12 Mayıs 2024 Pazar

Yazıya Kelepçe Vurmak

Söz manasını dinleyenden alır en sevdiğim ifade edişlerden biridir. Yazı da özgürdür. Elbette bir yazanı vardır. İşte o yazan ben dün bir paylaşım yaptım. Sonra, bir sohbet esnasında olsa  kitaptan ve içeriğinden söz ederken rahatlıkla kullanacağım ve kitabın adı olarak -belki de- rahatsızlık vermeyen, tahminimce de çok kişiye vermeyecek bir ifadeyi gün içinde sorgulamaya başladım. Koca bir kitabın içeriğinde ve akışında o ifade kabul edilebilir ve hatta -bence- sevimli bir hâldeyken, kitaptan yapılmış alıntı bir anlamda özünden kopup çırılçıplak kalmıştı. Ya da ben öyle sanmıştım! Okur profili gözümde canlandı, kitabın kapağında masum duran ifadeyi yazıdan çıkarmak noktasında bir süre daha kararsızlık yaşarken, huzursuz da oldum. Epeyi süre daha kendi dünyamda gidip gidip geldim. Bir kaç saat süren kararsızlığım sonucunda kitaptan alıntılanmış kısa metnin içinden silerek ifadeyi; bir anlamda ilk kez  kendi yazımdaki,  kitabın adı olarak masum duran  iki kelimeyi üstelik de kadın karakter tarafından kullanılan tanımlamayı, kendim sansürledim.

Neden?

11 Mayıs 2024 Cumartesi

Bayıldığım Bir Yazarın Kitabına Başlarken


İkinci kısım 16+ ifadeler içeriyor!


Kısa... Kısa...

İkindinin akşama yakın zamanları, pencereden bakıyorum; güneş batıya çekilmiş, ön bahçenin önemli kısmına binanın gölgesi düşüyor, arka bahçe ise tam anlamıyla güneşlenmelik.

Ön bahçe günün ruhları dürtükleyen bu saatinde bana uyar. Bir tuğla ile ilişkimizse uzun süredir devam etmekte; kitap Bolaño'nun.

Biraz ağırdan aldığım çok keyifli bir roman; onu okurken araya ara sıcak tadında kısa öykü kitapları da sıkıştırıyorum.

Maskemi takıp iniyorum bahçeye, onu çıkarıp çantama atıyor, biraz fotoğraf çekiyorum. En alt katımızda bir getto var. Mahallenin tüm kedileri orada. Bir sürü yeni yavru ki artık usul usul ergen oluyorlar. Bir kaçı bahçede, bir kaçı da arabaların üzerinde güneşlenmekte. Alıyorum sandalyemi, güneşe açıyorum kitabımı.

Tabii ki Vahşi Hafiyeler.


İleri Üçlü, başlıklı yazıdan.


Katil Orospular, Sayfa 124'den...

"... Hakkını vermek gerek sözlerin sevecendi. Ama korkarım iyi düşünmeden konuşmuştun. Benim dediklerimi hiç düşünmemiştin. Kadınların sevişirken söylediklerini her zaman dikkatle dinle, Max. Konuşmuyorlarsa tamam, o zaman dinleyecek bir şey yok, düşünmen de gerekmeyecek, ama eğer konuşurlarsa, fısıldıyor olsalar bile, her sözcüğü iyi dinle ve üzerine düşün. Ne dediklerini düşün, ne demediklerini düşün, söylediklerinin gerçekten ne anlama geldiğini anlamaya çalış. Kadınlar, Max, hasta bir ağaçtan ufku seyreden soğuktan donmuş maymunlardır, karanlıkta ağlayarak, hiçbir zaman söyleyemeyecekleri sözlerin peşinde, seni arayan prenseslerdir..."

Cümleler vurucuydu lakin bir tecrübem vardı ve tanıdığım enfes bir karakterdi, askerdim ve henüz 20 yaşımdayım. O karşılaşma ve tanışmanın ardından Askeri Hastane'de tansiyon nedeniyle bir kaç gün denetim altındayken ziyaretime gelmişti ve yıllar yıllar sonra o ana ve ona dair olarak hayatımın en güzel yazılarından birini yedi bölüm halinde yazmıştım. O andan ve ona dair yazımdan yıllar yıllar sonra ise bu kitapla karşılaşmak ve kitaptaki kadın karakter geçmişe bir yolculuktu benim için ve bayılmıştım kitaba. Doğal olarak da aynı yollardan geçtiğimiz Roberto Bolãno, o andan itibaren benim kankam olmuştu.

İlk paragraf, Evet Hayat! başlıklı yazıya kitaptan bir alıntı.



Şimdi, bir kaç yıl aradan sonra, üçüncü Roberto Bolaño kitabıma başlıyorum. Bakalım bu kez de beni sarsmayı, düşündürtmeyi ve çarpmayı başarabilecek mi?

6 Mayıs 2024 Pazartesi

Frambuazlı Hayat, Yaz Yağmuru Ve Nane Likörü

Hayatın kendisi çok doğal aslında. Ve bir yaz yağmuru kadar kısa ve hoş. Bizler de zaten birer damlayız. Gökkuşağında parıldayan.*


Misafirim kıymetli. Bir gizemi var, merak ettiriyor. Epeyi uzak yoldan gelen onu karşılıyorum. Meraklarımın yanı sıra uzun bir sohbet esnasında keşifler yapmak istiyorum. Ve elbette şehrimle tanıştırmak da...

Gün cumartesi, her ne kadar pide günümüz pazar olsa da biraz zamana ihtiyaç var, dolayısı ile işi şansa da bırakmak istemiyorum. Saat 10 gibi yola çıksak pideciye varmamız en fazla 15 dakika.

Şimdi her zamanki masamdayız. Fırın tarafına geçmiş ve kaşarlı açık pide diyerek siparişi vermiştim. Pek tatlı garsonumuz güler yüzle geliyor, hal hatır soruyor ve onu misafirimle tanıştırıyorum. Kısa süre sonra da enfes pide masada yerini alıyor. O süreçte bir kaç sayfa okuyorum. Konu sinema. Bana uyar. Ancak konukta sinema konusu derya deniz. Şaşkınlıkla ve keyifle satırlarının arasında yok oluyorum. Enn tatlı garsonumuz gülerek geliyor ve ne içermişiz diye soruyor. Aynı anda ses veriyoruz ve çay lütfen diyoruz.

Ve fincanla diye de ekliyoruz.


Onunla üslubumuz kaynaşmış durumda. İletişim muhteşem, sinema merakımız ortak, bu uyum zamanı daha da keyifli kılıyor ki ufak da bir şaşkınlığım var. Satırlardaki derinlik, ses, anlatım büyülü olmalı ki ben ağzım açık biçimde satırları ve onlardan akan sesi hissediyorum. Bir rüyadayım sanki ve bu nasıl keyifli bir rüya diye aklımdan geçiriyorum. Oysa bir gerçeklik anındayım.

Hımmmmm pide! Muhteşem bir lezzet. Frambuazlı Hayat'a bakıyorum. Bir fikrim oluştu ama yine de soruyorum. Bayıldım, diyor. Gülümsüyorum ve iznin olursa beni teslim alan satırlarının içinde yok olmak istiyorum, diyorum. Gülümsüyor. Satırlarda yok oluyorum ama ilginç bir durumu fark ediyorum. Sayfalar konuşuyor. Harflerin yerini sesler alıyor. Karşımda bir canlı var ve ben onun sesinde kayboluyorum. Bir kitap okuma evresinden başka, büyülü bir evreye geçtiğimi fark ediyorum. An itibariyle bir sohbetin dinleyici tarafındayım. Sinema faslı bitiyor o arada. İlk öykü ile birlikte bir zaman sıçraması ve şimdi anlatıcının büyüsünün esiri olarak başka bir evrende, her biri kısa ama güçlü anlatımların içindeyim. Bunların yaşanmışlıklar olduğunu düşünüyorum. Ve her anlatı ile karşımdaki karakterin duygu dünyasına girip enfes keşifler yapıyorum. Tüm bunlardan ona hiç söz etmiyorum ama!

Pide bitti, ikinci çaylar, diyorum ve anlaşılıyor ki bu tadın üzerine tat eklemek istemiyoruz. O halde, diyorum şimdi enn bayıldığım kitap okuma noktama geçebiliriz. Elbette bunun bir emrivaki olmasını istemiyorum ve soruyorum.

Gülümsüyor.

Afiyet'deyiz. İzninle pastayı ben seçmek istiyorum, diyorum. Gülümseyerek onaylıyor.

Frambuazlı lütfen veee... derken ona dönüyorum, onaylıyor, çay kahve diyorum, çay diyor. Enfes bir yağmur miss gibi kokuyor. Mekânın verandasındayız. Lozan Caddesi yağmur kokuyor. Konuşma ihtiyacı hissetmiyor, satırlardan akan sese teslim oluyorum ve her öyküde, anlatıda şaşkınlığım biraz daha artıyor. Blog yazılarının ötesinde bir hâl var. Kendimi tekrar edecek olsam da söylemeliyim ki ben okumuyor dinliyorum. Ve bir karakterin, ruhun, inceliklerini daha derin fark ediyorum.

Bu arada kıskanmayın n'olur, altını çizmeliyim ki pasta muhteşem.

Elbette an da!


Uzun bir iletişimin ardından pasta da bitiyor, sicim gibi yağmurun altında, yağmurlukların fermuarları çekilmiş halde bir mola vermek için Frambuazlı Hayat ve ben eve doğru yürüyoruz. Yine sayfaların içindeyim. Dediğim gibi onların bir sesi var. Gözlerim satırlarda olsa da, anlatım sanki kulaklarımda. Ortak noktalarda kendimi de takdir ediyorum. Öte yandan İstanbul'u ne kadar özlediğimi fark ediyorum. O esnada enn sevdiğim kadını arıyorum ve geçirdiğim zamandan ve satırlardan söz ediyorum.

Kitabı pazar günü bitirme planım var.


Günün gıcık başlangıcı buzdolabımdan, arıza ışığı yanıp sönüyor. Oysa nane likörümü bardağımı buzlukta beklettikten sonra eklemek, içine de bir iki buz atıp yoğun şeker tadını eksilterek içmek istiyordum. Dün yatağa uzanmış kitapla sohbet ediyorken öyle içmiştim ve hoşuma gitmişti. Elbette pes etmiyorum, likörü bardağa koyuyor, buzluğa atıyor, dolabın bana kıyak yapacağını farz ederken bir süre beklemeyi göze alıyorum ve onu kitabın satırları ile birlikte usulca içerken fikrim bana bir fikir daha sunuyor.


Evet, Palmiye Kafe'deyiz. Onsuz bir final düşünülemez. Üstelik iki gündür yaşanan keyifler üzerine...

Fakat fotoğraf makinesini atmayı unutmuşum sırt çantama! Mekânda bir fotoğrafımız olmalıydı diye düşünüyorum. Frambuazlı Hayat'sa üzülmem diyor ve akıcı satırları ile teselli oluyor bana.

Ve kitabın söz ettiği müzisyenler ve müzik; hepsi birer efsane.

Kapuçino enfes. Denize bakan camın kenarındayım ve dört kişilik masaya yayılmış durumdayım. Frambuazlı Hayat ile kankayız artık, birbirimizi dibine kadar tanımış ve hissetmiş durumdayız. Ben biraz daha uyanığım sanki, onu dinliyorum. Kitabın böyle de bir büyüsü var, bunu daha önce fark etmiş ve yukarılarda bir yerde söz etmiştim sanki.

O kadar büyük bir lezzet ki bu. Bir hayatı, ilginç ve zengin bir hayatı dinliyorken gözlerimle, gülümsemelerime şaşkınlıklar da ekliyorum. Finalde bir kitap okudum diyemiyorum, bu şaşırdığım bir durum olsa da bir yanıyla şaşırmam da gerekiyor; çünkü yazarın sesi insanın gözlerinden ruhuna akıyor.

Muhteşem bir samimiyeti var üslubun ve duygusu bulaşıcı...

Sanırım!


*Kitabın arka kapağından.


3 Mayıs 2024 Cuma

İnce İşçilik

Bebeler serpildiler ve iş başına... Ev oluştu, şimdi dekorasyonun ince aşaması. Bir kısmı iri ağaç dallarından koparılmış parçaları eklemlemek için toplanan sicim tadında otlar. Anne baba inşa ile meşgul.


Çocuklar sürekli taşıyorlar. Ancak düzde uçmak anlamında bir sorun yok da, balkon korkuluğuna konduktan sonra direk yukarı uçmaları ve oraya varınca da yuvaya girip malzemeleri bırakmaları gerekiyor ki bunda tek seferde başarılı olamıyor, tekrar korkuluğa iniyor, yukarı göz atıp tekrar havalanıyorlar; havada bir süre asılı kalıp içeri kıvrılmaları gerekiyor ki  henüz tek seferde tüm gayrete rağmen bunu başaramıyorlar.  Azimleri muhteşem. Şu an alttaki ergen ölçüm yapıyor. Biraz tecrübe sahibi oldular. Karar veriyor ve doksan derecelik dik kalkışı yapıyor, eve giremedi henüz, havada asılı, kanat çırpıyor ancak yakıt bitecek gibi. Tüm alkışlar ona...

Genç hanımefendi kadın titizliğinde, bir mühendis dikkatiyle ölçüp biçti. İş başındayken bile süsünden taviz vermiyor. En şık kıyafeti ile çalışıyor ve sanırım hesap kitap tamam... Hooooop havalandı...

İşte bu.

Kadının zekâsı!

Ve alkış.


Şimdi mola ve kutlama zamanı.

O halde gelsin biralar,

ve gelsin müzik.




28 Nisan 2024 Pazar

Sapma Büyüklere Masal Tadında Enfes Bir Kitaptır

Güncellenmiş yazının ilk yayın tarihi 24 Ocak 2014


Sapma'yı sevdim ki bu kez el yazması kitaplar toplayan, onları kopyalayan, ilginç bir kariyere sahip, 1400'lerde yaşamış kitap avcısı bir kahramanımız var. Olaylarımız da o yıllarda geçiyor. Mizahımız ve üslubumuz da pek güzel.

Ayrıca kitabın ebatlarını da sevdim ben!

Kitabı sevmeye devam ediyorum ana fikrinden, gidişatından ve kurgusundan dolayı.

İçinde geçen pek çok ismi bilmiyorum ama zaten takılmıyorum da onlara...  Kısaca eskinin felsefecileri, tarihi şahsiyetleri deyip geçiyorum.

Kendi içine hapsedip de verdiği ipuçları ile insanı başka kitaplara yönlendiren kitapların meraklandırıcı tadına bayılıyorum.

Bu kitabın yazılmasına temel teşkil eden, adını daha önce duymadığım zatın 1300'lerde yazdığı; din odaklı egemen bağnazlığın önünü kesen, bu zeminde önemli tartışmalara zemin olan, fikir dünyasında çığır açan şiirin olduğu kitabı da merak ediyorum. İlk fırsatta araştıracağım.

Sapma'yı, üzerinde roman yazsa da öyle adlandırmak zor. Daha çok, sıkı ve sorgulayıcı bir bilim adamının, oldukça ağır ve dokunulmaz bir konudaki akademik araştırmalarını, bir serüven örgüsüyle sıkıcılıktan kurtarıp, ana temayı da yan hikayelerle besleyerek okuyanın işini kolaylaştırdığı bir gerçeklik eseri olarak tanımlamak mümkün.

Üstelik insanın kendi düşüncelerini sorgulamasına da yol açan, biraz da yoldan çıkaran, "yakılası" bir kitap olduğu da düşünülebilir.

Bir akşamüstü sandalyeye konuşlanmış, sivrilere karşı kendini efsunlamış bir vaziyette satırların arasında yok olmuşken; aklımda, kesintisiz sorgulamalarla birlikte sevinç cümleleri de resmi geçit yapıyordu. Yeterince gelişmemiş demokratik yapısına, her şeye biçim vermeye kendini yetkin gören başbakanına rağmen, iyi ki bu ülkede yaşıyor olmak manasında.

Şu Sapma var ya güzel kitap!

Hem din olgusu ve onun siyasallaşmış kullanımı, hem de din odaklı oligarşik yapı konusunda acayip bilgilendiriyor insanı, bunu yaparken de eğlendiriyor. Tatlı bir üslubu var ders hocamızın, kendisini en sevdiğim hocalar listesine kafadan soktum ben.

Okurken aklımdan geçen ve bir yazıda kendisinden bahsedilirken kullanılacak cümlelerden biri şu idi: Nasıl ki Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı'sının ilk elli sayfasında insan patinaj yapıp duruyor; bu kitap da ilk sayfalarında insana benzer şeyler yaşatıyor, bazen coşkuyla giderken bazen "Uff sıkıldım," haline büründürebiliyor. Hatta "Yaa bunu bıraksam da daha hafif  ya da daha akıcı bir şeyler mi okusam," dedirtiyor. İşte bu engelleri geçtikten sonra da akıp gidiyor. İnsan okuma evresinden direk yaşama evresine geçiyor. Dağları bayırları aşıp manastırların kütüphanelerinde katalog incelerken buluyor kendini. Kahramanın seçtiği kitabı kopyalamaya başlıyor, parşömenlerin miss gibi kokusunu duyuyor, çağın daksili ile silinmiş kelimelerden süt ve peynir kokusunu alıyor.

Bir de Sayın Ekmel Denizer'i çok andım satırların arasında yok olmuşken: Hani Parmak Ucu Kesik Eldivenler diye bir yazısı var ya blogda; onu okurken çok hissetmiştim olan biteni ve imgeler oluşmuştu kafamda. Bu kez sanki daha önce gören birinden duyduğum şeyleri bire bir yaşayan bir fani gibi hissettim kendimi. 

Velhasıl-ı kelam "Venezuela'dan" yeni dönmüş ben, bu kez 1400'lü yıllarda Alp dağlarının orasında burasında; avlularından yiyecek ve canlı hayvan kokusu gelen manastırlardayım.

Kitabın ebatlarını sevdiğimi söylemiştim sanırım; bu da bana pek entelektüel hava verdi. Okunduğu her yerde insanı ayrıcalıklı ve bilge kişi kılacağı kesin.

E bu da havalı bir şey sonuçta!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP