7 Mayıs 2023 Pazar

Ne Desem Bilemedim

Perşembe günü önce, telefonla halledeceğim ilaç yazdırma olayını işe çevirdim ve trene atlayıp şehire gittim.

Hava muhteşemdi, gömleğin kollarını kıvırdım.

Oğuz yoktu, yerine bakana yazdırdım.

Eczanede çocuklarla iki lafın belini kırdıktan sonra istikametimi pastaneye çevirmiştim ki yıllardır aynı yerdeki oto lastikçisi abiyle rastlaşınca onunla da lafladım. Ve sallana sallana yürüyüp varınca önüne, Hammur'un kapısından içeri süzüldüm lakin her zamanki ablanın yerinde mekânın sahibi olduğunu düşündüğüm bir hanımefendi vardı.

Pastalarımı seçip, böreği eksik bırakmayıp, fincan çayı da söyleyerek bahçeye geçtim fakat Engüç ile Mengüç yerlerinde yoklardı! O sırada her zaman güler yüzlü abla elinde tabaklar ve çay ile geldi ki kuşlar yuvadan uçmuşlardı.

Ama geçen gün anne ile Engüç bir teşekkür ziyaretinde bulunmuşlar.

Ben de işi asıp kendimi şımartmaya karar vermekle kalmayıp, Hakan'a doğru yol alırken, geçmişin izlerini dolaştım. Artık Olgunlaşma Enstitüsü olan Atatürk Ortaokulu'nun bizim lisenin kapalı salonuna komşu olan yüksek duvarının önünde durdum ve o sırada geçmiş yanımda bitiverdi. Sevgilim İzmirliydi, dersi bitince, koşa koşa okuldan çıkıp o duvarın önüne park ederek motor kaputunun üzerine oturmuş, onu beklemekte olan ve onu görmesiyle ayağa kalkan bana sarılışını izledim. Sonra duvarın köşesinden kıvrıldım, lisenin karşısına geçip iki okulun birlikte fotoğrafını çektim. Bir sürü anı üşüşüverdi. O anıların blogda daha önce yazılmış, tarihsel değeri de olan ikisini 15. Yıl Özel Sayı-Ekstra başlığı ile yayınlamaya karar verdim.


Sonra bizim dilimizde Çiftlik, duvara çakılmışında İstiklal Caddesi yazılı efsane olaylar ve günler yaşadığımız caddede yürümeye başladım. Rama Bar'ın olduğu pasajın önünden geçerken, ona gelmeyeli kaç yıl olduğunu hesaplamaya çalıştım. Bu durumu en sevdiğim kadınla paylaşmayı ve düşünürse onunla gelip, sonradan türeyen mekânlar nedeniyle papucu dama atılmış ama döneminin en popüler lounge'ında bir nostalji yaşamayı hayal ettim.


Elbette onla da yetinmedim. Çocukluğumun evine ve mahallesine yanaşınca caddeden bir arka sokağa kıvrıldım, sokakta bir briç kulübü açılmış olmasına sevindim. Parke taşların yerine döşenmiş kare taşları sevdim. Mihri geldi gözümün önüne, onu kırdığıma bir kez daha üzüldüm. Sonra Hakan'a uğradım. Biraz siyaset konuştuk, abisinin konusunu açması ile biraz İzmirlimden söz ettik ki bu tatlı ve taze öğretmen Hakan'ın abisinin dersine giriyordu ve elbette İngilizce'den çakmakta olan ortaokul öğrencisi Zeki'yi torpillemiştik.


Okulların fotoğrafını çekerken sırtımı verdiğim bina kişisel tarihimin yanı sıra, şehrin tarihi açısından da çok önemliydi. 1976-77'lerin tıfıl gözükaralığında imza attığımız ve blogda yazdığım bir eyleme geri dönmekle kalmadım; Sen Zamanı Olmayan Zamansız Bir Yerindesin Ömrümün Neyleyim Ben'i de andım ki bu da aslında yukarıda bahsettiğim yazıyı yeniden paylaşmak adına gazı veren olaydı.

Eve dönüp, ekranı açıp piyasalara göz attıktan bir süre sonra son günü olan film için yola düştüm ki Rabbim başımızdan eksik etsin reisimiz miting nedeniyle şehrimizde olduğu için tren bedavaydı!

Biletimi alırken mısır satmaya çalışan görevliye, promosyon kodumu gösterdim ve orta boy mısırımı aldım. Üstelik ben oradayken yeni patlattı ve hem sıcak hem de her beleş mal gibi yine baldan tatlıydı mısırlar...

O sırada bir abi daha filme bilet almak istiyordu. Yalnız abi ile bu film arasında bir bağ kurmak zordu.

Elbette çaktım ben köfteyi!

Abiyi filme çeken Sibel Kekili'ydi. Ya bilet fiyatından ya da umduğunu bulamayacağını anladığından ya da anlatıldığından kaynaklı olarak salonda yoktu. Film başlangıçta Kurak Günler'le benzerlikleri yüzünden pek açmadı beni ki Sevgili Filmgündemi'nin yazısında bu durumun altı çizilmişti. Buna ek olarak da Sekiz Dağ'daki doğa ve dağlar bolluğu da bu film konusunda bendeki dedikoducu uyaranları harekete geçirmedi değil; lakin sonra sakin sakin düşününce ve kendimi ukala sinemasever modundan sıyırıp sadeleştirince iyi filmdi be noktasına geliverdim. En büyük salondaki filmi tek başıma seyrettim ve süreç içinde eleştirel baksam da filme, sonuçta karar verdim ki sıkı ve güzeldi. İki oyuncuyu öne çıkardım; Cem Yiğit Üzümoğlu ve Pınar Deniz. Diğer filmlerden ortaklaşan sahneleri zihnimden silip attım ve sonuçta seyrettiğim iyi bir filmdi noktasını netleştirdim... ve de enn sevdiğim kadınla da film üzerine konuşunca, evet iyi filmdi noktasında saadete erdim.


Bu sabah uyanınca hava beni dürttü, uzun zamandır gitmediğim Sürmene Pidesi'ne doğru yol alırken buldum kendimi. Masama gelen yine muhteşem bir şeydi. Peynir hımmmmmm... küçük bir göl halindeki tereyağı muhteşem; çıtır ve ince bir hamur, ilk dokunuşta patlayan yumurta ve hımmmm... hımmmm... hımmmm... sesleri eksilmeyen lokmalar!

Ellerine sağlık ustam, muhteşemdi nidalarının ardından Lozan Caddesi, bir marketten kola ve sokak aralarının tadı eşliğinde yolu uzatarak anıların zihinden akmasına yol verip tatlarını çıkararak ve sahilden değil de başka diyarlardan eve doğru yol alırken; akıp giden zamandan izleri bugüne taşımaya devamla, yıllardır oyumuzu kullandığımız okulun kenarından geçip denize ve eve doğru yavaş adımlarla yürürken minik ve sevimli manavdan içeri daldım; çünkü Starking elmalar beni çağırıyordu.

4 Mayıs 2023 Perşembe

Magazin

İlk yayın tarihi 2009

Dün ve hatta bugün Hürriyet com. tr. de yer alan, "Turkuaz yeşili elbisesi ve derin göğüs dekolteli kıyafetiyle sahneye çıkan sanatçı, hareketli ve romantik parçalarıyla sevenlerine unutulmaz bir gece yaşattı. Elbisesinin azizliğine uğrayan ünlü sanatçı, iş kazası yaşayınca göğüs uçları zaman zaman göründü." diye devam eden Sibel Can Elbisenin Azizliğine Uğradı başlıklı yazıyı okuyunca, aslında iş kazası denen şeyin iş kazası olmadığına tanıklık ettiğim bir olay geldi aklıma: Dünyadaki örneklerinin çoklukta olduğu bu iş kazasının Türkiye'de hem görsel hem de yazılı medyaya yansıyan belki de ilk örneğiydi bu!


90'lı yılların henüz ilk yarısı, zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadının yönettiği butiğimizin başlangıcından henüz bir yıl geçmişti ki, -elbetteki onun başarısının bir sonucu olarak- mağazayı daha da büyüterek, hatta oldukça büyütürek bir pasajın ikinci katındaki küçücük dükkândan şehrin en prima caddesinde büyükçe bir yere taşımıştık. O yıllarda, ülkemizin en popüler mayo firmasının sahibinin oğlu tarafından kurulup Türk moda dünyasına adım atmış ve devler arasında yer kapma savaşındaki firmanın ürünlerini satmaktayız. Marka müthiş bir reklam atağında. Ekran ve reklam yüzü; henüz Amerika'dan yeni gelmiş ve popüler olma yolunda ilerleyen Meltem Cumbul... Hem televizyonda sunduğu o günlerin en popüler yarışma programında ürünleri giyiyor, hem de tüm popüler kadın dergilerindeki tanıtımlarda o var. Ve o yıllarda Türkiye'nin gerçekten en tanınan ve en popüler yüzü kendisi... (Kısa bir süre sonra da tazecik Arzum Onan boy gösterecek, onun yerine tüm alanlarda.)

Ama tüm bu artılar firmanın -ülke çapında- bilinirlikte sansasyonel bir atak yapmasını sağlayamıyor. Ürünler gerçekten çok kaliteli, en ünlü tasarımcılarla çalışılıyor, kumaşlar konusunda kalite anlamında sonuna kadar seçiciler.

Tüm bu değerlerin yanı sıra da sürekli olarak, markayı patlatacak bir atraksiyon düşünülüyor. Her sezon ülkenin en ünlü mekânlarında defileler düzenleniyor. Tüm bunlar diğer markaların defile haberlerinin de topluca yer aldığı magazin kuşaklarından öte götüremiyor firmayı.

Sanırım 94 yılı... Bu kez sonbahar-kış defilesinin yapılacağı mekân Swiss Otel. Bütün medya defileden haberdar, sinema, televizyon, kültür sanat ve iş dünyasının tüm ünlüleri orada... Elbette ünlü baba ve ünlü dostları da ön sıralardalar. Biz de - özellikle zamanı eskimiş mektubun satır aralarındaki kadın- firmada çok seviliyoruz ve her olayın içinde varız. Zaten çok genç ve çalışma ortamı çok keyifli bir firma o zamanlar...

Tarihe damga vuran o defilenin öncesi kulis hazırlanıyor, sergilenecek kıyafetler sırasına göre yerleştiriliyor, mankenler son hazırlıklarını yapıyor. Kulis çok renkli ve şenlikli... Son kontroller, o, bu, şu derken defile başlıyor. En popüler mankenler bir bir çıkıyor, şahane bir kareografi ve gerçekten o güne kadarkilerin çok ötesinde, çok farklı, markanın iddiasına çok yakışır ve Zeki Başeskioğlu'nun takdirlerine mazhar bir sunum var. Medyanın ilgisi yoğun ve gerçekten kalabalık bir medya ordusu podyumun kenarında, flaşlar ardı ardına patlıyor.

Sıra, hakikaten şahane kadın, çok keyifli bir arkadaş, iyi dost ünlü Rus mankene geliyor. (Yani şimdi çok iyi hatırlayamıyorum ama (çok manken tanıdığım için dermişim) sanırım ülkemizde Yolanda diye lanse edilmişti. Tek başına ve hakikaten şahane bir transparan bluzla ırkının bütün görkemini podyuma taşıyan ve zamanı herkes için durduran, solukları donduran bir edayla muhteşem yürüyor o anda... Müzik, podyum ışıkları, Yolanda'nın ışığı her şey olağanüstü bir rüya tadında.

Ancak şu cümlelerle bir yazımda bahsedeceğim bir daha var orada, ortalığı yakıp yıkan: "Kırmızı ışıkta arabanın önünden geçen kızla 12 yılı bulmuşuz ki bunun beş yılında çocuksuz gençlik şeker gibidir demişiz. Flörtöz ama nikahlı bir yaşam, ilik gibi bir genç kadın, yüreği güzel. Swissotel'deki bir Infinity defilesinde onca mankenin arasında ortalığı yakıp yıkmışlığı vardır, diye söz ettiğim genç bir kadın. Durudur. E sonuçta Çerkez geni bulaşmıştır."

Ertesi günden itibaren haftalar boyunca o an; hem yazılı hem görsel medyada sürekli yer buluyor. Çünkü Yolanda'nın tek göğsü transparan bluzdan dışarı fırlıyor. Ve zaten çok konsantre flaşlar bir bir patlayıp o anı donduruyor.

Aslında 'o an' kuliste planlanmıştı. Ve bütün defile kurgusu ve akışı o ana odaklıydı. Haber bugünkü gibi 'iş kazası' başlıklarıyla yer almıştı medyada. Ama o iş kazası firmanın marka değerine tavan yaptırmış ve en popüler markalar arasına sokmuştu bir anda onu...

Bir pazar yazısı olsun edasıyla başladığım yazının başlığını kadın göğsü yapınca, ifade biraz da tavuk göğsü oldu gibi geldi bana... O yüzden moda dünyasına hazır dalmışken algı üzerine, biraz da 'söz manasını dinleyenden alır' mantığından yola çıkarak, Neslihan Yargıcı'nın anlattığı bir anıyı paylaşayım burada: Yargıcı ve bir grup manken doğu illerimizden birine defile için mevsimin zorluklarını da göz önüne alarak trenle gidiyorlar. E çıtır çıtır, mini etekli mankenler kaçınılmaz şekilde rahatsızlık yaratıyor yörenin muhafazakar yolcularında... Yine Yargıcı'nın ifadesine göre, kompartımanda yine bir cinsel obje sayılabilecek(!) göğsünü çıkarmış çocuğunu emziren kadın hiç bir rahatsızlık yaratmadığı gibi, hoşgörülüyor. Üstelik durum yanda oturmakta olan muhafazakar kocayı da rahatsız etmiyor. Aslında tutuculuk üzerine bir sohbette bu konuyu anlatan Yargıcı'nın hikâyesinden yola çıkarsak; hangisinin cinsel obje olarak daha önde olduğu önemli değil, önemli olan o objenin olağandışı bir halde ortaya konması.

İç çamaşırı, mayo defilesi bile ''kazayla çıkmış'' göğüs ucu kadar haber değeri yaratamıyorsa. Onca eyleme rağmen haber olamayan, medyada yer bulamayan, duyuralamayan, hatta duyurulsa bile polis copundan kurtulamayan gerçek halleri haber yaptırmanın bir yolu olarak düşünülebilir mi meme uçları acep?

Görsel: videlec.org

28 Nisan 2023 Cuma

Fotoğraf

Daha acemi birliğindeyken, son görüşmemizden bir ay sonra baba öldü. En amcamın kararıyla küçük kardeşimin mağazaya geçmesine karar verildi, ben istemedim. Sonra hayatımın en zor işini yaptım, benim de hocam olan Pembe Hanım'dan, onun tüm ısrarlarına rağmen, takır takır sınıf geçen kardeşimin, lise birinci sınıf yarı yılında tasdiknamesini istedim ki bir daha okula dönmek istemeyeceğini biliyordum.

Yavaş Hayat başlıklı yazıdan.
Onu bir tarih hocasından çok bir ev hanımına benzetirdim. Derinlikleri konusunda ıssızdı. Güçlü bir hikâyenin ortasına oturtamazdım. Siyasi görüşü nötr'dü benim için. Hayata soldan bakan hocaların "bazıları" daha çok sevilirdi. O ise merak uyandıran bir sessizlikle, işini yapardı. Hiçbir hikâye kalıbının içine oturtamadığım, sakin, entelektüel sözcüğünün pek yaygın ve havalı bir ünvan olarak dillere pelesenk olduğu yıllarda kategorinin dışında tutulan, eşini kaybetmiş bu ıssız kadını hep merak eder, hikâyesini kendimce adlandırırdım.

Ta ki kelimeleri çerçevelediğim üsteki sürece varana ve yüz yüze bir görüşme için odasının kapısını çalıp içeri adımımı attığım âna kadar.

O kadar çabaladı ki ve o kadar anaç, ikna edici ve şefkatliydi ki sözleri... Ama koşullar çok ağırdı ve 20 yaşındaki, üstelik uzun askerlik sürecinin henüz başındaki, kocaman hayallerini rafa kaldırmak zorunda kalan gencecik bir çocuğun da üstlenmek zorunda olduğu yükümlülükten bakınca ve güncel koşulları düşününce karar noktasında başkaca da bir çare yoktu.

Küçük kardeş daha 15 yaşındayken okuldan ayrılacaktı ve mağazaya geçecekti, o yaşta ve bunun bir zorunluluk olduğunun farkındalığı ile üstelik.

Müdür muavini odasında yaşanan o ânda ise; biri eşini kaybetmiş, çocukları olan ve koşulları bilen kadın, diğeri de baba makamını da devralan bir abi olmak üzere iki yürek de bu zor ama zorunlu kararın altında ezilecekti...

Hayatımın en acı kararının verildiği o günden sonra hocayı hiç görmedim. Ta ki çok yakın bir zamanda Lise'nin mezunlar derneğinin facebook hesabına göz atana kadar. Yeni ölmüştü, ve bu fotoğraf vardı. O kadar sevdim ki fotoğraftaki Pembe Hanım'ı. Onun derinlerinde ve sessizliğinde, ıssızlığında ve kurumuş gülümsemesinde ev kadını görünümü dışında, acıyı tatmış, taleplerini bastırmış başka bir kadın olduğunu sezmiştim.

Bu fotoğrafı gördüğümde mutluluktan gözlerim yaşardı desem inanır mısınız? Çünkü sıradan bir öğretmenmiş varsayılan ve öyle hissedilen ve ev hanımı kategorisinden değerlendirilen bu ıssız kadının yıllar sonra rastlaştığım muhteşem başkaldırısı karşısında gülümserken, gözümden damlalar düşmesi kaçınılmazdı...

26 Nisan 2023 Çarşamba

Engüç İle Mengüç

Dün bir kez daha şehirde ve bir hafta önce keşfettiğim ve çok zevk aldığım pastanedeyim. Masama kurulmadan önce siparişimi veriyor, dünyanın en güler yüzlü insanları kategorisine gireceği kesin hanımefendi ile biraz hal hatır muhabbeti yapıyoruz. Elbette bahçeye geçiyorum ve aynı masada oturuyorum.

O sırada gözüm Kumru Hanım'ın içini ikamet bellediği saksıya takılıyor ki kendisi yok!


Kendisi yok ama fark ediyorum ki iki bebe var. Hanımefendi gelince anneyi soruyorum. Anlıyorum ki alışverişte. İsimleri var mı diye soruyorum, hanımefendi gülümsüyor. Anlaşılıyor ki düşünmemişler, sonuçta kuş!

Aheste götürüyorum soframdakileri; gözüm iki bebede, elime doğdular desem yeridir. Elbette gün gelecek uçup gidecekler, ama an itibari ile buradalar; bir anlamda ananın ev bellediği ve doğumu yaptığı yerdeler. Hanımefendiye anneanesiniz artık diyorum, gülüyor ve isim kısmı ise sanırım aklına yatıyor; düşünmediği için de henüz bir isim beyan etmedi.


Bebeleri ürkütmeden tempoyu iyice yavaşlatarak, enfes ıspanaklı böreğimi minik çay yudumları eşliğinde götürüyorum ve bir kez daha altını çizerek kabul ediyorum ki şehrin en güzel gül börekleri burada. Bebeler uyku mahmuru, birbirlerine sokulmuş ve biraz da yeni dünya ile tanışma evresinin şaşkınlığı içindeler. Bense birbirinden lezzetli kuru pastaları ufak çay yudumları ile götürüyorum. Aslında kitap okumaktı arzum ancak bebeler önceliği alıyorlar. Sanırım bir güven ilişkisi de kuruluyor aramızda ve iyice yaklaşıyorum. Bir gün yuvadan uçacak olsalar da bir adları olmalı...


Bir küçük çay ve dört pasta ilavesi için içeri geçiyorum. Sonra kankaların başında biraz takılıyor, aklımda isim şekillendiriyor, çayımın ve enfes kuru pastaların tadını çıkarıyor, annenin mama saati için döndüğünü seziyor ve ödeme için kasaya yöneliyorum. O sırada hanımefendinin isim konusunda hevesli olduğunu yansıtan gülümsemesi muhteşem, tam bir anneanne benimsemesi desem yeri.

Bana soruyor. Aslında bir isim var aklımda. Diyorum ki: "Annem küçükken bize bir masal anlatırdı, oradaki iki karakterin adı Engüç ve Mengüç idi."

Sürekli gülümseyen hanımefendi benimsiyor adları ve koymaya karar veriyor.

23 Nisan 2023 Pazar

15. Yıl Özel Sayı-6



 Saray'da Çarpan Tava

Aralık 2019
 

Günün en güzel battığı, günü devralanına da paha biçilemez bu güzel şehre yolcu gemisi her yanaştığında, zaten şehirle iç içe olan, şehirle yaşayan ve bu birlikteliğin kıymetli olduğu iskele şehrin güzel insanları ile dolar, Tarzan kesin orada olur ve gemi, bando ve alkışlarla karşılanırdı. Bu şehrin olağanı olan bu durum biz "taşralılar" için emsalsiz bir ritüeldi, çünkü bizim limanımız güzeldi ama doğal değildi ve şehrin canlı alanlarından kopuktu. Sonraki yıllarda Karadeniz'in en ucundan İstanbul'a varan seferler yeniden başladı ki benim için harikaydı. Gerçi 24 saat sürüyordu ama olsundu; iş yolculuklarımı, aciliyeti yoksa gemiyle yapmaya başladım. Ama bu kez gemi şehirdeki yolcu yokluğu nedeni ile uğramıyordu Sinop'a, ya da ben denk gelmiyordum yolculu zamanlarına...

İzleyicisi olduğum ritüelin, yaşayanı olamamıştım. Hele bir de arkadaşlarla hem iş hem de maç için yaptığımız yolculukta, bir başka grubun, tam da boğaza girmişken, Beşiktaşlı olduğunu öğrendikleri kaptanın köşk camını boydan boya kapattıkları, sonra da geminin en görülür yerine astıkları Samsunspor bayraklı bir yolculuk var ki çok eğlenceliydi. Ve o yolculukta, bu ülkenin en büyük şirketlerinden birinin patronu ile aynı masada denk gelmiş, İran Irak savaşı üzerinden şahane de sohbet etmiştik. Deniz nedeni ile ancak ikindide açılan lokantasında, bir kadeh rakısının tadını çıkarışına hayran kalmıştım. Çok gençtim, yaşama fazla hızlıydım ve deneyerek öğrenmek için daha zamanım vardı!


Ne garip... üç tarafı deniz olan ülkenin denizlerinde, şimdi yolcu gemileri yok. Onca saçmalığa kaynak bulan, onları sübvanse eden koca devlet, hiç değilse haftanın bir günü denizlerinde gemi yüzdüremiyor! Oysa ne büyük bir keyif!..

Şu iki sevgilinin etrafa kayıtsız ıssızlığı her şeyi yeniden güzelleştiriyor. Öyle güzel bir yerden öyle güzel bir manzaraya bakıyorlar ki... insanın bu hisse ve hayatı böyle yaşayanlara da kadeh kaldırası geliyor!


Sokağa vardık, Barınak'ın önünden geçtik ve iyice yaklaşıyoruz mekâna. Birinci endişem, o donuk garson altını çizmemize rağmen, eğer eleştirilerdeki mantıkla hareket ettiyse ve iki kişiyiz diye bize istediğimiz yerdeki masayı vermediyse noktasında... İkincisi yok, çünkü diğer her şeyi kabullenebilirim. Hoş masa olmasa da ağlayacak halim yok, araziye uymayı becerebilirim. Mekânın dış masalarının olduğu yerde rezervasyonumuzu alan şef garsonla karşılaşıyoruz; gülümsemeyi ara ki bulasın... Ya hayal ettiğim masa değilse?!! 


Bu mudur? 

İşte!.. Evet!.. Budur! Tam da hayal ettiğim yerde tam da hayal ettiğim masa, yaşasın! Rabbim ya, beni sevdiğini biliyorum, enn sevdiğim kadını da... Biliyorum sevdiğini yoksa dinimizin en önemli insanı ile aynı günde doğmama vesile olmazdın, sağanak yağmuru güneşe çevirmezdin, demiyorum o an ama... usul usul ilerlerken bu güzel akşam, şakasını yapıyoruz enn sevdiğim kadınla.

Soğuk görünümlü ama sevimli garsonumuz, bizi yerleştirdikten sonra bir kez daha geliyor. Ben denizin üzerindeki mekâna ve oturduğumuz masanın sunduğu manzaraya çoktan bayılmış vaziyetteyim.

Elbette ki rakı!

Enn sevdiğim kadın 50'liğe yakın, bense sabah içtiğim bir ilaç nedeni ile bu akşamlık iki tekle kalma düşüncesindeyim. O nedenle duruma göre!

"Bir 35'lik rakı lütfen." 

"Yeni Rakı lütfen."

"Bir semizotu lütfen." 

"Bir pilaki lütfen." 

"Bir de beyaz peynir lütfen." 

Dört bir yandaki camlardan manzara doluyor içeriye, etraftaki teknelerden denize açılanlar olursa, usul usul dalgalanıyoruz. Mutluyum... hem de çok mutlu!

Donanıyor masa ki peynir tabağı göz alıcı, hizmet hızlı, eleştirilerin aksi bir hoşluk içindeyim. An itibari ile tüm camlar açık. Bir gemideyiz, güvertede kolumuzu küpeşteye dayamış, uzaklara bakarken yaşam soluyormuş gibi...

"Tek lütfen." 

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen." 


Gün aheste aheste geceye doğru yol alıyor, rezerve masalar yavaş yavaş doluyor, çalan şarkılar kararında bir sessizlikte ve çok güzel. Rakının en güzel akşamlarından birinde olduğumuzu seziyorum. Hemen yakınımızdaki küçük teknede bir kıpırtı var. Ama manzara, ama felekten bir gün çalmış hava, havamıza hava katıyorlar. Yine her şey planlanmış sanki... O halde?! 

Yoğurtlu semizotu diri ve çok hoş, peynir on numara beş yıldız ki hoş bir tabakta hoş da bir dilim. Pilaki pilaki gibi, havucu patatesi içinde, bir tık baygın olmasa tamamdır diyeceğim ama olsun, sonuçta bu akşam Rakının.


Gün batımının, mezelerin hakkını teslim eden bir keyifle usul yudumların ardına eklediğimiz usul kelimelerimize kahkahalar atıyor, bazen derin konulara, bazen âna, bazen şehre, bazen bir kitabın sayfaları arasına gire çıka... ve sapına kadar hissederek yaşadıklarımızın kıymetini, gülümsüyoruz zamana. Ve içimizi fazlası ile ısıtıp sıcak kılan bir şey daha var: hemen dibimizdeki küçük teknede dört insan. Farklı yaşlarda, muhtemelen esnaftan, dört güzel insan. Küçük teknenin kıç tarafında, küçük bir çilingir sofrasının etrafında, hararetli ama tatlı bir sohbetin ortağı, rakının hakkını veren, efendiden ve esnaftan dört insan.

Yarasın!..

Hani şuradan çıktığımızda bir uğrasak, bir kadehi de onlarla parlatsak dediğimiz; bu halktan, bu ülkenin güzel insanlarından, esnaftan... dört, güzel, insan.

Şerefinize!..

Hımmmm... sanırım Rakının Akşamı'nda as solistin sırası geliyor! Ama önce şunun altını çizmeliyim, bu akşam nedense rakı zihnimde fazlası ile öne çıkıyor, bu akşamın özelinde farklı ve özel bir anlam kazanıyor. Mesela bu mekânda hiç bir ilk akşamda bir başka içkinin aklımıza gelmeyeceğini hissediyorum; dünyanın en nadide şarabı bile olsa burada elimi sürmem diye düşünüyorum. Bu akşam Rakıya konukluğumuz, çok keyifli.

"Bir Çarpan Tava lütfen." 


Kıyılmış marul, özel bir tarator ve bir parça limonla servis ediliyor Çarpan Tava ki bu mekânla anılan, bilinen adı İskorpit olan, üzerindeki dikenlerin el değince yaşattığı his yüzünden Çarpan adının verildiğini öğrendiğim lezzetle tanışma zamanı. Gelen tabağı çok beğeniyorum. Taratorun altını çiziyor enn sevdiğim kadın ki bunun içinde ceviz yok; ince ince kıyılmış, diri ve lezzetli ve ne olduğunu bilmediğim ve sormadığım bir kaç ot var. Çatalımın ucuna alıyorum çarpan parçasını, dokunduruyorum taratora, atıyorum ağzıma... hımmmmm çıtır çıtır bir lezzet, bir gram yağ çektirmeden enfes tavalanmış, üstelik ilk andaki çıtırlığın ardından gelen, kıvamında ve lezzetli bir balık. Ana yemek balıksa eğer, bu enfes bir ara sıcak ki bizim rakı akşamlarımızda sıklıkla yer bulmaz ana yemek. İki tek niyeti ile oturduğum masayı dörder tekle nihayetlendiriyoruz sonuçta ve kabul ediyorum ki hayatımın en güzel tanışmalarından biriydi bu sevimli tabak. Tatlı zamanı yaklaşıyor, soruyoruz garsonumuza ve veriyoruz kararımızı.

"Bir helva lütfen." 


Balkanlardan gelenlerin yaptıkları sert ve dilimlenerek servis edilen helvaların ki Nurhan yengem harika yapardı, yine kalıp halinde ama o kadar sert olmayan bir benzerinin irmiklisi geliyor masaya. Görüntü, dozunda tatlılığı, muhtemelen vanilya dokunuşu ve miktar final için uygun. Beğeniyoruz ve ikinci için arafta kalıyoruz. Kahvelerimizi sokağa bakan dış masalarda içmeye karar verip, hesabı da istiyoruz. Turuncu ama kırmızı yoğun hoş fincanlarla geliyor kahvelerimiz. Ben geceden ve mekândan hoşnutum, insanlar da hoşnut ki sezon olmamasına rağmen mekân gecenin şu vaktinde, gidenlerin yerine gelenlerle dolu. Eleştirenlerden ve yaşadığımdan anladığım şu: Özellikle sezonda, kesinlikle rezervasyon yapmak gerekiyor ki biz, özellikle hafta sonunu da göz önüne alarak, gün içinde ayırtmıştık masamızı. Çat kapı gidildiğinde verilmeyen masaların nedeni, rezerve edilmiş olmaları kanımca. Saray'ı eleştirip de yandakine geçtiklerini ve çok memnun kaldıklarını söyleyenlerin öne çıkardıkları mekânsa, ilginçtir, bomboş.

Siyah, önünde K.Atatürk imzası olan tişörtü ile geliyor; güleryüzlü, yakışıklı, kahve siparişini verdiğimiz sempatik genç garson; toplama bakıyor ve genel memnuniyetimizin gönlümüzden koparttığı bahşişi de koyuyoruz zarif, deri kaplı cüzdanın arasına. Bir mekân hizmetteki samimiyetiyle ve özeni ile sevdirmeli kendini önce! Aslında bu bahşiş meselesi ile ilgili taa yıllar öncesinden, İstanbul'un en en özel ve en havalı, en zengin insanların gidebildiği mekânında çalışmış bir arkadaşımın anlattığı bir yaşanmışlığı var ki yeri gelmişken bahsetmeliyim!


Evet bu akşam tartışmasız Rakı'nındı... İlk yudumdan itibaren hissim, bu geceyi onun planladığı, onun organize ettiği üzerineydi. Gün henüz batmamışken geldiğimiz masadan kalktığımız gecenin şu vaktine varan öyle güzel bir yolculuktu ki yaptığımız, öyle keyifli kelimelerle dolaştık ki akşamın içinde, ve öyle güzel çizdik ki mutluluğun resmini gecenin paydaşlarına... anlatılır gibi değil! Ya gecenin ruhları kışkırtan şu saatlerinde denizin kokusu, denizin müziği eşliğinde hâlâ dolu mekânların, ışıkları hâlâ yanan  ama boş tekne restoranların, sallanan kayıkların arasında bu sakin şehri hissederek yürümenin tadı!.. Peki şu gelen ve yolumuzu kesen, ruhumuzu kışkırtıp, aklımızı ele geçiren müziğe ne demeli?!!


Oysa biz, kahvelerimizi içerken geceye 117'nin barında devam ederiz diye düşünüyorduk; üst kattan denize bakarken, sıcağın konforuyla bir şeyler içer, yüreğimizin götürdüğü yerlere gider, sonrasına da bakarızdı fikrimiz. Önünden geçerken, gözümüz seyirmişken ve eylemin farkında değilken, meğerse O ve gelen müzik zokayı atmışlar çoktan... 117'nin önüne varıyoruz. Bir adım sonra içerideyiz... Ama?!!

İlk anda gözümüze çarpan küçük mekânı, daracık yaya yolunun deniz tarafındaki brandalarla kapatılarak yağmurdan korunmuş küçücük alanı ile az önce zokayı yutturan pub, kapıdan çeviriyor bizi. İyi de yapıyor. Bu gece oyunu kuran, saptığımızda ne güzel ki bizi hemen oyuna çekiyor.

Hemen giriş kapısının yanındaki, şirin sokağın köşesindeki, korunaklı ve yüksek masalı ve yüksek tabureli bölümünde oturan ve yüzleri mekâna dönük, ağırlığı genç insanlarla temaslı sevimli masaya oturuyoruz. Yine tatlı, efendi, gençten ve üzerini sağlamlaştırmış bir garson geliyor.

"İki bira lütfen."

"Çerez ister misiniz?"

"Evet, lütfen."

"Şal getirebilirim, ister misiniz?"

"Gerek yok, teşekkürler."

Duvara yaslanmışım, montumun fermuarını çekmiş, arkamdaki sokaktan gelen cereyandan sıyrılmış, biramı uzun aralıklarla ve usul usul yudumluyorum. Bu sevimli ve küçük mekândan çıkarak dışarıdaki küçük ama sevimli kalabalığa, hemen kapının kenarında oturan bize, hem kapıdan hem de şirin pencerelerden ulaşan ve geceye çok da yakışan müziği dinliyoruz. Öyle de güzel çalıp söylüyor ki genç adam. Üstelik seçtiği şarkılar şahane. Nedense aklıma Bodrum'daki Mavi'nin, Ortaçgil'li ilk yılları geliyor. Bir de benim için bu ülkenin en büyük solistlerinden, o henüz gencecikken ve tıfıl benim o ana kadar varlığından haberdar olmadığım yıllarda, hiçbir barın hatırı kalmasın konseptimizle girdiğimiz Big Ben'de, dalgaların neredeyse ayaklarımıza değdiği, denizin sesinin vokal olduğu o eşsiz geceyi ve Nükhet Ruacan'ı hatırlatıyor... ve elbette solisti olduğu Emin Fındıkoğlu Trio'yu. Bir an ödüm kopuyor! Yazları Sinop'da gördüğüm ve artık Sinopluları bile rahatsız eden ve ne yazık ki kentin aidiyetlerinin ve ruhunun farkında olmayan popülasyonu düşününce!..

"İki bira daha lütfen."

Biralar gelmeden, enn sevdiğim kadın kalkıyor ve içeri giriyor. Bir şarkı istiyor. Tam karşısındaki bölümden istenen bir şarkıya bilmiyorum diyen genç adam, gitarının tellerine dokunmaya başlıyor. Enfes bir melodi usul usul akıyor.


Öyle de güzel çalıyor ve söylüyor ki.. Şarkılara katılmayanlar bile eşlik ediyor. Bir grup birbirini tanımayan insan, kolektif bir lezzet ortaya çıkarıp, biz bize söylüyoruz imzasını, atıyorlar geceye. Ama şarkı da şarkı! Üstelik şehrin genel siyasal kimliğine ve çekmişliklerine yandaş. Usulca ve soldan soldan gelip saklı bir dere gibi ve bir mavzer çığlığında akıyor içlerimize ve geçmişimize. Hüzünlü de bir saygı var sanki seslerde.

"Bir bira lütfen." 

Birazını kendi bardağıma aktarıyorum, oysa ki dükkânı kapatmıştım. Biraz daha kalıyoruz. Son yudumların ardından ödeme için içeri geçiyorum. Bir genç adam ve bir genç kadın; "Beğendiniz mi," diye soruyorlar, "evet," diyorum. "Solistiniz muhteşem," diye ekliyorum. "Hem gitarı çalma biçimi hem de şarkıları söyleyişi ve elbette repertuvarı."  "Bozuğum yok, hesabı düzleyin ve öyle çekin lütfen, üzerini de tip box'ınıza atın," diyorum. Kaç kere teşekkür ediyor, ayrıca teşekkür ettiğimiz Güzel Adam. Sevdik burayı ki 117'nin kapısından dönüp de geldik. Güzel Adamla birlikte üç kişiler, güzeller, mutlular ve sözlerimizin yüzlerinde oluşturduğu gülüşleri çok tatlı. Ortaklaştığımız bu güzel gece için içeriye ve de kolektif bir lezzet oluşturduğumuz branda korunaklı bölümdeki paydaşlarımıza da teşekkür edip, iyi geceler dileyerek, kayıkların, teknelerin ve yalı kahvelerinin arasındaki dar sokaktan, sokulgan adımlarla, yeni güne dönmüş manzarası müthiş otelimize doğru yürüyoruz.

"Güzeliz be!.."

"Hem de... çok... güzel!"

"Ama..."

"Şehir de çok güzel be!"


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP