsünü kışkırtıcı ve taraf bir tutum sergilemeden, insan hikayeleri üzerinden naif bir anlatımla ortaya koyar. Türk sinemasının en güzel oyunculuklarının sergilendiği bu film: Bu başarılı performanslar sayesinde ve etkili diyaloglarıyla sanki hayatımızın kenarında bir hikayeye tanıklık ediyormuşuz duygusu yaşatır. Geniş bir yelpazedeki farklı sosyal ve etnik kimliğe sahip insanları, çok iyi seçilmiş karakterlerle örneklemeyi başarır .

Bu filmde sanki herkes başroldür: Zafer Algöz, Uğur Polat, Güven Kıraç, Kamuran Usluer, Zuhal Olcay, Hülya Avşar, Derya Alabora, Nurseli İdiz olağanüstüdürler... Sarı gelini hem Ermenice hem Türkçe söyleyen Yavuz Bingöl yorumu gözlerinizi yaşartır, muhteşemdir.

Film bütün bu dönem fonunun ötesinde, içindeki insan öyküleri, gelenekteki aksaklıklar ve karakterlerin psikolojik derinliklerinin olağanüstü anlatımıylada öne çıkar... İzlememiş olmak ciddi bir kayıptır.

16 Aralık 2008 Salı

Elimde Kahve Kokusu Haber Okurken, İki Çift Laf Edesim Geldi...


Seviyorum bu ülkeyi... Sürekli insanın fikri zenginliğine katkı yapan, bir sürü sosyolojik anlatılar içeren kitapta rastlayamayacağınız kadar farklılığı bir günün içinde bulabileceğiniz zenginlikte bir ülke olduğu için...

Sabah elimde kahve kokusu gazetelere göz atıyorum...

Farklı mecralarda kendi çaplarında örgütlenmiş, hatta terminolojileri seçkincilik karşıtı söylemlerle dolu olduğu halde seçkincilikten kurtulamamış, anlı şanlı, popüler kültür karşıtı gibi gözüken ama kendi mecraları ve yaklaşımları yüzünden medyatik ve popüler olan insanlar güruhunun, her zamanki popüler ve saman alevi çıkışlardan birini yaparak ve üstelik kendilerini her zamanki gibi toplumun diğer katmanlarından, "onlar cahil, bir sürü bilmezler ve güdülenler" mantığıyla soyutlayarak,''1915’te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı ‘büyük felakete’ duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum'' sözleriyle vücut bulan özür haberine takılıyorum.

Meselem özür dilenmiş olması değil, tavrın toplumda varolan yanlış algılamalardan kaynaklanan ön yargılarla oluşturacağı kutuplaşma ve refleksler. Daha önce benzer özelliklerde bir çok imza kampanyasında gördüğümüz, ama onun dışında toplumu bilinçlendirme konusunda çabalarına tanık olamadığımız bu seçkinci ve samimiyetsiz insanlardan biri büyük iddialarla girdiği seçimde; samimiyetsiz, halktan kopuk ve tepeden bakar tavırları yüzünden kıç üstü oturmuş olmasına rağmen bunlardan ders çıkarmayıp, içtenliğin ve samimiyetin sıcak elinden yine tutmayarak, bu tavrın inandırıcılığını ve insana geçen sıcağını bir kenara bırakıp, yine kendilerini konumlandırdıkları radikal ve tepeden bakan bir uslupla buyurmuşlar.

Neden bu parlak ve engin bilgilerini yapacakları yerel toplantılarda, gerektiğinde mahalle mahalle dolaşıp halkla paylaşarak, konu üzerinden onları aydınlatarak, hiç taraf olmadan, önyargısızca, konunun iki tarafından insanları biraya getiren bir sivil örgütlenmeyle tartışıp, bu tartışmanın sonuçlarını yine medya aracılığı ile insanlarla paylaşmazlar? Ve yine bu olaydaki gibi, hemen aynı sertlikte karşı bildirilerin yayınlanmasına, ortalığın gerilip insanların saflara ayrışmasına neden olurlar. Bu kötü alışkanlıktan ve en iyisini ben bilirim tavrından ne zaman vazgeçip, benzer olaylar yaşandığında ötekine koşup konuşmayı, birbirimizi ikna edemesek de anlamayı, sentezler çıkarmayı öğreneceğiz acaba?

Eğer söz konusu olan özür dilemekse, bunu bütün bir halk adına devletin yapması gerekmez mi? Ve buradaki gibi bireysel sayılabilecek ve anlamını bulamamış bir diklikle, sadece ufak bir azınlığın egosantrik bir duruşla sahip çıkacağı bu tavır, ulaşacağı noktada ne derece başarılı ve yararlı olacaktır? Barışın sıcacık ve sevecen tadını duyumsatıp, insanları ona doğru mu yaklaştıracak, yoksa ortalığı birbirine katmakta üstlerine olmayan bir takım radikal odakların, mal bulmuş mağribi gibi sarılacakları bir söylem olarak bir süre onların amacına hizmet edip, sonra da işlevini yerine getirememiş bir şekilde rafa mı kalkacaktır?

Halk olmadan hiç bir şeyin olmayacağını bilmek için çok fazla bilgiye ihtiyaç yoktur. Bütün devrimlere ve en çok da Atatürk'e bakıldığında, Ulusal Kurtuluş Savaşının arkasındaki "Çılgın Türkleri" bir amaç etrafında toplamayı başarmış bir samimiyet, inanmışlık ve deha görebileceklerdir oysa.

Ne yazık ki, Türk ''aydınlarının'' ve solunun en eksik tavrı budur. Halkla kucaklaşmayı ve tokalaşmayı beceremeyen, bunu kendine yakıştıramayan, onları bir şey bilmez gören, kıç üstü oturmuş başarısızlıklarının bedelini halkın anlamazlığına kesip, burunlarından kıl aldırmayan en iyi ben bilirimci bu tavrıdır...

Bu ülkeyi sokak aralarından izleyen biri olarak şunu çok net söyleyebilirim: Bu halkın önemli bir çoğunluğunun kendi halindeyken kimseyle etnik, dinsel, ırksal, renksel, inançsal bir sorunu yoktur. Dolayısıyla kendinden kaynaklanan bir özür borcu da yoktur. Ama devletin ne kadar haklı gerekçeler yaratırsa yaratsın, öyle olmasaydı şöyle olurdu, bu olmasaydı şu olurdu gibi nedenlere sığınmadan, evlatlarını birbirinden ayırmayan bir baba bakışıyla, kurunun yanında yaşta yandı mantığını da bir kenara bırakıp, bu topraklarda yaşayıp o veya bu nedenle acı çekmiş insanlara özür borcu vardır, bu doğrudur. Bunu kendine güvenen bir büyük devlet olarak hiç yüksünmeden, göğsünü gere gere de yapmalıdır; becereleri ve düzeyleri kendinden menkul insanlara bırakmadan. Çünkü onların bu samimiyetsiz ve soğuk tavrı; sonuç alıcı ve doğruya hizmet eden bir çıkış değil, aksine itici, toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul görmez ve sempati yaratmaz bir yoldur.

Bence...:))


Müzik Andrés Segovia'nın Recital Intimo albümünden,
resim bugünkü Milliyet gazetesindendir...

15 Aralık 2008 Pazartesi

Bugün Kırmızı Işıkta Arabanın Önünden Geçen Kızla Karşılaşınca...

Bu sabah, bayram tatiline gelen oğlanı yolculamak için almaya gittiğimde, doğal olarak kırmızı ışıkta beklerken arabanın önünden geçen kızla da karşılaştık. Dün oğlana aldığımız botları beğenip beğenmediğini sordum, seni bile beğendim ki diye sokuşturdu.

Bu halleri seviyorum.

Oğlanı sabah erken yolculadığım için mesainin başlamasıyla halledebileceğim işlere kadarki vakti bir parkta oturup poğaçaları kuşlarla paylaşarak geçirdim. O esnada kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızla bir öfkeye teslim ettik her şeyi anından bu zamana geçen 4,5 yıldaki izlerime baktım. Dört yıl önce ona uzunca bir mektup yazmıştım. Hatta çok sevdiğimiz bir otelin kış bahçesinde oturmuş piyano dinleyip bir şeyler içerken, kendisinin okumayacağından adım gibi emin olduğum mektubun önemli bölümlerini ben okumuştum ona...

Çok espri yapmıştık çok da gülmüştük. Hatta sen rahat durmazsın şimdi demesine o deftere bir imza atıp bir söz verdim; seninle el sıkışıp birbirimize teşekkür edip bitti demeden hiç bir şey yok demiştim.

O mektupta yazdıklarıma ve o zamanda hissetiklerime baktım bu gün... Bazen zamana not düşmek güzelmiş, insan nelerin değiştiğini de farkediyor. Neleri öngördüğünü, bunların ne kadarının gerçekleştiğini de... Hayatla bu anlamda oynamayı seviyorum. Ve sanırım elimdeki dataları doğru değerlendirip öngördüklerimin gerçekleşmiş hallerinden ''ben bildim ya!'' keyfi de alıyorum.

Zamanı eskimiş mektubun satır aralarından; noktasına virgülüne dokunmadan!..

Hayatımdan onca kadın geçmiş olmasına rağmen her birinde hayal ettiğim sevgilinin izlerini arıyordum. Her birinde de bir şeyler buluyordum. Her insan gibi benim kafamda da bazen bir roman kahramanından bazen bir film karakterinden bazen hayatın tam göbeğinden alınmış kadın imgeleri vardı. Bunların tümünden de aklımın oluşturduğu bir sevgili imajı. Ve her sevgilide hissettiklerimin çok derinlere işlemediğini biliyordum. Yalnızca samimiyetle, her birinin bir takım özelliklerinin ruhumun bir yanına hitap ettiğini bilerek seviyordum. Bu yüzden onlara ‘’seni seviyorum’’ demelerim bile aslında hayal ettiğim sevgiliyeydi.

Kendime de o yer için bir tek hak tanımıştım. Ve orayı sen aldın. Duygu anlamında baktığında da bundan hiç pişman olmadım. Ve senden ayrılsam bile, seni kalbimin bir yerine saklayacağım, orada duracaksın. Ve hayatıma başka kadınlar girecek. Ama bu kez onlarla arama giren bir gerçek olacak, hep mukayese edeceğim. Elbette onları da seveceğim; onlara da dokunacağım; belki daha çok konuşacak, daha çok seveceğim;

Ve onlarla da bir deniz esintisi yüzlerimizi okşarken, çıplak ayak kumlara oturmuş; kalbimizde ter basmış bir sevda, ateşli bir sevişmeye giden yolda yıldızlar mum olmuş, deniz en güzel bestesini bize çalarken, mahrem şeylerin titrek ve sessiz tonunda bir kitap üzerinden hayata dair ve ruhumuz vücutlarımızın tüm kıvrımlarına dokunarak konuşacağız.

Bazen bir sinema salonunda birbirimizin sıcağına sarılmış, bir aşk filminin her karesinin kendi ruhumuzda açtığı ufuklara teslim,aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay edeceğiz... Sinemadan çıkıp, soğuğun bizi hala sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, ama yinede üşümüş ve sokulgan adımlarla, çocuk uykusundaki sokaklarda sevdalı sevdalı yürüyerek eve gidip;gecenin sessiz aydınlığında birbirinin notalarına dokunarak yaratılan müziğin ve şarabın eşliğinde, geceyi gündüze döndüreceğiz.

Bazen dışarıda lapa lapa kar yağarken sıcacık bir tren kompartımanından; akıp giden zamana...çağıl çağıl derelere... her geçilen evdeki hayat öykülerine... durulan her istasyon binasının muhteşem yalnızlığına... karın üstünde umursamaz bir neşeyle boğuşan köpek yavrularına... bir köy okulunun önünden geçerken; her biri, bir evin neşesi, mavi önlüklü beyaz yakalı köy yüzlü kurbağalara... Bir dağın yamacından evini yuvaya döndürecek odunları, eşeğinin sırtına yüklemiş götüren babaya… Bir önceki istasyonda binen kadının ineklerinin sütünü satıp elde ettiği parayla aldığı Pazaryeri gofretlerine...

Babanın yaktığı odunlarla ısınacak, köy yüzlü kurbağaların okuldan dönmesiyle neşelenecek, sonraki istasyonda gofretlerin yanında dumanı üstünde ekmeklerle inen badem gözlü kadının sofrasıyla yuva olacak metruk evlere bakıp; aynı ruh hallerini ve bunun sessizliğini paylaşan insanlar gibi eski kente gideceğiz...Orada geçmiş hayatlarımızın izleri üzerinden derin sohbetler edeceğiz;her bir tarihi mekânı dolaşarak…Ben anlatacağım onlar dinleyecekler,onlar anlatacak ben dinleyeceğim.

Onları pirler parkındaki türbenin önünde konuştuğunda sesini sana geri döndüren bölmeye götüreceğim.Sonra parkın yamacından eski kente bakıp,bu geri dönüşün felsefesi üzerine zamanın nasıl geçtiğini bilmeden; taki havanın karardığını fark edene kadar sohbet edeceğiz.Sonra otele dönmüş eski bir konağın lokantasında yemek yiyeceğiz,şarap içerek.Sonra belki????

Bütün bunlar yaşanırken, onlar belki hayal etmedikleri kadar mutlu olacaklar.Belki kral mezarlarına ve onların bulunduğu kayalıkların üzerinden geçen tren raylarına bakan odada, gecenin dilsiz aydınlığında, bir otel müziği eşliğinde sigara içerken, onlar başlarıyla göğsüme sığınmış mutlu ve sessizce düşünürken. Ben senden öncesinde hissettiklerim gibi bile olmayan, içinde hep aynı kişiyi arayan keşkelerle dolu; burnumun ucundaki, belki de hayatının mutlu anlarını yaşayan, ne renk olduğunu bile fark etmediğim saçların kokusunu bile hissetmeden, beraber olduğum insana haksızlığında kafa karışıklığıyla, kalbimde bir sızı seni düşünüyor olacağım.

Hayatımdaki her şeyi bildiğim gibi bunu da biliyorum. Ve ben inatçı bir cesaretle ihtimalleri zorluyorum.


O gün bunları düşünüp yazarken; sonra neler olmuş?

14 Aralık 2008 Pazar

Güle Salak Bir Günden An İtibariyle;Noktasını Virgülünü Takmadan:))


yaa pırıl bir güneş var...sabah köpeği saldığımda onla dolaşırken evin arka taraflarında, aklıma yaşadığım anla, duygularımla, hayallerimle ilgili bir sürü şey geldi..içim kıpırtılı şaşkın...güle salak bir pazar yaşıyorum..

yazmak istiyorum yazamıyorum..bir sürü güzel şey kafamda uçuşuyor...geçmişe gidiyorum,ota boka bir sürü şeye dokunuyor aklım...italyanca şeyler dinliyorum..bloglarda dolaşıyorum yorum yazim bir ikisine diye..olmuyo kelimeleri dizemiyorum dizmekte istemiyorum sanki...sürekli aklımda bir resim var ve gülüyorum enteresan bi şekilde...

hiç bir şeyi sorgulamadan, cevaplarını çok iyi bildiğim soruları hiç kurcalamadan öyle bir gün başladım,yumak yumak örüyorum...öğleden sonra oğlanı alıp bir alışveriş merkezine atmalıyım kendimi,büyüğe bot bakacaktık zaten...

bugün anormal bir şekilde yanında olmakla hayalini kurmak arasındaki farkı hissediyorum...ve bu gün ne hikmetse hayal etmek yetmiyor...önümde kahve, yazıyorum olduğu gibi hissettiklerimi... ne kadar rahat bir adamdım ya,bir sürü şeyi rafa kaldırmış kendi halinde yaşıyordum...kapılarımı zorlayıp halt etti birisi:))...

neyse uzatmim,ilerleyen saatlerde mevsim normallerine dönebilirim belki:))

Ama herşey sabah e-postamdaki bu mesaj yüzünden...:))

O soğuk ve bembeyaz bulutların arasından kendini ve sıcağını göstermeye çalışan yaramaz bir güneş ışını olup direk gözlerine vurmak istedim bu sabah. Ve içine dolan sıcaklığın bir tebessüm gibi yüzüne yayıldığı bu günde gözlerini kırpıştırarak sadece bana, en çok bana uyanmanı...Uyandın mı :-)

Gün nelere gebe bakıp göreceğiz...;)

12 Aralık 2008 Cuma

Bir Haberin Geyiği

Ne ''Kamyon çeker 10, 20 ton; gönlüm çeker Paris Hilton''lar, ne ondan önceki ''Hatasız kul olmaz''lar, ne "Beatnik isen vur saza, nihilist isen bas gaza... Rampaların ustasıyım Rambrant'ın hastasıyım" ne de ''Vur kalbime hançeri, yüreğim parçalansın; fazla derine inme, çünkü orada sen varsın''....

Kısaca ne o, ne bu, ne şu!..

Hürriyet com tr de okuduğum, ''Bazı kamyonlar trafikte saatli bomba gibi dolaşıyor. İç çamaşırlı kamyonlara dikkat. Kasalarına iç çamaşırı reklamı olan bazı kamyonlar uzun yollarda trafiği alt üst ediyor. Özellikle erkek sürücüler bu reklamlara bakarken dikkatleri dağılıyor.'' yazılı spotdaki zokayı yutup baktığım, ''dikkat isteyen kamyonlar'' başlığı altında yayınlanan fotoğraflardan yola çıkarsam; kamyon arkası süslemelerin geldiği son nokta süper.

Haberi okuyup, daha doğrusu ortada haber falan olmadığından yeni nesil habercilik anlayışının aydınlatıcı tavrının bir sonucu olarak yemi yutup fotoğraflara göz atınca, bu dalganın yurdumuzda yagınlaşmasının ne de keyifli bir şey olacağı üzerine ufak çaplı bir ''beyin fırtınası'' yaptım.

Uzun yolları: Bin bir eziyetle geçtiği kamyon konvoyları yüzünden ''Mola verirsem onların hepsi beni geçer, sonra ben yine onları geçmek zorunda kalırım'' gibi bir saplantıyla mola vermeden tamamlayan ben için, bulunmaz hint kumaşı denen şey bu işte. Birinci vitese düşülerek çıkılmak zorunda kalınan, sürekli kafanın önden giden kamyonun solundan ileriyi görmek için sol cama yapışmış eziyetlerinden sonra, o rampaları doyumsuz ve zevkli hale getirebilecek, insanlık aleminin en büyük keşiflerinden biri budur bence...

Sırtında güzeller dolu bir sürü kamyonun olduğu yollarda, seçtiğin güzelin arkasından müzik çalarına ayar verip, hülyalara dalmış gitmek ne güzel olur. Taa ki, kaderin bir oyunu olarak kahpe feleğin yolunuzu kesiştirdiği, resimdeki hatun kişiyi sizden daha çok seven, gönlünün sultanı yapmış, bir de buna inanmış, aracının göremediğiniz tamponunda, ''Ben bir kadını sevdimmi gözüm gibi bakar, ilah gibi taparım; yanlışını görmeyeyim, bir bidon benzin döker çatır çatır yakarım,'' yazan bir arızayla karşılaşana kadar...

O andan itibaren, sol tarafınızda sizi sürekli el kol işaretiyle taciz eden bu sürücünün, sizin ne oluyor bakışlarınızdan daha da dellenip en yakın uçurumdan aşağı yuvarlama konusunda sürekli gelişen isteği... Siz, '' Ne oluyo ki? Naaptım lan ben!'' diye şaşkoloz şaşkoloz düşünüp, arabanın camından yağan mermilere hoşgeldiniz bile diyemeden manyağı olmuş bedeninize kuş bakışı bakarken; ruhunuz göğe doğru yükseldikçe, görünmezliğe bürünen bedene dönememenin hasreti ve bunun bilinciyle gözünüzde yaşlar, ağzınızda aldırma gönül türküsü, arkanızdan biz sevdik eller aldı diye ağlayanlarla yeni bir yaşama geçiş.

Ertesi gün, ulaşım güçlüğü nedeniyle bulunduğunuz mekanı cennete gelemediği için okuyamadığınız, ama okuyanların vah vahlarına neden olan gazetenin şu şekilde çıkan sekiz sütuna manşeti ve alt başlıkları: ''Namusum için vurdum abi pişman değilim; ben arabamın arkasına kocaman yazmışım, uyarımı yapmışım'' diyen katil son olarak arabasının arka camındaki yazıyı gösterdi: "Algıda seçiciysem günahım ne?"

Her gün ülke yollarında kaza var herhalde merakıyla yaklaşılan, bir sürü arabadan inmiş, ''yollar gidişime kızlar duruşuma hasta'' kalabalıkları; ve sen benim manitaya nasıl bakarsın lan üzerinden deşilmiş karınlar, yırtılmış üst başlar, kan revan asfaltlarla gündelik yaşamımıza girecek yeni manzaralar...

Akşam haberlerinde en heyecanlı sesleriyle memleketin güzel asfaltlarına canlı bağlanan ''enkırlar''; ve bir gün ''enkır'' olma hayalleriyle ruhlarını emanete bırakmış, yalan dünyadaki bedenleriyle ballandıra ballandıra "Freud da sollardı," yazan aracın yanından bildiren, bu arada Freud'a bağlanmaya çalışan, sözlerini ''Hatalıysam aramızda kalsın'' diye bitiren muhabirler.

Stüdyolarda, biliyorduk bir gün sıra bize de gelecekti diye pür dikkat hazırlıklarını yapmış o günü bekleyen; ve gün bu gündür deyip engin bilgilerini sunan ''bir bilenler''... Onlara, ''Yollarda kamyonlar, dillerde sizin sözünüz dolaşsın'' diye sorular yönelten, alınlarında ''Son söz ağanın'' yazılı, en havalı, en bağımsız haberciler...

Cep telefonlarının kameraları sayesinde voleyi vuracağı günü bekleyen kalabalık bir, ''Şöförsün dediler vermediler'' kitlesi... En çok benim resmim var kamyon arkasında benim reytingim süper diyen yıldızlarımız... Şok şok şok diye giren, falanca artisin falanca kamyondaki resmi de neydi öyle diye bas bas bağıran magazin haberleri... ''O önce kendini doç kamyondan mercedese taşısın da sonra konuşsun',' diyen rakibeler... Vs,vs..

Şimdi bu konu üzerine büyükçe bir geyiği olayın gerçek sahipleriyle çevirmek üzere sanayi sitesine gidiyorum. Yayınlanabilir geyiklerle dönersem ne âlâ...

Aslında erkek resimlerinin olduğu kamyonlar üzerinden de çeşitlemeler yapılabilir, yapardım da. Ama böyle bir durum olduğunda meydana gelebilecek felaketlerin boyutlarını düşününce, zaten öldürülmeleri konusunda fazlasıyla neden olan kadınların hatırına konuyu açmadan kapatıyorum.

Ve nedir erkeklerin çektiği bu çile deyip ayar verirken, hürriyet com.tr den alınma şu resmi koyup, ''Böyle olsa iyi mi olur kötü mü?'' nün kararını büyüklerime bırakıyorum.

11 Aralık 2008 Perşembe

HOKKABAZ


G. O. R. A ve şimdilerde A. R. O. G' dan çokça söz edilirken ve birbirine yakın zamanlarda oynamış olmasına rağmen o günlerde ''Benim Küçük Gün Işığım'' göklere çıkarılırken (ki filmi ben de sevmiştim); Dedenin ağzından dökülen ve filmin ana fikrini oluşturan "Gerçek kaybeden, kazanamayan değildir; gerçek kaybeden, kaybetmekten o kadar korkar ki kazanmayı denemez bile." gibi bir cümlenin ifade ettiği üzerine inşa edilmiş, derdini anlatmayı başaran bir filmi sevmemek olanaklı da değilken üstelik, Hokkabaz'a hakkettiği değerin verilmediğini düşünmüşümdür.

Sanırım, genel olarak, kendimize ait olanları ön yargıyla değerlendirme gibi aşamadığımız bir duygumuz var. Ve sanırım iletişim ve pazarlamanın gücü karşısında, bireysel tercihlerimizi kullanarak kendi beğenilerimizi kendimiz oluşturma çabasına, bize empoze edilenin peşine düşme kolaycılığını tercih ediyoruz. Bu olanakların dışında kalmış filmlere bu yüzden ''sıcak'' değiliz.

Hokkabaz'ı izleyip sinemadan çıktığımda filmin yarattığı duygu, o zaman da kaçınılmaz bir şekilde bu kıyasları yapmaya itelemişti beni.

Kendi beğeni düzeyim ve sinemasal anlamda Hokkabaz'ın üstüne sinmiş olan baba - oğul ilişkisinin içten içe sevme ama bu sevgiyi ifade etmeme (edememe) tavrını.  Babanın elini saçlarında hissetme, her şeyi babanın beğenisine sunarken takdir görme, onun kahramanı olma çabasını güzel bir dille, alttan altta işleyen güzel bir müzik, iyi ve samimi oyunculuklarla şirin, dokunaklı ve mütevazı bir ''Avrupa'' filmi tadında vermeyi başaran. Asıl illüzyonun hayatın içindeki kirlenmede olduğunu Özlem Tekin (Fatma) ve arkadaşı karakterinde ortaya koyan. Bunu yaparken de doğru ve güzel olanın dışa vurulmamış bile olsa, içten, samimi bir sevgi olduğunu vurgulayan Hokkabaz'ın: Daha yerel ve bizden duyguları yansıtıyor olması sebebiyle içimi daha çok acıttığını, daha çok tebessüm ettirdiğini, ve kalbimi çok çok daha ısıttığını açıklıkla söyleyebilirim.

Üstelik de izlediğim bir çok yol filminin tadını duyumsadığım, eleştirenlerin aksine iyi oyunculukların, yarattıkları karakterlerin duygularını izleyiciye geçirme konusunda başarılı olduklarını düşündüğüm, çok güzel finaliyle kendime yakın hissettiğim, emek verilmiş, üzerine çalışılmış, sağlam bir öyküsü olan hoş bir filmdir Hokkabaz.

Belki bir olumsuzluk çabasıyla bakıldığında eleştirilebilir yanları olabilir, öküz altında buzağı da bulunabilir. Bu da elbette bir tercih sebebidir. Ben olumlu bakmıştım, buzağı aramadım ve sevdim. Ve en sevdiğim filmler listemdeki özel yerini hala koruyor. Koruyacak...

9 Aralık 2008 Salı

Şimdi Bilse Babam…


Şimdi bilse babam…

Bayramları sevmediğimi ve her bayram gelişinde neden bayat bayram şekeri kederlerine büründüğümü…

Şimdi bilse…Sonra tutup sormasa bu buruk yüz hatlarımın sebebini…

Bayram sabahlarına tat vermeyen, veremeyen; aslında gülmek isteyip de elinde olmayan ben…

Yarın bayram dediklerinde somurtan ben…

Bir bilse babam ve sormasa…

Hani çocuk coşmaları var ya bu vakitlerde, ellerinde şeker poşetleriyle soluğu yabancı zillerde alan, avuçları soğuk, burunları kırmızı, gülüşleri bir…

Benim bayramlarımın tek heyecanı bu olsa gerek; kapıda tanıdığım o sevimli dünyalar... Saf güzellikler olsa gerek…

Bir bilse babam her bayram sabahında gülüşümdeki isteksizliği, sözlerimdeki eksik samimiyeti…

Hiç bir bayramı sevmedim ben, hiç bir bayram da bana kendini sevdirmeye uğraşmadı, hiç bir bayram sabahına yüreğimde yeni ayakkabıların neşesiyle uyanmadım…

Hiç bir bayramı sevmedim ben… Hiç bir bayram sevinmedim…
Hiç bir bayram saçlarımı taramaya uğraşmadım…

Her bayram sırtımdan itilerek götürüldüm komşu ya da akraba ziyaretlerine…
Arkamdan bağırılarak…

Her bayram yalnızlığımla oturdum oturma odasının yeni düzeltilmiş cilalı koltuklarında…

Şimdi o bayram yalnızlığına tüttürme zamanı…

Şimdi bayramları değil bayramlara has nikotinleri sevme zamanı…


Not:Fotoğraf Metin Demiralay'a aittir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP