29 Mayıs 2022 Pazar

Plan Tıkır Tıkır İşliyor

Öncesi...


Bununla sınırlı kalmayacağım elbette, bir keşif kolu gibi arayıp okulu da bulacağım.

Ama sadece bulacağım!

Sonra da bunun keyfini çıkaracağım.


Ve pazartesi günü, gelecek kitaplarda bir gecikme olursa da salı günü tüm kitaplarla okulun yolunu tutacağım.


Cümlelerimin olduğu ve perşembe sabah yayınladığım önceki yazımdan bir süre sonra cuma günü paketin kargoya verildiği bilgisi ulaştırılıyor bana. Sevincim zıplıyor çünkü bir aksilik olmazsa eyleme pazartesi günü geçme olasılığım çok yüksek. Zaten bünyede var olan heyecan istim alıyor. Gün cumartesiye evrilecek... ve zihnim tıkır çalışıyor... ve önüme yeni bir plan koyuyor. Bu plana göre, ilk görev bir gün öne çekilecek, dolayısıyla  hedef bölgede keşif yapılacak, okul bulunacak ve kargodan geleceklere göre bir ya da iki kitap daha ilave edilecek.

Kahvaltı için ekmek ve bir iki şey daha almak üzere çıkıyorum evden, an itibariyle kargonun şehire vardığı haberi cepte. Kavşaklardaki akıllı trafik ışıklarına geçiş çerçevesinde çalışmalar var ancak gün itibariyle ışıkların görevini yapacak trafikçiler ortada yok. İnsanlar bekliyor. Namı yürüsün ülkemizin sürücülerinin hiçbirinin umurunda değil yaya geçidi. İş başa düşmüş durumda; elim dur işareti ile havadayken adımlarımı yavaşça atıyor ve başarıyorum. İkinci kademede de aynı işlem, halkımla birlikte geçiyoruz karşıya.

Bir an kahvaltıyla uğraşmaktansa Sembol'de börek yesem fikri dürtse de beni, evde kendim hazırlasam daha cazip geliyor ve evdeyim. Telefonda bir mesaj. Kargo dağıtıma çıkmış, teslim için gerekli kodum gönderilmiş. Yumurtam da pişmiş... Şık bir tabak hazırlıyorum. Karşıma denizi alarak keyfini çıkarıyorum. Bitiriyorum ki telefon çalıyor. Evin arka sokağından kargocu arıyor, denize doğru ilerle, köşe bina diyorum. O sıra pencereden izliyorum. Durdu, indi, bahçe kapısındaki yazıyı okudu ve korktu: çünkü telefona uzandı. Yok, diyorum kendisi.

Ekranda bina kapısına vardığını gördüm, otamatiğe bastım, asansör ve paketim.

Kodu veriyor, teşekkür ediyor ve iyi günler diliyorum.


Açıyorum paketi, kontrol ediyorum. Her şey yolunda. Hazırlanıyorum.

Bir kitap daha almak istiyorum öğretmen için ama önce şehrin öte ucuna gidip, ikinci kontrolde gördüğüm, ulaşım açısından daha kolay adrese varıp okul keşfi yapacağım ve ardından Piazza AVM'ye yürüyüp kafamdaki ve epey zaman önce çok severek okumuş olduğum kitabı ilave olarak alacağım.

Trendeyim, keyfim yerinde heyecanım ayakta. Varıyorum Belediye Evleri İstasyonuna ve üst geçidin yürüyen merdivenlerindeyim. Zirveye vardığımda önümdeki manzara muhteşem, hemen solumdaki, içinde şahane bir amfi tiyatro da olan koskocaman ve yemyeşil park insan kaynıyor. 18 Haziran'da Bir Delinin Hatıra Defteri ile Erdal Beşikçioğlu'nun sahne alacağını duyuran afişler her yerde. Birebir aynısı olan ve içinde bir de Atatürk Müzesi barındıran Bandırma Vapuru ve uzağındaki barınak aynı karedeyken ve üst geçitteyken bu manzara hapsolmalı diyor fikrim bana ve basıyorum küçük makinemin deklanşörüne lakin an itibariyle büyük makineyi almamış oluşumun pişmanlığını da yaşıyorum.


Bu üst geçidi ilk kez kullanıyorum, güneş ışıklarının yerde ve kenar camlarda yuvarlaklar çizen yanısmaları ile enfes bir görüntü var, elbette fotoğraflık ama önümde yürüyen de iki tane jean giymiş hanımefendi var; onların olmadığı bir görüntü çekebilmem mümkün değil!

Yürüyen merdivenden indikten sonra iki trafik ışığı daha geçerek karşıya ulaşıyorum. Bilir diye bir bakkala okulu soruyorum. Hiç duymamış. Sonra okulun belediyenin arkasında olduğunu gösteren haritadan hareketle oraya ulaşacak yola geçiyorum ki trafiğe kapatılmış bir gezinti yolu.

Kendimi başka bir şehirde gibi hissediyorum ve bu durumu oyuna çeviriyorum; ve bu yabancılaşma hali ile dolaşmak pek hoşuma gidiyor.

O ara, bu abi bilir, diye nalbur dükkânının kapısına yanaşıyor ve soruyorum. Hiç duymamış, seyyar köfteci de bilmezse kimse bilmez duygusu ile bu kez ona yanaşıyorum ki tık yok. Lise binasının önünde iki genç var, bir ihtimal ilkokulu okumuş olabilirler diyerek yanaşıyorum ama okul hakkında benim daha çok bilgim olmakla birlikte en azından sanal bir temasım da var. Ana cadde için sola döndüğüm ve minik sokaktan bir başka caddeye indiğim anda solda daha önce hiç rastlamadığım bir kargonun tabelasını görüyorum ve mesleğinden hareketle bilmeyeceği hiçbir yer olmayacağını düşünüyorum. Kapıdan içeri süzüldüğümde aynı zamanda, fax, bilgisayar yazıcıları gibi cihazlar da görüyorum ve bir tamirci de olduğu kanaatine varıyorum ve doğrudan okulu soruyorum. Biliyor, neden aradığımı anlatıyorum. O da aynı sergi için davetiye aldığını ama gidemediğini söylüyor. Abinin köyün adını söylemesiyle ilk bulduğum adreste olduğu netleşiyor ki buna zıplıyorum çünkü hikâye az sonra edineceklerimle kocamanlaşacak!

Abi okul müdürü ile arkadaş, adını söylüyor, hatta telefonla arayıp konum bilgisi attırabileceğini belirtiyor ki buna gerek görmüyorum. Ayrıca konudan bahsetmemesini rica ediyorum fakat bunu yapmamış olacağından an itibariyle emin değilim.

Minibüs çalışıp çalışmadığını soruyorum. Var ama saatleri belirsiz, arabayla gidin diyor, ve o arada manzaranın muhteşemliğinden söz ediyor ki bu beni şaşırtmıyor. Bugün okul kapalı, diye de ekliyor. Biliyorum, ben sadece yeri netleştirmek istiyordumun altını çiziyor ve teşekkür ediyorum.

Yeniden gezinti caddesindeyim, o sırada minicik ama sevimli kafenin vitrininde kesmeleri görüyorum ve otomatiğe bağlanıp kapısından süzülüyorum. "Kesmeleri taaa uzaktan gördüm ve buradayım," diyorum. Gülümsüyor genç adam, bir tane istiyorum ve yürürken yiyeceğim diyorum. Hoş ve minik bir kesekağıdı ile artık elimde kesmem. Onlarca yılımı geçirdiğim sanayi sitelerinin önünden yürüyerek ama girmeyerek Piazza AVM'ye varıyorum. Doğrudan en üst kata çıkıyor ve Penguen Kitapevi'nden içeri süzülüyorum. Kitap raflarını tarıyor ve aradığım kitabı buluyorum. Şimdi kasadayım, ödememi yaparken, genç adam terası işaret ederek "İstediğiniz zaman gelip kitaplarınızı terasımızda okuyabilirsiniz," diyor. Geçen hafta film için geldiğimi, sinema çıkışı uğradığımı, yanımdaki kitabımı okurken kahvemi içtiğimi ve Americano'yu çok başarılı bulup beğendiğimi söylüyorum.

Hoşuna gidiyor, teşekkür ediyor.

Her şey yolunda olduğuna, son kitapla birlikte şans şu ana kadar yaver gittiğine göre kendimi şımartabilirim: Geçen hafta yemeğini çok beğendiğim Migros'un kafeteryasına iniyorum. Enfes görünen, içinde yerken anlayacağım üzere enfes bir ıspanak, havuç, patates ve küp kesilmiş tavuk parçaları barındıran besamel soslu, hafifçe baharatlanmış kare dilim güzelliğin, elbette ilave ettirdiğim suyuna da banarak tadını çıkarıyorum. Sonra yeniden tren, bizim istasyon, sevdiğim ama taşınacağını öğrendiğim kadim kırtasiyeciye uğrayıp ambalaj için ağzı yapışkanlı büyükçe iki şık zarf alıyorum ve Sembol'deyim.

"Bir kadayıf lütfen."

"Bir de çay lütfen..."



Devam Yazısı Gönlümün Gonca Gülü, için buradan lütfen...

26 Mayıs 2022 Perşembe

Çok Garip...

İlköğretim okulu şehrin "varoşlarından"... Fotoğrafını çekme arzusu dayanılmaz! Bir çocuğun, adını okuduğum ama görmediğim, tanımadığım bir çocuğun o an benle kurduğu ilişki muhteşem. Fikrim paçalarımdan asılıyor, ısrarcı ve perpeçek ediyor beni. "Tamam," diyorum... "tamam!" Fikrime de açıklıyorum kararımı: Bir kaç kitap alacağım, o okula gideceğim ve o kitapların birini o kıza, diğerlerini okula vereceğim. Ama o günden asla söz etmeyeceğim ve konu aramızda kalacak!*


Cümlelerini yazdığım andan beri heyecanım 1 gram aşağı düşmüyor. Bir süre haritalardan okulun yerini tespit etmeye çalıştım.

İlk edindiğim adrese göre çok ilginç bir noktada...

Bu bana çok heyecan verici bir öykü hissi yaşatıyor.

Hikâye içinde bir başka hikâye.

Sonra o adresinin yanlış olacağı ihtimali ile karşılaşıyorum ve bu kez başka bir nokta veriyor harita bana...

Bu ulaşım açısından çok daha elverişli.

Bir öyküsü var!

Bu kez orada olacağım anların hayallerini kuruyorum; bir tür ön izleme ve çok keyifli.

Gecenin neredeyse bu sabaha ulaşacak bir vaktinde öğretmen için, resimi yapan öğrenci için ve 500 kitaplı bir kütüphaneleri olduğu bilgisine ulaştığım okul için seçtiğim kitap siparişlerimi veriyorum.

Az önce de faturasının kesildiği, paketlendikleri bilgisi ulaştırılıyor.

Bu arada iki kitapçımda da bulamadığım, öğrenci için düşündüğüm ikinci bir kitap daha var. Onları şehirdeki kitapçılarda bulabileceğimi umuyorum.

Yarın için planım, öğretmen için bir kitap daha ve öğrenci için bulamadığım kitabı bulup almak.

Bununla sınırlı kalmayacağım elbette, bir keşif kolu gibi arayıp okulu da bulacağım.

Ama sadece bulacağım!

Sonra da bunun keyfini çıkaracağım.


Ve pazartesi günü, gelecek kitaplarda bir gecikme olursa da salı günü tüm kitaplarla okulun yolunu tutacağım.

Kısacası o günden beri işe güce, keyfe, onca gezip tozmaya rağmen her ânımı kaplayan sıcacık heyecanım bu! Okuduğum kısacık kitaba gözlerim bakarken aklımın giremediğini ve bitiremediğimi, üstelik akşam sevdiğim kafede kendimi fazlaca şımartmış olmama rağmen bir türlü konsantre olamadığım için aynı yerleri geri dönüp okuduğumu ama aslında maval okduğumu söylersem de hiç abartmış olmam.

Oysa okuduğum kitap keyifli, mizahı ince, sayfası az; Sevgili Leylak Dalı'nın blogunda rastladığım, ancak o an başka bir kitabını, Yabancı Kadın'ı okuduğumu hatırlamadığım yazar Sergey Dovlatov'un... Üstelik Sovyet Rusya hallerini anlattığı hoş bir öykü kitabı, Bavul.

Velhasıl, normal hayatıma devam ettiğim her ânımda dünyadan kopuk başka bir zaman dilimine ait paralel ama şahane bir heyecan yaşamaktayım ve buna fena halde şaşırmaktayım. Aslı son derece soğukkanlı bir insan olarak üstelik... Tarifsizim!

Garip... Çok garip!

Ama çok keyifli...



*Vortex Kitap Falan Filan Ve Kahve, adlı yazıdan.

Devam yazısı Plan Tıkır Tıkır İşliyor içinse buradan lütfen...

22 Mayıs 2022 Pazar

Vortex Kitap Falan Filan Üzeri Kahve

Günlerimin hepsini cumaya çeviren kadınla tanışana kadar en sevdiğim gün cumartesiydi.

Bu cumartesi O sınav teri dökerken ben kendimi sokağa atıyorum.

İlk durağım; Trileçe, çay, kitap.

Sembol'deyim, güneş masamın kenarında, tavanlar açık ve üzerim gök kubbe. İstikamet sinema, filmse bir Gaspar Noé başyapıtı:

Vortex.


Kitabımı son yudumun ardından sırt çantama atıyor, ödeme için kasaya yanaşıyorum.

İşyeri sahibi emekli misiniz, diye soruyor. Ne kadar zamandır merak içinde olduğunu ama bir türlü soramadığını anlıyorum. Açıkçası ben de olsam merak ederdim: Zaman sınırı olmaksızın, mesai saatleri içinde de gelen, çoğu zaman sırt çantasından kitap çıkaran, şekersiz çay yanına bir şeyler ekleyen, çalışanlarla ilişkisi seviyeli, teşekkürü asla ihmal etmeyen bir adam.

Emekli olduğumu ama emekli olmadığımı tebessümle söylüyorum. Espri yaptığımı düşünüyor. Soruları dilinin ucunda sıralı, hissediyorum. Sonra sırasıyla erken başlamak zorunda kalan erken emekli olur diyerek ve Bağ-Kur'un altını çizerek meraklarını yanıtlıyorum.

Ve trende, yeni başladığım kitabımla birlikteyim.


Son siparişimde bir karar verdim ve bir günde, bilemedim iki, üç günde bitirilecek kitaplar seçtim. Miguel De Unamuno, adını duymadığım bir yazar, Yıldız Ersoy Canpolat'ın İspanyolca'dan çevirdiği Üç Örnek Öykü Ve Bir Önsöz adlı kitabı kafamız uyar demese ona uzanmazdı fikrim. Dün akşam Palmiye Kafe'de, İskele Meydanın'dan gelen şenliğe dahil konser coşkusu eşliğinde, şekersiz bir fincan çayımın yanına eklediğim ve tavsiye edeceğim ve az sonra fotoğrafta görülecek, BİM'den aldığım iki bar sayesinde vallahi keyifli zamanlar geçirdim.

2021'de çıkan Sonun Bacakları adlı öykü kitabı ile bana umut vadeden yazar duygusu yaşatan, aslında Farsça'dan çeviriler yapan, iyi bir yazar demek için biraz daha zamana ihtiyacı olan ve 2019'da yılın çeviri ödülünü Furuğ'un Rüzgâr Bizi Götürecek - Toplu Şiirler kitabı ile kazanan Makbule Aras Eyvazi'nin Furuğ Ferruhzad'ı hayatına dokunmuş; biri babası olmak üzere dört erkeğin gözünden anlattığı ilk romanı ama ikinci kitabı 119 sayfalık Başa Dönemeyiz'i bitirmiştim, öncesinde.

Piazza'nın bir durak öncesinde iniyorum; ara ara söz ettiğim, ürünlerine bayıldığım Tarihi Kılıçdede Fırını'ndan acıbademler almak için. Aslında dün gece uzun uzun telefonda konuştuğumuz enn sevdiğim kadına fırından bahsettiğimde, o da henüz tatmadığı acıbademleri sormuştu. Aklımda olduğunu ama sonra geçireceğim vakti göz önüne alarak, sertleşip kuruyacaklarını düşünüp vazgeçtiğimi söylüyorum ve hem filmi, hem de AVM'de yeni açılan Penguen Kitapevi'ni övüyorum.



Bugün gişe önleri şaşılacak derecede boş. Genç kadın ekranı açtığında koltuğumun kapılmış olduğunu görüyorum. Salonda bir ikinci kişi daha var ve o biraz daha önlerde. Standart yerimin bir önünündeki sıradaki aynı numaralı koltuğu alıyorum. Biraz daha vakit var. En alt kata iniyor, Migros'daki şarap reyonuna göz atıyor, bir ufak su alıyor, ama kafeteryasının önünden geçerken de yemekler benim gözümü alıyor.

Şimdi salona doğru yürüyorum. Kitap satılan açık alanın hemen önündeki resim sergisinde Frida'nın önünde kalıyorum. Bir kız öğrencinin elinden çıkma. İlköğretim okulu şehrin varoşlarından... Fotoğrafını çekme arzusu dayanılmaz! Bir çocuğun, adını okuduğum ama görmediğim, tanımadığım bir çocuğun o an benle kurduğu ilişki muhteşem. Fikrim paçalarımdan asılıyor, ısrarcı ve perpeçek ediyor beni. "Tamam," diyorum... "tamam!" Fikrime de açıklıyorum kararımı: Bir kaç kitap alacağım, o okula gideceğim ve o kitapların birini o kıza, diğerlerini okula vereceğim. Ama o günden asla söz etmeyeceğim ve konu aramızda kalacak!

Nasıl zıplıyor, nasıl seviniyor, nasıl sarıp sarmalıyor fikrim beni, görmek lazım.*


Sinema katına çıkıyorum. Kitabımı açıyorum. Yeni tanıdığım yazar, ya da tanımakta olduğum Miguel De Unamano kafa dengi geliyor bana. 1864-1936 yılları arasında yaşamış. Kitabın 7.baskısı elimdeki ve bilindiğini ve kendisiyle ilgilenildiğini gösteriyor. Ben bilememişim, buna üzülmüyorum tabii ki, bazen geç tanımak iyidir diye düşünüyorum çünkü okuduğum öykülerde başka bir tat buluyorum. Bu tadı tarfileme çabası içindeyim. Benlerden biri diyor ki bunlar büyüklere masal. Ona katılıyorum, evet diyorum, aynı şeyi aklımdan geçirmiş ama çok emin olamamış, pek de cesaret edememiştim, yetişkin masalı demeye... İtiraf ediyorum ki aldığım tat tam da öyle. Elbette kendisi ile ilişkimiz devam edebilir ki enn sevdiğim kadın bir kaç kitabını okumuş, tanışıyor kendisi ile.


Bugün onunla -belki- bira içeceğiz, dün akşam saatlerce konuştuk, çok tatlıydı ve çok hoş sohbet ettik ve geçen gün yıldönümü akşamı için yazdıklarımı çok beğenmiş. Yani insan tatlı bir gurur içindeyken düşünmeden de edemiyor: Onca yıla rağmen, onca yıl sonra yaşanmış bir akşamdan ilkmiş, tazecik bir tanışmanın ilk birkaç gününden biriymiş gibi... sanki benzeri hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi bir keyfi, sarılarak yürüdüğü bedenden geçen tazeliği, sarhoşluğun sınırından gelip geçen cümleleri, ayın ışığına yükselen adımların ve sözcüklerin cazibesiyle saçlarının kokusunda yok olmayı aynı kadınla bir ömrün kaç keresinde bu kadar unutulumaz ve ilk bulabilir, diye sorasım geliyor.


Son yürüyen merdivendeyim, Penguen'in Kafe'si aklımı çelmiş durumda. Filmim standarta uygun olarak 6 numaralı salonda. Fakat o da ne?! Afiş farklı. Oysa fotoğrafını çekmeyi hayal etmiştim. Önceki filmin afişi olduğunu anladım ama âdet yerini bulsun diye yine de sordum. İlk kez bu saatte sinema katını bu kadar boş görüyorum. Koltuğuma oturuyorum. Hep oturduğum koltuğuma bir genç kadın geliyor. Reklâmlar artık bayağı uzun sürüyor. Üç sıra önümdeki genç kadın kalkıp salonun kapısını kapatıyor ve perdenin sol alt köşesine yansıyan ışık yok oluyor. Ve film tek açıdan yüzü çeken kameraya bakarak enfes bir şarkıyı seslendiren Françoise Hardy ile başlıyor.



O bittiği andan itibaren de film iki ekrana bölünüyor ve sonuna kadar öyle devam ediyor; ta ki filmin sonlarında bölümlerden birindeki görüntü yok olana kadar. Oyuncular muhteşem. Aslında zor görünen film nasıl başarıyorsa izleyiciyi çekip alıyor. Sadece ikinci yarının bir kısmında, "Bu kadar uzatmasaydın iyiydi be abi!" dedirtiyor ama sonra -salondaki- izleyicilere gerekliliğini kabul ettiriyor.

Film bitiyor.

Öncelikle şunu söymemem gerek ki ilk kez başka sinema, festival filmlerinden birinde üç seyirciden hiçbiri dışarı çıkmıyor aksine son isim kaybolup ışıklar yanana kadar yerlerinden bile kımıldamıyor. Bu bir saygı, tümüyle içgüdüsel, filmi sevdiler sevmediler kısmı söz konusu değil ama saygı duydukları kesin.

Soruyorum düşüncelerini. İkisi de daha önce Gaspar Noé filmi izlemişler. Bunu onun tarzından farklı bulsalar da daha çok sevmişler ancak başkalarına tavsiye konusunda, şiddetle öneririm noktasında fazlasıyla çekimseriz. "Açılıştaki şarkı?" diyorum. Onlar diğer şarkı diyorlar, yemek sahnesindeki olduğunu anlıyorum ve "Gracias A La Vida, Mercedes Sosa," diyorum. Dario Argente ve Françoise Lebrun'un üstün oyunculuk performansları konusunda hemfikiriz.


Bir an iki genç kadını kahve içmeye davet etmeyi, onlarla filmi konuşmayı düşünüyorum. Fakat bir şeyler atıştırmak da istiyorum. O halde Migros'un kafeteryasına. "Bir taze fasulye, lütfen."

Ev yemeği lezzetinde, anne eli değmiş gibi, ekmeğimi bana bana yerken, marketin içindeki devinimi izliyorum. Hoşuma gidiyor. Çıkarken bir şişe -paçoz- Cumartesi Sangria almayı, akşam belki yazarken usul usul içmeyi düşünüyor sonra evin oralardan al'a erteliyorum.


Penguen'deyim, manzaram enfes, teras şahane, masalar ve koltuklar hoş, kitabımı açıyorum. Kaliteli bir Americano.  Tütsü gibi. Nefis bir aroma... Hissediyorum. Usul yudumlarla filmin üzerinden geçiyorum. Sonra kitabın sayfalarında, manzaramın tadında kahvemin yudumlarında, hayatın dibine vuruyorum.


Trene yürüyorum, az önce kimlik kartı boynunda asılı zihinsel engelli bir gençle asansöre birlikte bindik, çok hoş sohbetle üst geçide çıktık, geçidin üstünde kemana eşlik eden ritm box'la oluşturduğu mini orkestrasıyla müthiş müzikler çalan genç adamı dinledik, alkışladık, emeğinin karşılığını verdik ve yine sohbet ederek, espriler yaparak yıllardır sanki arkadaşmışız gibi asansörden çıktık ve onun istasyon girişinde bekleyen ve bize doğru gülümseyerek el sallayan arkadaşına biz de  el salladık, buluştuk, aynı trene bindik, onlar inene kadar da sohbet ettik. Vedalaştık, tren kalkana kadar istasyonda beklediler...

El sallaştık...



Cumartesi Sangria kafamda, trafik ışıklarını ev yönünde geçiyorum. Artık daha çok istiyorum! Migros'tayım,

reyona ulaştım;

bakındım...

bakındım...

bakındım...

Ama Sangria yok!




*Frida tablosunun etkisiyle devam eden süreç merak edilirse buradan lütfen...

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Kendi Şiirini Aşkla Yazan Bir Gün

Enfes bir güneş perde aralığından sızıyor. İlkbahar yaza doğru yolculuk halindeyken camı tıklatıyor. Duyarsız kalamayacağım mükemmellikte bir sızma bu. Sadece vurduğu nokta itibariyle değil, kalın perdelerimin ardına döktüğü dizelerle de beni çağırıyor.

Kalkıp perdeleri öteliyorum.

Bana bıraktığı bir kaç cümleyi alıyor, balkondaki dizilişlerin bir işaret olduğunu çakıyor ve hazırlanmaya başlıyorum.

Gerçek bir fotoğraf makinesi, bir şiir kitabı, bir de ince trikoyu ekliyorum sırt çantama. Binanın dış kapısından çıktığım gün, enfes bir Cumartesi. Pırıl pırıl bir dünya ve bahçenin yeşili üzerinde şen şakrak sığırcıklar. Kahvaltı sofrasında âlâ bir menü, kulak kesilmek zorunda bırakıldığım, imrendirici bir sohbet. Huzur bozamaz adımlarla bahçe kapısını usulca açıyor, ağır adımlarla, baharın tadını çıkara çıkara kıyıyı yürüyorum.


Sığırcık sofrasına elbette davet edildim, ancak ben dizelerin esiriydim, ve buna bağlı bir söz vermiştim! Elbette sofralarına teşekkür edip, afiyetler diledim. O hayali gerçekleştirme adımlarıyla ve heyecanla yürürken meydandaki festivale göz atıyor, bir kaç poz fotoğraf çekiyor, denizin derinliklerine götürecek yolu usul dalgaların keyifli oynaşlarına gülümseyerek; martıların, havadaki uçakların, mavi tulumları içindeki gencecik havacıların ve biraz sonra okuyacağım dizelerin ufak adımlarıyla ve heyecanıyla İskele Kafe'ye ulaşıyorum.


Konuğum çok etkileyici. Kısa bir sohbet sonrasında geldiği uzun yol nedeniyle onu istirahate bırakmış, kelimelerimin uyumsuz gürültülerden azade olacağı, sadece rüzgârın ve denizin notalarından oluşmuş müziğin duyulacağı bir noktada onun kelimelerini duymak, o kelimelerin beni ne türden yolculuklara çıkaracağının merakıyla ve belki bencilce bir istekle bu sabahı planlamıştım. Ama o benim bu bencilliklerimi anlayacak kadar olgun, coşkulu ve sanırım bana oranla biraz daha tecrübeli ki sıcacık kelimeleri ile sadece kalbime değil, yanağıma da değiyor.

O sırada çok ama çok tatlı bir genç kız masama yanaşıyor. O kadar sıcak ve tatlı gülümsüyor ki. "Siparişiniz alındı mı?" diye soruyor. Gülümseyerek "Hayır," diyorum, sonra ekliyorum:

"Bir karışık tost lütfen,"

"Bir de çay, fincanla lütfen."



Kitabın kapağını açıyorum. İskelenin açık deniz kıyısındaki en kenar masasındayım. Kafamı sağa çevirdiğim anda uçsuz bucaksız deniz ve muhteşem satırlar dışında kimseler yok. Kitabımın içine bana atıfla yazılmış satırların rengi sanki bu an hayal edilmişçesine güzel.

Muhteşem bir el yazısı ile...

Elbette yazının tümünü kitabı ambalajından ilk çıkardığım anda okudum. Özen ve cümlelerin sıcaklığı, el yazısının zarafeti dikkatimi çekti. Ama bugünü şımartmak hakkım çerçevesinde, ortamla birlikte; hiç fark edilmemişçesine bir kaç kez daha okuyorum, altında tarih ve imza olan yazıyı.

Bunu çok görmeyin bana lütfen, bir abartı olarak da sakın almayın. Özellikle yazarken, duygularını ardına saklayan, onları içinden geldiğince, coşkusunun bir yansıması olarak ortaya dökmekten kaygı duyan biri hiç olmadım... olamadım ben. Üzgünüm...


Tostum enfesti, ikinci çayım da... Ama satırlar! Yol aldıkça zamanda sıçrıyorum. Özellikle B. şehrindeki yaş, bir karakteri saç kesimine kadar gözümün önüne getiriyor. Satırlardaki duygu, net resimler çiziyor zihnime.

Altını çizmek istediğim, sonra onları yazıma taşımayı düşündüğüm duygu sahneleri akıyor dizelerden. Bir gün bunları şairi ile yüzleşmek istiyorum. Kendimi kendime kanıtlamak için. Bir iddiam var hayatla; bana kelimeleri verin duyguya dair, resmini çizeyim kelimelerimle... Olmadı derseniz de çizin üzerimi. Bu öz güven nereden bilmiyorum: Oysa çok şiir okuyan, çok şiir kitabı olan biri olmadığım gibi şiir okurken de onu piç eden biriyim.

Beceremem!


Şu dizelerin olduğu şiiri okurken, birden kalıyorum.

Sen başka hayatlara öykünmelerinle,
ben, sevginin bayrağın yükseklere
         çeken insanlarla...
sonsuza kadar elveda...


1993

Kitabı bitiriyorum. Uzun bir süre denize bakarak iki şeyi düşünüyorum. Aynı insanın zaman dilimlerinden haraketle iki farklı zamandaki duygu dünyasının nasıl bir yol aldığını. Kanaatler oluşturuyorum elbette. Bu kez, evet işte ben yine bildim sevinci değil beklentim. Kumbarası belli ki dolu bir başka ve bence özel biriktirmişlikleri olan bir ruhu ne kadar anlayabildiğim iddiamın yüzdesini görmek istiyorum.

O sırada iki genç adam yanaşıyorlar. "15 yıllık arkadaşız ve birlikte bir fotoğrafımız yok, çeker misiniz?" diyorlar. Çok sevimli bir talep değil de nedir bu? Gülümsüyorum. Bir yandan da çekinceleri var, yöneticileri müşteri ile girdikleri diyaloğa ve isteklerine kızarsa diye. Öte yanda sürekli tekrar ettikleri cümle 15 yıl... ve bir fotoğrafları yok birlikte. Seve seve çekerim, diyorum, "Ben için de öyle güzel bir hikâye ki bu çocuklar," diye de ekliyorum ve 5 poz fotoğraflarını çekip e-mail adreslerini alıyorum. Öyle mutlular ki ben sayfalarca yazsam anlatamam.

Ama az önce bitirdiğim kitabın şairi iki cümleyle kesin anlatır!

Ödememi yapıyor, benimle ilgilenen genç kızı buluyor, "Şahanesin, çok teşekkür ederim," diyor, iskeleyi yürüyor, festivali geçiyor ve bu güzel zamanı kahve ile şımartmalıyım diyorum ve eve kıvrılmaktan vazgeçiyorum.

İyi ki de vazgeçiyorum?

Bir evlenme teklifi hazırlığı var. Bir genç kadın yakılacak ateşin odunlarını dizmekle meşgul. Kurulan düzenin profesyonel bir iş olduğunu düşünürken ben, fotoğraflarını çekebilir miyim? diye izin istiyorum. Elbette diyorlar, sonra bir fotoğrafçıları olmadığını öğreniyorum. Neden diyorum, dolu olduğunu söylüyorlar. Çektiğim fotoğraflar için e-posta adreslerini istiyorum. Evim şurası diyorum, ihtiyaç olursa bir telefon yeter diye de eklemiyorum.


Sende aramak bile güzel
            acının her zerresini,
avareliğin bir başına kişisini.

vurmak
her şeyi yerden yere,

Sonra yeniden dönmek
           şu şiirin başına

Ve demek:
Hep sevgiyle başlar her şey...


1983


Moena Books&Coffee'nin kısa merdivenlerini adımlarken kalbim sıcacık. Ayaklarım yerden kesik, ruhum havalarda. Mutluluk doz aşımı bir gün. Üstelik bunun bir de Pazar'ı var. Tarihe geçecek bir haftasonu.

Baristanın önündeyim.

"Bu kez tatlı bir şey istiyorum... beni iyice şımartsın ama!"

"Ne önerirsin?"


Enfes bir fincanla, enfes bir beyaz çikolatalı kahve, uzun süreye yayılmış bir keyifle şımartırken beni, şairin dünyasında ufak adımlarla, güzel satırlar çıkarmaya devam ederek, bir kez daha sessizce dolaşıyorum.

Bil ki:
          benim hüzünlerimden kocaman
bir dağı da yüklemek istemem.

Ama görüyorum ki...
           ıslak dağ çiçeklerinin
           çiğlerini taşıyan rüzgâr,
koştura koştura gelmiş de
                     göz pınarlarına oturmuş.


1993

 



*Üç şiirin de tamamı olmayıp içinden seçilmiş tadımlık dizeleridir, Sezer Özşen- Sevgili Momentos'a ulaşmak içinse buradan lütfen.

16 Mayıs 2022 Pazartesi

La Paparazzi

"Aslında kitabı okurken ve saat 19'dan sonrayken yanımda biri vardı, o da benim gibi kitap okuyordu. Denizdeki teknelerden sandık sandık balık kokusu geliyordu. O an ona döndüm. Biraz ileride küçük bir balıkçı lokantası tadında şık ama sade mekândaki deniz kokan masalardan birinde bir 35'lik rakı, beyaz peynir, kavun ama illaki Süheyla... Belki kalamar, belki karides güveç eşliğinde zorunlu olarak bu kez balıkların donakalacağı bir sabaha kadar değil de kapanma saatine dek sürecek, bir teklifte bulundum."





Kapalı bir gün. Bir sonbahar esintisi tadındaki ikindinin akşama yakın saatleri. Hayal edilip de kurulan cümlelerden dört yıl sonra mekâna doğru yürüyoruz. Tanınan ailelerden birinin aynı alandaki iki yazlığından birinin evrilmesi ile oluşmuş bahçeli, hoş bir lokanta; önünden geçerken sürekli çağırıyordu, etkilemişti, güzel sinyaller veriyordu ama yoğun bir iş döneminin tam da göbeği zamanlardı...

Giriyoruz içeriye, eski zaman tadında bir garson ve hoş bir karşılama. Sanki siyah-beyaz bir Yeşilçam filminin lokanta sahnelerinden birindeyiz. Yol kenarı dış masalardan birine karar veriyor, oturuyoruz. Yönetmen sinyali veriyor ve şahane bir yağmur başlıyor... Kapatılan üst yağmurluğa pıt pıt vuran damlalar, çalan şahane şarkılara eşlik ediyor. Günün en güzel saatlerindeyiz ve bizden başka kimse yok. Mekânla kaynaşma had safhada, sevdik birbirimizi.

"Bir beyaz peynir lütfen,"

"Bir kavun lütfen,"

"Ve bir 35'lik rakı lütfen."

Onlar masada yerini alırken mekânla ilgili izlenimlerimiz de olumlu yönde ilerliyor. Hımmmm hoş ve lezzetli bir meze tepsisi... Geleneksel mezeler ve zengin tepsisiyle biz varız ya, diyor mekân.




*

Dün sabahın erken saatlerinde, kimliği belirsiz, gizli bir numaradan bir mesaj düşüyor telefonuma. Küçük bir not ve iki farklı tarihli -yukarıdaki- iki belge ekli... Okuyorum, başlangıçta "Bu ne?!" diyorum. İlerledikçe ve tarih aralığı bünyeyi dürttükçe meraklanmaya başlıyorum. "Bir magazin değeri var mı?" diye düşünmüyor ama belgedeki kişileri merak ediyorum, ifadeler beni kışkırtıyor.

Bir de not var, verilen saat 16'nın tahmini olduğuna dair. Biraz zorlanacağımı düşünüyor olsam da merak gittikçe artıyor, zihnim heyecanlanıyor ve makineli tüfek hızında olasılıkları taramaya başlıyor. Mekânı zor da olsa bulabileceğimi düşünüyorken tam ben, bu kez yukarıdaki fotoğraf düşüyor telefonuma.

An itibariyle tek sorun saatin net olmaması ve kişiler...

Kastedilenin bir kadın ve bir erkek olduğu kanaatindeyim. Satırlardan aldığım his bu. Bu yeterli değil tabii ki, kendimi kandırmanın alemi yok, artık mekânı elimle koymuş gibi bulabilirim eyvallah da ya yanlış kişilere odaklanırsam, haberi tümüyle yanlış üzerinden kurarsam?! Ya cinsiyetler konusundaki öngörüm yanlışsa!



Fakat bu zorluklar bir yanıyla da kamçılıyor beni. Ama yeterli araştırmayı yapacak zamanım yok.

Ya şansımı denemeye kalkar ve boş atıp tutturamazsam?


İşte ben tüm karmaşaları iyice bulanıklaşan ve bir çıkış bulamayan zihnimde dolaştırırken, pat diye bir mesaj daha düşüyor ama bu kez başka bir endişe paçamdan çekiyor ve iki soru türüyor zihnimde:

"Yoksa biri beni izliyor mu?"

"Yoksa biri beni kullanıyor mu?"

Tedirginlikle etrafıma bakarken, ilgim ve meslek heyecanım ve tabii ki gittikçe artan merakım ve gelişen gizem sürekli beni olaya doğru iterken telefona bir mesaj daha düşüyor.

"Er kişinin kod adı BRNRS, fiziksel özellikleri: 1.85, 1.86 boylarında, şişman değil, kara kaşlı kara gözlü, benim kadar yakışıklı olmasa da eh işte... Ama çok uyanık biri ve takip edeni açığa çıkarma konusunda da maharetli... O bakımdan yakınında olma, kesinlikle tele objektif kullan, mümkün olduğunca rezil et ve açığa düşme, bir buluşma ayarlayacağız ve dolu bir zarfla memnun edileceksin. Ayrıca evine yakın yerdeki hiç bir ağacın yapraklarına güvenme, sürekli uzaktan izle, bugün önemli bir gün, önemli bir yıldönümünü kutlayacaklar ve o nedenle ana yol üzerindeki çiçekçiye mutlaka uğrayacaktır, orada ve uzakta bekle ki kuş önüne düşsün.

Gazan mübarek, Rabbim yar ve yardımcın olsun, La Paparazzi...

A-J 2..1"

Çiçekçinin komşusu kebapçının veranda camlarının arkasına, dar sokağın köşesine konuşlanıyorum. Biraz sonra tarife uygun, açık mavi kot pantolon, üzerinde beyaz kare çizgileri olan bir ton açık lacivert şık bir gömlek, koyu lacivert v yakalı bir kazak ve askısından mont geçirilmiş sırt çantası ile gözüküyor Kod Adı BRNRS, onun olmaması mümkün değil... Fakat içime de bir kurt düşüyor o an. Bu bir piyonsa? Beni açığa düşürmek için bir tedbirse? İçerideki hareketlerini izliyorum, önce başka bir çiçek soruyor anladığım ve o yok. Dükkânı dolaşıyor. Ve kır çiçekleri görüyor, açık mavi ve pembe gönlüm sende'lerden bir demet yaptırıyor; süslenmelerini istemiyor, sap boylarını biraz daha kısalttırıyor, sadece bağlatıyor ve hooppp sırt çantasına...

Ara sokağı dönüyor, ben dönmüyorum. Sahile inecek ve doğruca mekâna yürüyecek, saate baktı, biraz hızlandı; bu hatayı affetmem ben; hızla geri dönüyor, koşarak sahile onun önünde iniyor, mekânı buluyor ve cepheden görecek uzak bir noktaya, dondurmacının yanına konuşlanıyorum. O an avantajlı bir durumda olduğumu hissediyorum çünkü iskelenin meydanında uçaklar var, mini bir havacılık festivali, paparazzi pozisyonunda olsam da festivalle ilgili gazeteci rolünü rahatlıkla oynayabilirim.

Biraz sonra Kod Adı BRNRS görünüyor, doğrudan mekâna giriyor, etrafa bakınıyor, enn sevdiği kadını göremiyor çünkü henüz gelmedi ama ben bulunduğum yerden oraya yürüdüğünü görüyorum: Deri pantolonu, deri olmayan ve çok uyumlu siyah kot montu, bluzu, renkli fuları, bileğindeki şahane ve spor takıları, uzun, hafif dalgalı ve doğal saçları ile tam anlamıyla bir fıstık. İçeri kıvrıldı o da. İkisinin de mekân halkı tarafından çok sevildikleri belli... Özlenmişler. Her zamanki masalarındalar, tahminimce.

Bir dinleme cihazı yerleştirilmedi bildiğim fakat büyük olasılıkla dinleniyorlardır diye düşünüyorum. Meze tepsisi geliyor. Seçimlerini yaptılar. Bir 35'lik Yeni Rakı, dedi dudaklarını okuyabildiğim kadarıyla. Tele ile izliyor arada fotoğrafları çekiyorum. Nasıl coşkulu bir sohbet ama. Deli gibi merak ediyorum. Tek, iki parmak kalana kadar su ve iki buz. Kadehler tokuşuyor, delicesine bir keyifle ama yudum yudum içiyorlar ve uzun cümlelerle gülümseyerek, kimbilir neler neler konuşuyorlar.

O ara bir ışık yanıyor bende ve bir mizansen yaratıp, yakın masalarından birine oturup, konuşmalarını kaydetmeyi düşünüyorum; kendim için.


Üç saati geçtiler, biz sevgilimle 15 dakika konuşup susarken onlardaki bu boşluksuzluğa imreniyorum. O ara, ara çayları geliyor. Nasıl da canım çekiyor. Tam o esnada da yandaki dondurmacıdan bana bir kase dondurma geliyor. "Ben istememiştim, bir yanlışlık olmalı," diyorum. "Hayır, bize, özellikle tele objektifli bey için olduğu söylendi," diyor genç delikanlı. Durumu Aj-2..1'e bildiriyorum. Söylemiştim çok uyanıktır diyerek ayarı veriyor. Açığa düştüysem de umursamıyorum. Onlar bir 20'lik daha istiyorlar ve çok şık bir karafla geliyor. Artık dayanamıyorum. Açığa düştüğüm de sabit olduğuna göre sorun yok, direk karşıya geçiyorum, onlar enfes bir sohbetin derinindeler; birbirlerinin gözlerinde öyle kaybolmuşlar ki beni fark etmiyorlar.

Masalarında yaşam akıyor; gülümsüyorlar, her konuda konuşuyorlar, espri yapıyorlar; fakat, ikisinin de flörtöz göndermelerine paha biçemem. Muhteşem bir andayım. Besleniyorum.

Kod Adı BRNRS büyük bir laf ediyor tam o sırada; o lafın öncesinde geçmiş dönemden ilginç bazı ilişkilerinden ve karakterlerden söz etmişti, şu an söyleyeceklerini can kulağı ile dinliyorum: Geriye baktığımda sanki yüzyıl yaşamışım ve bu yüzyılın içindeki bölümler biribiri ile ilişkili değil, farklı zamanlarda başlayıp biten olaylar içinde özü aynı ama yine de farklı bir tür Dr. Who'ydum ben, anlamını çıkarttığım cümlelerini, sohbetlerde satmak üzere not alıyorum. Sonra diyor ki senle bir şekilde biterse, ben dükkanı kapatırım. Kadın gülümsüyor, olmazmış gibi düşünüyor. Abi o kadar tatlı, net ve hoş cümlelerle nedenler ortaya koyuyor ki içimden alkışlamak geliyor. Sonra pandemi nedeniyle yapamadıkları interrail'i konuşuyorlar. İskandinav coğrafyasında... Bir imrenme sebebi daha ben için... Sonra içinde Hopa geçen bir cümle kuruyor abi, oradaki bir çiftten söz ediyor. Ben bu abiyle bir gün oturup dertleşmek istiyorum. 15 dakikadan uzun konuşamasak da sevgilimi seviyorum. Abiden işin sırrını öğrenip, ilişkimi geliştirmek ve onlar gibi saatlerce bir rakı masasında oturabilmek, onlar gibi gezebilmek, hiç ses yükseltmemek, espriler, muzırlıklar yapmak, kıymet bilmek, yıllar yıllar geçse de aynı aşkı aynı aşkla sevmek istiyorum.


Ben kulak misafirliğimle gaz ve fikir aldığım hayallerimde sevgilimleyken... Tak diye bir kadeh rakı koyuluyor masama. Bir de bir tabakta bir kaç meze. Şaşkınlığımı fark eden garson, "Arka masadan afiyetle... Size." diyor. Mecburen dönüyorum. Saygıyla ve sevgiyle selamlıyor, ilişkilerine hayranlığımı ifade ediyor, kirli işim için özür diliyor, tüm fotoğrafları siliyorum. O sırada onlar masalarına yanaşan çok tatlı kediyi besliyorlar, işaret ediyorlar ve "Bir arnavut ciğeri daha lütfen," diyorlar; az önce sakilik yapan, en tatlı kadının güleryüzlü sözlerle iltifat ettiği genç kıza.


Karpuzlar müessesinin ikramı, öyle de serinler ki... muhteşem bir final yaptırıyorlar, karaftaki rakıyla.

7 saate yaklaşmışlarken, kalkıyor, herkese teşekkür ediyor, beni de selamlamadan geçmiyor, şans diliyor ve çıkıyorlar.


Çok sevdim onları, makineyi kapatıyor ama takip ediyorum; imrendim, evet ve işin sırrını öğrenmek istiyorum. Dipdibe yürüyorlar, hafif çakırlar, arada bir sallanıyorlar, bıcır bıcırlar, onlar geceye, gece onlara çok yakışıyor. Gökte ay. "Yaz geliyorr!.." dedirten bir hava... ve ertesi güne dönmeye hazır ışıl ışıl gece. Anlıyorum ki istasyona yürüyorlar, son sahneyi deli gibi görmek istiyorum. Turnikenin önündeler, dünya umurlarında değil. Birbirlerindeler. Kartı okuttu abi ve hanımefendi geçti, binene kadar bekliyor, şimdi dönebilir. Ayakları yerden kesik yürüyor. Eminim ki gittiğinde telefonu aranmış olacak. O da arayan numarayı geri arayacak. Yine unutulmaz bir geceyi kumbarasına atarken, karşıdan, evdeyim cümlesi gelecek. İyi geceler dilenecek ve yüzde muhteşem bir gülümseme ile uykuya gidilecek, cümlelerimi de içeren raporumu Aj-2..1'e yolluyorum ve telefona uykudan uyanacak olsa da sevgilimin numaralarını tuşluyorum, cümlelerim hazır, kalbim sıcacık... Uyandırdığıma belki kızacak ama geri dönüş cümleleleri muhteşem olacak.

Eminim!

La Paparazzi.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP