6 Ekim 2024 Pazar

Kaset Çağına Karlar Düşer

"Kaset yıllarını hatırlar mısınız?"  diye sorsam, muhtemel ki belli bir yaşı geçmiş, üstelik ruhen yaşlanmayan birçok genç, üstelik bir yandan devrim şarkıları söylerken bir yandan da bugünle kıyaslanmayacak nefasetteki -her ulustan- şarkıları dinliyor, sonra da neredeyse her ortamda, coşkuyla dans ettikleri her etkinlikte, bağırdan koparcasına şarkılara eşlik ediyor, marşların yanı sıra o güzel şarkıları da yüreklerinde açtıkları odalara yerleştiriyorlardı.

Müzik listeleri hazırlamak, sonra o listelerle kaset kayıdı yapan dükkânlara koşmak, sonra verilen saatte gidip onları teslim almak; sanırım dünyanın enn keyifli işlerinden biriydi.

Bizim yıldızımız Selçuk Abi'ydi. Hemen okulumuzun, şanlı 19 Mayıs Lisesi'nin, çıkış kapısının karşısında küçük bir dükkandı. Ama daha önemlisi kayıt cihazları idi: Stereo kayıt yapabilen ve bunu marka cihazlarla yapan ve ayrıca kendisi de bir müzisyen olan, şahane iletişim kurulabilen, bilinen ve yakın çevresinin kullandığı adıyla, Timpa Selçuk.

Onun bizim akrabamız olan insanlarla aynı binada oturduğunu, biz ortaokuldayken derslerimize gelen ve şehrin en güzel sarışınlarından olan eczacı Gönül adlı hanımefendi ile nişanlı, daha sonra da evli olduğunu öğrenmek muhteşemdi.

Bazen rastlaşırdık, elbette sohbetin dibine de vurur, eski günleri de anardık... Sonra rahatsızlandığını öğrendim ve çok nadir olmaya başladı rastlaşmalarımız. Bugün birden aklıma geldi, aslında bu yazıyı tetikleyen ve yazmama sebep bambaşka bir şeydi. Youtube üzerinden müzik dinliyordum, o, bu, şu derken;  Karlar düştü önüme... İşte o zaman, dedim ki kendime, Sen fazla derinleşmeyen bir Selçuk Abi yazısı yazmalısın...


Kaset torbalarım balkondaydı, yüzlerce kaset içinde ağırlık Timpa etiketli olanlardaydı. Bu logo o yıllardan bakınca bir modernlik nişanesiydi ve havalıydı. Elbette alınan boş kasetlerin Sony olması da... Ahh o listeleri hazırlamak... Başta Hey olmak üzere dergileri taramak, Sezen Cumhur Önal'ın, Şebnem Savaşçı'nın ve İzzet Öz'ün programlarından şarkı aşırmak ve onları listeye eklemek şahaneydi. Elbette benim plaklarım ve kasetlerim arkadaş partilerimizin olmazsa olmazıydı. Ve elbette gidenlerin gelmemesi, dinler getiririmlerin beyhude olması, o güzel yılların birer nişanesiydi.


Sonra özel radyolar, sonra televizyonlar, bilgisayarlar türeyince, plakların ve kasetlerin o güzel yılları, romantizmi, insan güzellikleri ile birlikte yok olmaya başladı. Telefonlar neredeyse tüm diğer dinleti aletlerinin yerini aldı ve bugünlere vardık.

Şimdi gelirsek bu yazının asıl sadedine: Selçuk Abi, tam adıyla Ali Selçuk Gürdal, şehirdeki yakın çevresinin deyişiyle Timpa Selçuk; Adamo'nun Car Je Veux adlı şarkısına Türkçe sözleri yazan, bir televizyon programında aynı sahneyi paylaştığı Akrep Nalan'ın Karlar Düşer adıyla seslendirdiği şarkının söz yazarıdır.



Ve, benim nadir güzel söylebildiğim bir başka şarkı, Her Yerde Kar Var, büyük usta Salvatore Adamo tarafından da bizim dilimizle, alttaki 17 dakikalık klipin 9 dakika 38 saniyesinde de rastlanacağı üzere Türkçe... ve elbette muhteşem yorumlanmıştır. Sonrasında ise Selçuk Abi'nin sözlerini yazdığı Karlar Düşer, bu kısa konser kaydında yer bularak hem Türkçe hem de Fransızca olarak yine büyük sanatçı Adamo tarafından taçlandırılmıştır.

3 Ekim 2024 Perşembe

Gerçekti Şimdi Hayal Oldu-2

Kasım 2017

7 Mehmet-Antalya


Nereden Nereye...



Epey dinlendikten sonra bu seyahatin starı için yola koyuluyoruz. Rezervasyon sorumlumuz masayı günler öncesinden ayırtmıştı zaten. Nasıl ulaşırız kısmını da kahvecide halletmiştim. O halde yola koyulalım, saat 19:00'da orada oluruz demişiz sonuçta.

Önce en yakın duraktan Nostalji Tramvayı'na biniyoruz. Güzel bir Antalya akşamı, güzergâh zevkli, hava çiseli, günün hareketi sonlanmış, dolayısı ile vagon sakin. Bir teyze var, tatlı, belli ki tanışıyorlar genç vatmanla. Sohbetleri neşeli. Teyzem evlendirmeye niyetli genç vatmanı. Hattın ortalarında bir yerde iniyor teyze. Bizim son durakta, Müze'de inmemiz gerek.

Hazırda bir taksi var durağın hemen yanında. Genç bir şoför. Sohbet ederek varıyoruz mekâna. Kaleiçinden, tramvay artı taksi 17 TL tutuyor.

Hoş bir genç kız karşılıyor mekânda bizi, elinde şık bir dosya ile. Rezervasyon doğal olarak yaptıranın adına. Bundan zevk alıyorum nedense. Masamız bahçeye bakan camın kenarında, dört kişilik bir masa, bu da ferah kılıyor ortamı, daha baş başa bırakıyor bizi.

Ne tesadüf ki bir kez daha garsonumuzun adı Mustafa. Bir başka güzellik şu ki bu Mustafa da çok iyi. Yemek sonrası kritiğimiz esnasında bunun üzerine epey konuşuyoruz zaten. Tasarladıklarımıza uygun düşen içecekse rakı, kanımızca bu mekân başka bir içkiyi getirmiyor akla. Keçi peyniri bankomuz. Söylüyoruz. Şu meşhur atomu hiç bir kez denemek istememiştim, bu kez istiyorum. Üzeri karamelize soğanlı fava mutlaktı zaten. Hibeş konusunda tereddütlüydüm açıkçası. Mustafa önerince ve rakıya yakıştığının altını çizince kırmıyoruz onu. Bunlarla başlayıp sonra akışa göre ilaveler yapacağımızı belirtip teşekkür ediyoruz garsonumuza. Hizmet kusursuz. Mustafa mezelerin içerikleriyle ilgili bilgi veriyor, duruşu tam olması gerektiği gibi. Sıkmadığı gibi itici de gelmiyor tavırlar. İçten ve samimi.


O halde yarasın! Keçi peynirine bayılıyoruz. Hazırlanan tabaklar seyirlik. Daha yeni humus cennetinden dönmüş damaklarımız, üzeri karamelize soğanlı, elbette onun yağı ile tatlanmış favaya şapka çıkarıyor. Atom daha önce hiç denememiş bende kahır yaratıyor. Kesinlikle muhteşem bir eşlikçi rakıya. Onunla içmeye bayıldığım kadın atom konusunda deneyimli, beni destekliyor. Hibeşi de beğeniyoruz. Bir nüans var damaklarımızda ki o da diğer mezelerle tonunu tutturamamış olmamız.


O ara karides güvecimiz geliyor. Dondurulmuş ve her yerde neredeyse aynı ve mini minicik karideslerden bıkmış gözlerimiz parlıyor. Damaklarımız onaylıyor. Az sonra da kalamar mücver... Olağanüstü buluyoruz. Keyfimiz katmerlenerek devam ediyor. Aslında iş yemekleri için uygun olduğunu düşünüyoruz lokantanın, dolayısı ile iş yemeği esnasındaki rakı - şaraba uygun. Baş başa bir akşam yemeği için değil de, karnımızı doyururken bir tek de içelim ortamı gibi geliyor bize. Orta masalardan birinde olsak, çok da keyif alacağımızı düşünmüyoruz. Hatta bilerek çiftlere bu masaları verdikleri fikrindeyiz ki akıllıca ve müşteriyi anlayan bir davranış. Çok tatlı bir akşam ben için, masa arkadaşım çok tatlı çünkü. Onunla içmek de.

Tatlıya geçme vakti geldi, aslında mevsimi olsa oğlak kesindi. Ne yazık ki mevsimi değil. Antalya'da tatlı denince akla ilk ne gelir?


Kıvamında pişmiş bir kabak, baymayan bir tat, tahin, dondurma ve ceviz parçacıkları... güzel bir final, tatlı yedik, şahane sohbet ettik, gözlerimizde kaybolduk ve dünyadayız. Daha ne olsun.

Mustafa elinde kahvelerle sigara içilen bölümün kapısında. Şahane bir bölüm yapmışlar kesinlikle; içmeyen ben içenlerin yanında hiç bir şey fark etmiyorum. O ara televizyon yemek programı ünlüleri de laflıyor hemen yanımızda.

7 Mehmet'de -ne tesadüf ki- 7 lezzet ve bir 35'lik rakı için 260 TL civarı ödüyoruz. Eski güzel lokantaları, -balık lokantaları dışında- yeni kuşakları nedeniyle yitmiş şehrimizdeki fiyat kalite oranına göre hiç de pahallı gelmiyor. Bir de bahşiş hak edilmeli bence. Mustafa fazlası ile hak edenlerden. Gecemizi akışkan ve güzel kılan temel ögelerden birisiydi kendisi.

Kapıdaki taksiye biniyoruz, hayatın tadını çıkarmayı bilen insanların ruh haliyle.

"Müze Durağına lütfen."

Ankara'daki bir arsasını satıp gelmiş yıllar önce Antalya'ya abi. Klasik "buralar dutluktu şimdi ne oldu" muhabbeti. Kendi arsası için de geçerli doğal olarak bu durum. İki Angaralı ve kısmen Antalyalı'nın sohbeti güzel. Benim de kafam. Öbür taksi aşağı göbeğe kadar gidip döndüğü için bunun yolu doğal olarak daha kısa ve 10 TL tutuyor.

Yazının tamamı ise burada

 

 

1 Ekim 2024 Salı

27 Eylül 2024 Cuma

Enn Sevdiğim Pastam

Rivayet o ki, film İran'da gizlice çekilmiş!
***

Sinemaya ara vereli asırlar olmuş gibi bir his var bünyemde. Aslında fena bir durum da değil bu. Zaman sanki durmuş ve ben o duran zamanın yavaşlığında bayağı bayağı hayatın tadını çıkarmışım.

Ekranım açık, bir yandan ben işe bakarken, filmin afişi ve dolayısı ile film, özellikle coğrafyası nedeniyle gözümün içine bakıyor.

Beni o salonda görmek istiyorlar.

Ve kararı, sanki uzun bir ayrılık sonrasındaymışcasına gibi bir heyecanla çarpan bünyem veriyor.

Bu filme gidilecek!

Ben sinemaya doğru trende yol alırken enn sevdiğim kadın da feribot ile Midilli'ye geçme hazırlıklarında olacak.

Öyle keyifli bir süreç ki bu anlarım.

Sanki o karşımda oturuyormuşcasına bir sohbet, yavaşlamış hayat ve gözlerimi yine ondan alamadığım zaman dilimi.

Tadını çıkarıyorum.

Ve Çanakkale!

İçime enn işlemiş, sokak sokak zihnime kazınmış bir masal şehir. Fiziken orada değilim ama tüm benliğimle oradayım. Sınırlarını bir görünmez olarak aşmış, ışınlandığım feribottan O'nunla inmiş, O'nun seçimi olan oteli çok beğenmiş, sırt çantalarımızı bırakır bırakmaz, donatılmış masada; denizin tam da kıyısında, günün ruhları dürtükleyen saatlerinde uzolarımızı yudumluyoruz.

Üstelik filme bayılmış, oyuncuları sevmiş, iki karakterin arasındaki ortaklaşmaya ve başkaldırıya, düzene meydan okuyuşa ve ânın tadını çıkarışa coşkulu bir sevinçle kapılmış durumdayım. Musmutlu bir sinema gününde, üstelik salonu da benim için kapatmışlar hissiyatı ile her zamanki koltuğumda, politik dokundurmaları yerinde bu enfes filmin içinde, musmutlu bir karakterim.


O nasıl tatlı bir aşk, üstelik yaşlar sanki 17.

Kalp atışları salonu inletiyor.

Müzikler, anlık diyaloglar, ülke geçmişine selam çakmalar ama ânı da muhteşem bir gözükaralıkla ve derin bir aşkla ve kadın elinden çıkmış, ev yapımı, bir koca şişe şarapla pervasızca, korkusuzca, koyvererek yaşamak.

Salondaki tek kişi olarak ve her zamanki koltuğu D.3'de oturmakta olan izleyici çok mutlu. Özelikle yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesine kendisi de âşık. Antrakta da klasik salonu 6'yı ve koltuğu D.3'ü terk etmiyor. Enn sevdiği kadının bu avm'yi protesto ediyor olduğunun ve bir kez bile gelmediğinin bilinciyle cep telefonuna şu minvalde bir mesaj yazıyor ve gönderi tıklıyor:

"Bu filmi seninle izlemeliydik."

Ve ikinci yarı başlıyor, telefon kapatıldı, akış bence güzel ancak içimdeki ukala ritmin kısmen düştüğünü söylüyor. Bazı anları klişe buluyor ve biraz, belki de aceleyle ya da telaşla filmin ziyan edildiği yönünde ukalaca düşünceler oluşturuyor. Elimden geldiğince bu ukalayı bastırmaya çalışıyorum ama pek de başarılı olamıyorum.

Işıklar yanıyor ve enfes bir final müziği koltuğumdan kalkmama izin vermiyor. jeneriğin son harfi geçene kadar kıpırdamıyorum. Artık telefonumu açabilirim.

İzlemeliydik, diyen kısa bir mesaj telefonda,

sonunda koyu ve parlak mavi bir kalp olan.

Gülümsüyorum. Uzun konuşmayı eve dönüşüme saklıyorum.

Önce O, bulunduğu anda kendimi bulduğum feribottan arıyor. Sonra... Ben O'nun uzo ve mezeli masasındaki keyfine, masanın öte tarafındaki bir görünmez olarak kadehimi kaldırıyor,

ve yine hayranlıkla, gülümseyerek, gözlerimle konuşarak ve bayılarak izliyorum O'nu.

21 Eylül 2024 Cumartesi

Gökyüzünden Düğün-Final

1.Bölüm 

O halde açılış şarkısı çiftimiz için gelsin!





***
Son oyunlar oynanıyor, coşku gökyüzünü inletiyor ve konvoyu oluşturup eğlencenin dibine vurulup son ve gerçek imzaların atılacağı tören alanına gitmenin hazırlıkları yapılıyor. O halde arabalara. Bense tereddüt içindeyim, üç gündür fena halde bir gripal durumun etkisi altındayım. Mücadelem kanlı bıçaklı. Gitmekle gitmemek arasındayım ama başladığım işi bırakmak da istemiyorum.

Son karardan bir önceki karar olarak da kardeşe devam etmesini, benim durumun iyi olmadığını ve gelemeyeceğimi söylüyorum.


Gençler coşkulu, neşeler alkış kıyamet, sokak sokak olalı görmemişti böyle bir felâket. Elbette daha coşkulu düğünler olmuştu, üstelik bu sokak ve yollar oluşmamış, koskocaman ve yekpare bahçemizin ve sıra sıra meyva ağaçlarımızın altına masalar kurup, ışıklarla donatıp kalabalık sünnet düğünleri yapmıştık el ele verip... Coğrafyanın o hali bozulmasa bu düğün bambaşka masallara konu olup bugün magazin basınında çarşaf çarşaf yayınlanıyor olurdu, kesin.



Kayınvalideler ve kayınpederler kısmı ve artık atılacak imzalarla akraba olacak iki tarafın aile büyükleri kulübe doğru yola çıkmak üzere araçlara geçiyorlar. Ve konvoy gelin evinden ayrılıyor. Ben kararsız... Grip fena, ama bir yandan da bu düğün için İstanbul'dan kalkıp, tam takım gelen kuzenleri, eşlerini düşünüyorum.


Üstelik de tehdit devam ediyor. İkiliyi pusuda görüyorum. Ve sürekli istihbaratla ilişki halindeyim. Uzaylı dostlarla işbirliği devam ediyor ve kimsenin elinde kim oldukları, hangi gezegenden oldukları konusunda somut bir bilgi yok. Üstelik kendilerinden emin halleri beni çaresiz bırakmanın yanında ürkütüyor da... O bakışlar ve doğrudan ve manalı bir şekilde gözüme bakan gülüşler çok kendinden emin ve pek de hayra alamet değiller.


Gelin arabası gelinin arabası, sürücüsü ise abi. Sade ve çok hoş süslendi ve bence de şahane oldu.

Ve konvoy davullar eşliğinde binadan ayrılıyor.

O sırada son kararımı veriyorum. Kıyamıyorum ve işimi yarım bırakmayıp tamamlamak istiyorum; kardeşi arıyorum, ve geliyorum diyorum. O ana yolda, Tırtıl'la ve beni bekliyor, bir de ilk kez gördüğüm bir genç kız var arabada. Üç harfliye kuruluyorum. Kurulmamla birlikte kaptan uçuş moduna geçiyor.


Artık Yelken Kulüp'deyiz.

İki genç ve güzel hanımefendi.

İki arkadaş mı yoksa anne kızlar mı?

Fotoğraflarını çekiyorum.

Ve onlardan birini bu yazıya yerleştiriyorum.

Okurları çok merak ettirmeyerek de hemen yanıtı veriyorum. Evet anne ve kızı. Gelinimiz demeyi sevmiyorum, o da bizim kızımız ve biricik Teo'muzun pek tatlı, pek güzel annesi.

Ve bir anneanne, genç ve hoş.


Ve tören başlıyor, şahitler yerlerini alıyorlar.

Gençlerin arkadaşları...

İmzalar atılıyor, hemen girişteki iki yaylı ve yan flütten gelen enfes müzikler şırıl şırıl akıyor, yer deniz gök bakır oluyor, coşku tavandayken ayaklar yere basıyor ve artık evli çiftimiz ilk danslarını yapıyorlar. Bu satırların yazarı ise ayağa ilk kimin bastığını bilmiyor, bu tür şeyleri de merak etmiyor, çünkü henüz ilişki resmiyet kazanmamışken damadın kendisinden çok çekindiğini biliyor... du!



Ve bu uzaylı, sonrasında birden yok oldu ortalıktan, bir duman bulutu kapladı ortalığı önce, yok olunca da sonrasında duman; geride hiç bir iz kalmadı. Ancak hâlâ tetikteyiz. Kimlerdendir, uzayın hangi bölgesindendirler meraktayız. Silahlarını yanına almamış sanıyorum.

Endişeliyiz!


Deniz yolunu kullanmadıkları ise kesin...



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP