18 Aralık 2022 Pazar

Kurak Günler Ama Hiç De Kurak Olmayan Bir Film

Bir ikilemdeyim.

Film vizyona girdiğinden beri...

Aslında bir çifte kavrulmuş planım var ancak iki film birdenin diğer filmi bir türlü vizyona girmiyor. Bir başka filmin afişi asılıyor ki o da canıma minnet; kesin görmem gerek; ancak çifte kavrulmuş yapmam zor. Çünkü bu kez ve ilk kez, ve muhtemelen Avatar: Suyun Yolu yüzünden iki Başka Sinema filmi, aralarındaki mesafe epeyi uzak olan iki ayrı AVM'de.

Enn Sevdiğim Kadın telefonda. Çok hoş bir sohbet. Cıvıl cıvıl. Sinema fikrimden ve iki filmin ayrı yerde olması nedeniyle birini tercih edecek olduğumdan söz ediyorum. O ise Kurak Günler'i mutlaka izlemem gerektiğini söylüyor. Ben yönetmeni tanımıyorum ama o diğer filmlerini de izlemiş, ısrarla filmi görmem gerektiğini söylerken ipuçları da vermiyor.

Ona canım feda, dün sabah 11 seansı için hazırlanıyorum. AVM bana yakın, trenle 5 durak sonra. Sabah saat dokuzbuçuk civarı kahvaltımı Sembol'de su böreği çay şeklinde yapıyorum ve trendeyim. Fotoğraf makinesi almadığımı fark ediyorum. Şimdi AVM'nin giriş merdivenlerindeyim ve merdiven basamaklarının iki yanında kocaman saksılarda pembe beyaz şeklinde sıralanmış çok hoş çiçekler yılbaşı geliyor mesajı veriyorlar.

Eksik fotoğraflar haneme bir çentik daha.

Güvenlikçi genç kızla günaydınlaşıyoruz ve klasik sinema alışverişi için Migros'a giriyorum ancak dolapta Max yok ve onun yerine Zero alıyorum. Terastayım. Vaktim olsa David People'da olacaktım. Tüm bunlardan önce biletimi almak için gişenin önündeyim.

Genç adam yaş indirimli bilet uyarım sonrasında kimliğimi görmek ihtiyacı duyuyor. Buna sevinmeli miyim? Ona ufak bir ders vermekle yetiniyorum. Tavrın hoş olmadığının altını onu üzmeyecek şekilde, gülümseyerek hatta göstermiyor muyum diyerek çiziyor ve nedenlerini tek tek anlatıyorum! Antrakta promosyon mısırımı alırken sözlerimi kulağına küpe yaptığını anlıyorum. Çünkü kimlik sormasının ardından ben senin patronun olsam diye başlamıştım...


Film muhteşem ve son derece akıcı, kamera açıları sert, yer yer havadan çekimler ve aksiyonel bir açılış sahnesi ile başlıyor ve beni benden alıyor. Mekân seçimlerine ve özellikle seçilen kasabaya bayılıyorum. Oyuncu Selahattin Paşalı'yı tanımıyorum, yönetmen ve senarist Emin Alper'i tanımıyorum. Kasabaya atanmış genç ve yeni bir savcı, Emre. Siyaset üzerine kurulmuş bir film ancak bu hissi koyulaştırmadan insan hikâyeleri ve memleket halleri üzerinden yürüyor. İdealist savcı tongaya fena basıyor ve farkında değil. Kumpasın âlâsı! Oyunculukları ve filmin ritmini çok beğeniyorum. Fakat yönetmen! "Abi bu nasıl bir beceridir?" diye sormak istiyorum; iki nedenle. Çünkü filme bir giriyorum ki hep oradayım, yani filmin içinde. Koltuğumun boşluğuna sanki perdeden bakıyorum. Öyküye öyle kapılmışım. Sanki tek kamera açısı ile çekilmiş bir film bu. Hiç bir geçişi fark edemiyorum, nefes alışım bile adeta filmin kontrolünde; o derece akıcı ve yakaladığı izleyiciyi içine çeken, merakı diri tutan ve onu dışarı hiç bir koşulda bırakmayan, sürükleyen bir hikâye ve kurgu.  Bunları Enn Sevdiğim Kadın'la paylaşıyorum akşam. O da aynı şeyi söylüyor ve bunun tek bir sahnede bozulduğunun altını çiziyor ki ben onun da farkında değilim.


Filmde bir yerel gazete ve doğal olarak da gazeteci var. Güvensem mi güvenmesem mi ikilemindeyim film boyunca. Savcım da benden farklı değil. Film polisiye tadında bir güç savaşı olsa da başlangıçta bunu pek hissettirmeyen insan hikâyeleri sanki. Hiç bir şekilde popülizmin kaymağını ekmeğine sürmüyor, dolayısıyla bunu izleyiciye de ikram etmiyor. Doğal bir akış içinde bir gerçeklik olarak yaşatıyor. Taraf olmaksa izleyenin dünyaya ve siyasete bakışıyla ve kendini konumlandırdığı yerle ilgili. Ben tüm film boyunca hep insan odaklı izledim; çünkü ötesi bildiğimiz ve ülkemiz açısından olağan işlerdi; lakin yine de sürüklendim ve taraf oldum.

Ve filmin final sahnelerinde nefesim kesiliyor. Figürasyonun özellikle kalabalık sahnelerdeki yönetimini çok takdir ediyorum.

Pekmez rolündeki Eylül Ersöz'ün oyunculuğuna bayıldım. Görüntü yönetimi yukarıda altını çizdiğim gibi beni benden aldı ki görüntü yönetmeni Christos Karamanis'i ayrıca alkışlamak isterim. Hakim hanımda Selin Yeninci bir Türkiye gerçeğinin altını çizerken rolünde çok başarılıydı. Bense bilet indirimim artı her bilet alana verilen ve %20 indirim sağalayan Baydöner promosyonumla, güzel havanın ve çok başarılı bulmasam da yediğim dönerin, daha çok da anın ve gittikçe kalabalıklaşan AVM'deki hareketin tadını çıkarıyordum.

16 Aralık 2022 Cuma

Ayaklarımı Yerden Kesen Camdan Süzülen Güneş Mi?

Kardeşe, "Sabah beni berbere bırakabilir misin?" diyorum. "7:30'da aşağıda ol," diyor. Krize dayanamayan berberim uzun bir yokuşun epeyi yukarı bir noktasından girilen sokaktaki küçük bir dükkâna taşındı. Başta yadırgadım ama sonra bulunduğu coğrafya hoşuma gitti. Üstelik minik ve bir mimarın adı verilmiş şirin bir de park var, havalar sıcakken oturup kitap okumuştum.

7:30'da aşağıdayım. Hava kapalı ve soğuk. Üstelik 9'dan önce açmıyorlar dükkânı. Buna seviniyorum bir yandan, kocaman bir cami var bölgede; onun merdivenlerinden çıkılan, aynı zamanda üst ve yan sokaktan da girilebilen, içinde bir çay ocağı, alana serpiştirilmiş masalar olan minik ağaçlı, sarmaşık güllü, park tadında keyifli de bir alan. Kahvaltı yapmadan geliyorum çünkü yokuşu tekrar çıkmak gerekse de biraz aşağıda şahane bir fırın-pastane var. Kardeşle vedalaşınca doğrudan oraya yürüyorum.

"İki kol böreği; biri kıymalı diğeri peynirli lütfen,"

"Bir de şu üzerinde toz şekerler olan içi kakaolu ay şeklindeki milföy pastadan lütfen."

Çay ocağının olduğu kısıma doğru yokuşu yürüyorum. İçeri geçip bir büyük çay lütfen diyor, yağmur izleri olan dış masalardan birine oturuyorum. Çayımla birlikte böreklerin peynirli olanından başlamışken ve işi ağırdan alırken ana caddenin yokuşunu inen bir Patpat'ın, yokuşu çıkıp sol sokağa dönmeye niyetlenen araca fren yapmasına rağmen ve ıslak olduğu için yerler çarpması ile birlikte herkes olay mahalline yürüyor. Sonra ambulans, ardından polis derken, halkımızın olay yorumlarının yanı sıra hukuk bilgilerini de dinlemek durumunda kalıyorum ve ikinci ama bu kez küçük bir çay istiyorum.

Sırt çantamda biri bitmek üzere olan iki ince kitap var.

Bir iki çevre turu daha atıyor, berberin tam karşısındaki bahçe duvarına oturuyorum ve sonra berberim görünüyor. Elinde kahvaltılıkları var. Tüm ısrarlarıma rağmen önce saçlarım kesiliyor; teşekkür ediyor, ellerine sağlık deyip hayırlı işler dileyerek bu kez eve doğru yokuşu inmeye başlıyorum. Ayaklarım kısmen yerden kesik. Dün akşam enn sevdiğim kadın arayınca uzun uzun ve çok keyifli konuştuk, bir sürü şeyden ve vizyondaki filmlerden bahsettik ki o Kurak Günler'in altını sürekli çizdi, ısrarla önerdi. Ona bir süredir hayal ettiğim bir planımdan söz ettim. Dedim ki bir kaç gündür fikrim dürtüyor beni, bir dahaki haftasonu, masayı salonun denize bakan Fransızına kuralım, balıkçıya balık, salata, kalamar, tatlı sipariş verelim, midyeciden midyeler alalım ve Leyla'nın beyazından açalım.

Nedense fikrim bir seçenek olarak rakıyı sunmadı bana?!

Acaba deniz, gece, mum ışıkları, müzik nedeniyle mi rakıyı iteledi fikrim, diye düşünmedim. Enn Sevdiğim Kadın salatayı biz yaparız dese de kabul etmedim. Anlaştık.

Sonra bu çookkk tatlı kadının hayatımda tuttuğu alan ve kıymeti üzerine düşündüm ve çok sevindim. Onca yıl sonra bile defalarca, çok hoş ve farklı mekânlarda yaşanmış bir eylemin sanki ilkmiş gibi bir heyecanla konuşulması bile insanı nasıl bir hoşluğa sürüklüyor gibi bir sorgulama içine de girmedim! Çünkü onunla ne yapıyorsak yapalım, her sefer -taze- bir ilk benim için.

Ne kadar farklı düşünmeye çabalasam da duygum bu.

Oysa dünyayı kaç kere turlayacak kadar yolculuk yaptık, birlikte uyuduk, birlikte zaman geçirdik.

Tamam, pandemide kurallara uyduk, fiziken olsa da fikren uzak düşmedik.

Sonra şöyle düşündüm: bu benim iyi bir insan, sevgili bir kul olmamın Tanrı tarafından ödüllendirilmesi galiba.

Berberden çıkıp eve doğru yokuşu inerken ayaklarım yerden kesikti, berber işini hallettim diye mi sevinmiştim pek anlayamadım. Ay çöreği almak için mahallemizin en iyi ay çöreği yapan pastanesine girdim, aldım ve ona evde blog okurken ve yazarken bir kahve eklerim diye düşündüm.

Bunun, direk filtre kahve şekersiz mi yoksa sütlü ve şekerli filitre kahve mi olacağı konusunda bir fikri bünyede tartışmaya meydan vermedim.

Cadde çok hoştu, çok hoş kadınlar vardı ancak hiçbiri ile ilgilenmedim. Eve gelir gelmez doğru duşa girdim. Berber giysilerimi makineye attım.

Sonra, dün bir milyon kere Lila Downs-Mercedes Sosa düeti dinlemiş olmamın üzerine yeniden laptopu açıp, piyasalara şöyle bir göz gezdirip, bir yandan oraya bakarken bir milyon kere daha Lila Downs ile Mercedes Sosa'nın Yaşama Sebebi adlı düetlerini dinledim.

Bu sabah bütün bunları yazmayı kafaya koymuştum. Görüldüğü üzere verdiğim tüm sözleri tutmuş oldum. Üstelik hava hiç öyle hissettirmezken berberim "20 derece bugün," demişti. Bir alaylı meteorolog olarak onu ciddiye almamıştım. Sanırım o sırada enn sevdiğim kadınla kuracağımız masanın ve akşamın ön izlemesini yaşıyordum.

Şu an güneş var, ve öğle yemeği için planlar yapıyorum.

Kahve-ay çöreği fikrimi bekletiyorum...

Ve Cesaria Evora Paris 2004 konserini, iş arası yapıp bayıla bayıla dinliyorum.

15 Aralık 2022 Perşembe

Yaşama Sebebi

 

Karşısındakinin taşıyamıyacağını düşünürse kendi sıkıntı çekmeyi göze alabiliyordu, gönlünde, aklında bitirse bile ötekini önemsiyordu, dünyanın tüm yüküne sadece kendi karşı koyabilir sanıyordu, garip bir gözü pekliği ve başkalarına pek kıyamayan bir yüreği vardı.

13 Aralık 2022 Salı

Fuarın Lozan Kapısında Bir An

1.Bölüm


18+

Rahatsızlık Verebilecek Kelimeler İçerir!



...
Herkes kendi cesaretince birini seçerken, onlar da öylesine bakınıyorlardı. Öylesine bir aşk özlemi çekiyorlardı ki en romantiğinden... Güzel bir akşamdı. Oraları, onlar başka türlü anlamlandırıyorlardı. Ev gibi kutsal, sıcak anlamlar yüklenmiş bir mekânın 'genel' takısıyla tanımlanmış ve çoğaltılmış hali, toplumun çoğunluğunun ahlaki yargılamalarından bakınca aslında insanlara nasıl da iğrenç geliyordu.

Dolayısıyla o mekânların işçileri de...

Evlerden birinin ışığında, kendi ışığını etrafına yayan, sanki bir sosyolog gibi diğer kızlara yaptıkları işin herhangi bir yerde çalışmak kadar onurlu, hayatın bütün orospuluklarından bakınca da yaptıkları işin aleniyetinin "delikanlılığından", lafları, eylemleri oraya buraya çarptırmadan yaşama biçimlerinin dürüstlüğünden söz ediyor sanılırdı. Hiç tarzı olmadığı halde o genç kadın, kaçınılmaz bir şekilde onu çekti. Göz göze geldiklerinde değerler silsilesine çok şeyin katılacağını görmüştü. Yatağın üzerine uzanılmış, aleladeliğe anlamlar katmaya çalışan dokunuşların arasında gözü komidinin üstünde duran, ara verilmiş, kapağı üstte dönük kitaba takıldı: Kitap, o sıralarda okumakta olduğu Judith Guest'in Sıradan İnsanlar'ıydı.*...





1 Yıl Önce

İzmir'e veda yolundayız. Kordon'da bir tur atıyor ardından dün akşam izleyip hâlâ duygusal etkisinden kurtulamadığımız Hisseli Harikalar Kumpanyası'nın bıraktığı izler yüreğimizde, elimizde arkadaştan ödünç alınmış, dönemin en iyi fotoğraf makinelerinden biri olmasına rağmen flaşsızlık yüzünden dün gece çekemediğimiz fotoğraflar için fuara doğru yürüyoruz. Lozan kapısına yaklaşıyoruz ki bir anda bölgedeki tüm yapılar flulaşıyor, siliniyor ve bizim gözlerimiz normalde abla diyeceğimiz, 30'lu yaşlarında iki kadına odaklanıyor.

Bugünün diliyle tanımlamak istersem, tam anlamıyla bir Almodóvar sahnesindeyiz.

Eriyip bittiğimizi, hayal enstantanelerimizin film şeridi gibi aktığını, fena halde heyecanlandığımızı inkâr etmeye hiç gerek yok. İki çok şık, sempatik, fotoroman karakteri gibi -genç- kadın.

Ben ilk etkiden kurtulur kurtulmaz anlıyorum ama arkadaşım ulaşılmaz olduklarını düşünüyor, "orospu" olabileceklerine hiç ihtimal vermiyor; ona göre asla ulaşamayacağımız iki hayalle karşı karşıyayız. Ben ilk çarpılma anının ardından çakıyorum manzarayı; çünkü tıfıl yaşlardan bir birikimim var.

7 yaşımdan itibaren mağazaya gidiyorum; hafta sonlarında, okul tatillerinde, çalışıyorum. O zaman sanayi siteleri yok, yedek parça mağazaları, rulmancılar kozmopolit, son derece canlı Bankalar Caddesi'nde ve Cumhuriyet Meydanı civarında. Amerikan arabalarının her çeşidi trafikte. Mağazaya her cins insan geliyor; doktorundan avukatına, fabrikatöründen çiftlik sahibine, tamircisinden şoförüne kadar; hepsi Amerikan arabaları kullanıyorlar ve bazılarının özel şoförleri var. Müşterilerden kadın olan ve yaşı da epey olan biri, sonra başka biri ve daha başka biri dikkatimi çekiyor. Bir süre sonra bu tatlı teyzenin aslında genelev patroniçesi olduğunu, diğer ikisinin de çalışan kadınlar olduğunu kavrıyorum; birikimleriyle taksi almışlar, şoförleri var ve ikinci bir gelir kapısı; çünkü yaptıkları işin uzun süreli olamayacağının bilincindeler. En ufak bir aşağılama yok ve benim için tatliş, işleri güçleri olan kahramanlarımken büyüdükçe gerçeklerle karşılaştığım, sorguladığım, normal hallerinde, çocuklarıyla ilişkilerinde gerçekten sevimli bulduğum kadınlar. Onlara birer masal kahramanı gözüyle bakıyorum, anlıyorum ve küçümsemiyorum. Ve bu duygum ve bakış açım, aklım pek çok şeye erdiğinde de değişmiyor; çünkü çocukluğumun tanıklıkları güzel insanların yaşadığı, saygının kıymetli, giyimlerin özenli, şık lokantalarda kolalı beyaz peçetelerin olduğu yıllara ait. Ayrıca o zaman genelev de şehrin en merkezi noktasında, hiç de aşağılanan bir yer değil, şehirle içiçe. Komşusu ise ağırlıkla emekçi kadınların vardiyalı çalıştığı sigara fabrikası. Elbette bir iki meyhane de var. Bir kaç yüz metre ilerisinde de şehrin en önemli, trafiğe kapalı, şık mağazaların olduğu alışveriş caddesi. Yıllar sonra bir belediye başkanı tarafından yıkılacak genelev; arsa, taaa kutsal topraklardan getirilmiş zemzem suları ile yıkanacak ve yerine kocaman bir cami ve alışveriş merkezi yapılacak! Ve sektör kontrolsüz, denetlenemez bir biçimde evlere taşınacak.

Çocukluğumuzda bizim evde bir tatlı yapılıyor mesela, ki adı "orospu tatlısı", elbette bu tanım küçültücü halinden bağımsız bir sevimlilik içeriyor bizde; o adı kullanmak sevimli geliyor; asla bir aşağılama vurgusu değil.

Bizim henüz doğmadığımız yıllarda, kapıların altından ve aralıklarından rüzgârların girdiği evde yaşadıkları zamanlarda bizimkilerin tanıdıkları, bizim için bir masal kitabındaki karakter olan o komşu kadını, tatlı evde her yapıldığında anıyoruz ve o  kadını tanımak istiyoruz; çünkü insanların henüz öğütücü olmadığı, insana insan gözüyle bakıp dedikoduyu kapıdan içeri sokmadıkları yıllar... ya da biz çocuklar tatlıdan yola çıkarak bir masal dünya yaratmıştık kendimize, kahramanını görmek istiyorduk.


Arkadaşım çakılıp kalmış ve sahnenin içinde yok olmuş beni sürekli dürtüyor. Ben zaten hayal dünyası geniş, şıp diye senaryolar yazıp, üstelik yazmakla kalmayıp o senaryoyu ânında yaşayan biriyim. Sahne çok hoş: Henüz ergen sayılabilecek genç çocuklar ve ergenlerin en flaş fantazisinin başrolü iki yetişkin ve inanılmaz hoş kadın. Biraz sonra yürüyecek, yüzümde enfes bir gülümseme ile lafa girecek, çok hoş bir sohbetle, üstelik onları da güldürerek ilk adımı atacağımı biliyorum. Ama önce bu çok şık ve çok hoş iki kadını zihnime doya doya kazımak istiyorum. Çünkü uzak gülümsemem bir karşılık buldu ve o karşılığın, o enfes gülüşlerin tadından başım iyice dönsün istiyorum.

İkiz gibiler, aynı saç modeli; kısa kesilmiş, kulak hizasından içe kıvrılmış, gülüşleri kadar pırıl pırıl saçlar. İki aynı elbise ama biri Almodóvar kırmızısı ve minik bahar çiçekleri var üzerinde, diz üstü etekleri rüzgarda uçuşan, üst bedeni ise gögüs çatalını tadımlık gösteren diktörtgen kesim ve geniş askılı, sıkı sıkıya oturmuş, göğüslerin sütyene ihtiyaç duymadıkları kadar hoş bir elbise ve onu tamamlayan mavi renkli kontrast minik küpeler ve mavi ayakkabılar. Diğer kadındaki ise aynı kesim, aynı desenli elbisenin çok hoş, laciverte yakın bir mavisi... Hoş kırmızı, tonu mavinin tonuyla uyumlu kontras küpeler ve ayakkabılar.

 Durum, bir an ikiz olabileceklerini bile düşündürtüyor. Ya da çok iyi arkadaş.

Biz de iki iyi arkadaşız!.

Sohbet çok hoş, konuşmaya bayılıyorum. Elbette bütün hünerlerimi döküyorum ama bir yandan da biliyorum ki onlar kaçın kurası. Arkadaşıma bakıyorum arada ki o yaşayacaklarının mutluluğunu şimdiden hissediyor. Gülümsüyorum ona, bu, bir işler yolunda mesajı. Çok tatlı sohbet devam ediyor; bu hayatta en bayıldığım anlardan biri, çekingenlikten bir sıçramayla oluşmuş  özgüvene yükselme süreci; tadını çıkarıyorum. Bir süre sonra arkadaşıma işaret ediyorum. Gülerek geliyor. O gelirken onların fotoğraflarını çekmek istiyorum çünkü bu ânın bir benzerini, bu niteliklere sahip ve bu işi yapan, son derece seçici kadınlarla insan çok nadir rastlaşabilir ve yaşayabilirse eğer bir kez yaşayabilir bu hoşluğu;  bunu bilecek kadar -çok genç ve henüz taze yirmi olsam da- tecrübem var. Ancak arkadaşım henüz yirmiye varmadı, bir kaç ayı var ve o küçük!

İşaret ediyorum ve yanaşıyor. Tanıştırıyorum.

Sevinçli!

Birlikte dondurma yemeye gidiyoruz, çok hoş iki kadınla flörtöz ama ölçülü bir sohbet ve yaşadığımız süreç, arkadaşımı hayal kırıklığına uğratsam da hayatımızın en güzel ânları hanesine kaydoluyor. Elbette onlara bu hoş arkadaşlıkları için çok şık ama minik iki hediye almak için olduğunu söylemeden, bir kaç dakikalığına ayrılacağımızı ve hemen döneceğimizi, burada beklemelerini söylüyoruz. Hediyelerimiz varlıklarından çok inceliğimiz açısından önem kazanıyorlar. Yaklaşımımızı ve yaşadığımız anı kıymetlendiriyor bu tavır. Sonra bu kısa ama hoş arkadaşlık için teşekkür ediyor, arkadaşça vedalaşıyor, sarılıyor, arkadaşça öpüşüyor, el sallaşıyor ve yola revan oluyoruz.



Anlatıcının notu: Romantik bir yanım olduğu kesin, bazı anları kıvamında bırakmayı erken yaşta öğrendiğim için kendimi hep sevdim. O an ve süreç bir insanın başına tüm hayatında çok nadir gelebilecek türdendi. Onu yatağa taşıdığımızda, işin içine para girecekti, elbette onu bir zarfla yatağın ucuna bırakacaktık ama o zaman tüm hikâyenin sıradanlaşacağını bilecek kadar duygusal birikimim vardı ki sonra yola devam ederken arkadaşıma "Hevesini kursağında bıraktım ama..." diye başlayan açıklamalarıma devam ederken onun da bana hak verdiğini gördüm. Yatağa götürmediğimiz sürecin tadıyla yol alırken, dondurma teklifimi kabul ettirmem ve o şahane sohbetin ardından, bir saygı eksilmesi yaşamadan, ânı ve iki tatlı kadını sıradanlaştırmadan geçirdiğimiz dakikaların tadını çak yaparak ve kutlayarak başarımı, yola devam ettik.



Devam edecek...

*Yukarıdaki alıntı blogdaki bir yazı dizisindendir!

10 Aralık 2022 Cumartesi

Sabahın Körü

Uyanıyorum. Ruhum gıcır gıcır, uyku keyifli. Yanımdaki kitaba uzanıyorum. Buraya Kısıldık Sanırım ilk öyküsü Kayboluş'la hüp diye çekip alıyor beni. Satırlar yok oluyor ve ben bizzati odaların bir kenarında dikilmiş kısa ama güçlü öykülerin sıradan karakterlerinin görünmez bir izleyicisiyim. Üsluba ve gözlem gücüne tapmış, hiç tanımadığım, adını ilk kez duyduğum yazarın müridi olmuş durumdayım.


Günlerden yakın zamanda bir gün Leylak Dalı öğretmenimizin bir önceki yazısını okurken bir an gözlerime inanamıyorum. Roy Jacobsen'in bir kitabını görüyorum ki bayıldığım iki romanı Görünmeyenler ve Beyaz Deniz'in devamı olduğunu anlıyorum satırlarından ve ben bunu nasıl atladım telaşıyla "Büyük kazancım Rigel'in Gözleri, çok teşekkürler. İkisini okurken bir üçleme olduğunu bilmiyordum ya da dikkatimden kaçmış. İlk işim onu almak, hemen şimdi" şeklinde bir yorum yazıyor, yoruma aldığım yanıtla da ferahlıyorum çünkü kitap yeni yayınlanmış ve dumanı üzerindeymiş.

Yapı Kredi saygı duyduğum bir yayınevi, benim internet kitapçımsa başka bir yerdi, memnundum ancak anladığım krize yenik düşmüştü. İçim soğuk olsa da kitapları D&R'ın internet kitapçısından almaya başlamıştım ki fiyatları piyasanın en ucuzuydu. Bu kez dedim Sezar'ın hakkı Sezar'a; Yapı Kredi'den alıyoruz. 150 TL üstü kargo yok ve Roy Jacobsen, İtalo Calvino'nun ilk romanı Örümceklerin Yuvalandığı Patika ile Cesare Pavase hariç hiçbirini tanımadığım yazarların kısa kitaplarını tümüyle göz göze geldiğimiz anlardaki hislerime dayanarak seçiyorum. Kısa kitapları seviyorum çünkü kalın ve güçlü kitaplar sürecine girdiğimde enfes ara sıcak oluyorlar. Bir de fark ettim ki efsane geziyi peş peşe yazmaya başlayınca benim ayaklarım yerden kesilmiş ve bir balonla başka başka diyarlara ve zaman dilimlerine uçuyorum ben. Bir sürü anı ben ben diye çırpınıyor. Zaman dilimim değişti, kalbim başka türlü ve çok tatlı atmaya başladı ki sırası gelmediği halde bir kez daha İzmir'e dönüyorum. Çok özel bir ânı ve çok özel karakterlerini yazıp, dizinin İzmir kısmını sonlandırıp, daha aksiyonlu, canlı ve kalabalık beldelere doğru hızla akmak istiyorum.


Bu tadımlık, kısa seyahatler tadındaki kitaplar alımındaki ilk kazancımsa Aslı Akarsakarya; henüz iki öyküsünü okumuşken ve sabahın köründe, yerimde duramıyorum. Sabah erkeninde, henüz üzerlerinde çiğ izleri varken üzümlerin, o halleri için bağa koşan dedem gibiyim. Ama içim ışıl ışıl. Müthiş bir anlatım, pek tatlı, çok keyifli bir mizah ki alttan alttan... Bir ziyafet sofrasına servis edilen ara sıcaklar ya da enfes tadımlıklar mutluluğu saçan cümlelerle bezenmiş öyküleriyle zaten son yazılarımla dumanaltı olmuş başımı fena döndürüyor. Dayanamıyorum ve klavyeyi alıyorum elime...

Gün ışımaya yakın, İzmir'in ve henüz yazılmamış o ânın tüm renkleri zihnimde ve pırıl pırıl, yazıp bir kenara atarmıyım emin değilim, ancak dün akşamdan beri bana yaşattığı keyif inanılmaz ki karakterlerin küpelerinden emprime kıyafetlerine, ayakkabı renklerinden gülümsemelerine kadar her şeyi o andaymışçasına bir saflıkla hatırlıyorum.

Bir şat filitre kahve hazırlamalı, bir kupada bir şatlık kahveye yer kalacak kadar boşluk bırakılmış üç şekerli sütü mikrodalgada bir taşım kaynatmalı, sonra da kahveyle buluşturmalıyım!

Ve şu efsane geziden de bir an önce kurtulmalıyım... mı?

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP