Karnım acıkınca, her zaman olduğu gibi mutfağa daldım. Niyetimde bulgur pilavı yapmak vardı. Durup dururken, olmadık anlarda, olmadık saatlerde ve olmadık yerlerde uyarı ışığını yakan üstün zekam; sınır çizgilerinde yaşamayı, onun merakı ve bilinmez sonuçlarının heyecanını seven kişiyi de ayartıp paçalarıma yapıştırınca... Hep vurguladığım gibi bu serseri hale ortak olmaya, katılmaya ve bir sonu bilinmez heyecana sürüklenmeye aşkla bağlı olduğumdan, zamanı ıska geçemedim.
"Bu pilav, bugüne kadarkilerden daha farklı olsun, sınırı aşalım." diyen öteki sürekli dürterek, zaten meyletmeye dünden razı beni ikna edip anarşizm yolunda adımlar attırmaya başladı. Ve hep birlikte, bugüne kadar hiç bir resmi tarifte yer almayan, aslında var olan ama bulgur pilavı için yok sayılan lezzetleri buluşturmaya karar verdik.
Hep derim; çok coşkulu ve fırlama bir yanım olduğu gibi derin ve duygusal bir düşünüşüm de vardır. Ve tüm kendime dağınıklığımın ötesinde, başkaları söz konusu olduğunda umulmadık derecede düzenliyimdir, saygılıyımdır. Bu ön sözden hareketle daha çabuk, daha sistemli ve daha kolay olması için her şeyin; tüm malzemeleri yerlerinden alıp, mutfak tezgahının üzerine konuşlandırdım.
Tek tek liste yapıp bir mecburiyet ve asker düzeni oluşturmadan, aslında kendi mecralarında gönüllüce ve sevgiyle renklerini yaratan, yaratacak ve ortaya çok daha kuvvetli bir tat çıkaracak olanları, statükocu bir tavıra mahkum etmek istemedim.
Önce,
Amasya'dan büyükçe bir soğanı yemeklik doğradım. O kenarda dururken iki adet orta boy
Konya'lı havucu kabuklarını soyduktan sonra rendenin en iri tarafında, sonra da yine aynı şekilde
Nevşehir'den orta boy bir patatesi havuçlara karışmayacak bir başka tabağa rendeledim. Bu arada musluktan akan Yeşilırmak suyunu yaklaşık beş bardak şeklinde ısıtıcıda kaynamaya bıraktım.
Genelde izlemesi daha kolay ve zevkli olduğundan pilav yaparken, geniş ve cam kapaklı teflon tencere kullanmayı tercih ediyorum. Tencereyi hazır ederken, iki büyükçe su bardağı bulguru ince tel süzgecin içine doldurup, içindeki kötü niyetlileri ayıkladıktan sonra bir kenara bıraktım. Tencerenin içine bir miktar
Trakya yöresinden ayçiçek yağı döktüm, yemeğe ekstra bir tat katsın diye
Vakfıkebir tereyağından bir çorba kaşığı kadar ilave ettim. Onlar eriyip cızırdamaya başlayınca, doğranmış ve hazırda bekleyen soğanları boca edip, yüksek ateşte kavurmaya başladım. Bu esnada,
Antalya'lı sivri biberlerden- ben tatlısını tercih ettiğimden- iki tanesini çok ince halkalar halinde doğrayıp soğanlara kattım.
Tenceredekileri
Devrek'te yapılmış tahta kaşıkla çevirip kavururken bir yandan;
Büyük Millet Meclisi'ndeki grup toplantısında Kürtçe konuşan, aslında feodalitenin göbeğinden, geçmişte başka bir partiyle doğunun aşiret ağa düzeninden gelerek milletvekilliği yapmış aşiret mensubunun, bölgedeki yükseliş başka bir mecraya yönelmiş olsa orada siyaset yapma olasılığı yüksek adamın, şahsına ve niyetlerine kızsam da Kürtçe konuşma yapmış olmasına hiç kızmadım. Hatta o adamın değişmiş saflığını ve kültürsüzlüğünü sevdim. İngilizce konuşsa hiç tartışma konusu olmayacak bir hale ötekiler tarafındaki şiddetli karşı duruşun ne olduğunu anlasam da bu tavrı çok yersiz buldum. O grup toplantısında konuşuyordu ve seslendiği yörede ana dili Kürtçe olan insanlar vardı. Nasıl ki işitme engelliler için bir tercüman sürekli aktarıyorsa anlasınlar diye, bu da, ondan daha farklı bir şey değildi.
Soğanların pembeleşmiş kokusu burnuma değince, biberlerin de kıvam aldığını fark ettim. Kenarda çözülmeye bıraktığım, daha önce haşlanıp deep freeze'e atılmış
Ege yöresinden bezelyeleri tencereye katıp güzelce çevirmeye başladım. Gittikçe renklenen tencereye farklı sebzeler, kendi kimlikleriyle, hiç hormonlanmamış halleriyle ilave oldukça oluşmaya başlayan pilavın kokusu beni keyiflendirmeye, içimi kıpırdatmaya yetti.
Artan coşkularım elimden tutup ofisimsiye doğru sürüklemeye başlayınca beni, anladım ki
"Hani müzik." diyorlar! Onları asla kıramayacağımdan, müzik çalarıma bu ülkenin yetiştirdiği en yetenekli, poptan caza, funk'tan reggea ve house'a farklı türlerde söyleyebilen en güçlü seslerinden
Nilüfer Akbal'ın CD' sini koydum.
O söylemeye başlayınca bu ülkenin toprağından şarkıları, ben çoğalmış olarak yemeğimin başına dönüp, rendelenmiş havuçları şefkatle tencereye kattım. Havuçların turuncusuyla birlikte renklilik ve koku daha da çoğalarak sarmaya başladı herbir yanı. Keyfim, içerden gelen şarkıların diline kendi dilimden eşlik etmeye başladı.
Nilüfer Akbal, ben ve yaşamın tüm renkleri hoş bir koro olup, an'ı aynı coşkuyla paylaşmaya başladık. Kelimelerimiz aynı oldu. Tezgahın üzerinde kıpır kıpır, bu kolektif coşkuya katılmayı bekleyen rendelenmiş patateslerin
"Hadi!" seslerine kulak verip, ekledim onları da tencereye. Bir özgün güzellik, bir farklı renk daha boca olmuştu lezzete.
Onlar birbiriyle karışırken ben, gittikçe çoğalan coşkuyu, bu kabul görürlüğün neşesini daha da derinden hissetmeye başladım. Ağzımda türkü, yağmur damlalarının çiçeklerini açmış erik ağacındaki parlaklığına bakarken, anaların göz yaşlarına durdum.
Musluğun altında ıslattığım bulgurların içinden kötü niyetlileri ayıkladıktan sonra süzülmek üzere bir kenara bıraktım. Artık
Tokat domatesinden yapılmış salçadan iki tatlı kaşığı eklemenin zamanı gelmişti. Salçayı attığım tencere, daha önce katılmış olanları çalan şarkının neşesinde sarmaş dolaş yaparken; önceki gece
Fox TV' deki tartışmanın güzelliğini düşünmeye başladım. Hep karşı durduğum, gördüğüm anlarındaki sert ve radikal duruşundan dolayı kızgın olduğum, arkadaşlarıma her zaman
"Şu adamı TV' lere çıkarıp ne olduğunu göstermek lazım." dediğim Diyarbakır Belediye Başkanı
Osman Baydemir, bu kez bana gösterdi.
Özgürlüklere karşı hiç değilim ve siyasetçilerin mesele yaptıklarının hiç biri benim meselem değil. Ama bir görüşün, bir duruşun, bir ifade edişin kin taşımasından, hesaplaşma mantığı gütmesinden rahatsız olurum. Medyanın bana sunduğu
Osman Baydemir'i hep böyle bilmiştim. Etnik siyaset yapan iki yandaki bazıları gibi sanmıştım. Fena halde yanıldığımı gördüm. Süzülmüş bulgurları tencereye katıp kavurmaya, salçayla ve diğer sebzelerle sarmaş dolaş yapmaya devam ederken, empati denen duygunun bir söz olmaktan çıkarılıp içi duyguyla, düşünceyle, samimiyetle doldurulduğunda ortaya çıkanın:
Yiğit Bulut'un oturumda,
''Bugün söyledikleriniz dağda sıkılmış onbinlerce mermiden daha etkili.'' sözcüklerinde anlamını bulan şahane gücünü gördüm. Buna gelecek adına sevindim.
Bu sevincime biraz
Urfa'dan pul biber, bir miktar
Adana karabiberi, çok az da köfte baharı katarak, kaynamış suyumdan dört bardağı iki et tablet ilave edip erittikten sonra tencereye döküp, yarım bardak kadar daha su ilavesiyle hepsini güzelce karıştırdım. Sonra, tencerenin kapağını kapattım. Suyunu çekip de yağın cızırtısı duyana kadar bekledim. Cızırtılar başladıktan sonra en kısığa alıp bir süre daha beklemenin ardından, altını kapatıp bir süre dinlenmeye bıraktım pilavı.
Dinlenmekte olan çok renkli pilavı büyük bir keyifle izlerken keşke ahçılar kurnazlıklarını, ince hesaplarını bir kenara bırakıp yemeklere samimiyetlerini, içtenliklerini, duygularını, insan olma özelliklerini katsalar da sofrada oturanlar: Şarkıların ortak dillinde, yanmamış yüreklerle, ellerindekini, dillerindekilerini pay etseydiler ötekileri ötekileştirmeden diye hayıflandım.
Birilerini etnik milliyetçilik yapıyor diye suçlayanlar, bas bas bağıranlar, birilerini eleştirenler: Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki Bulgar ve Yunan vatandaşı Türkler'in varolan-bu kelimenin altını çiziyorum-adları değiştirilmeye, Türkçe eğitimlerine son verilmeye başlandığında, çok haklı olarak karşı durmamışlar mıydı? Durmamış mıydık?
Neden herkes bu ülkenin bir mozaik olduğunu söylerken o mozayığın parçalarını kendi görmek istediği gibi bir araya getiriyor diye düşünürken dalıp giderek on dakikayı tükettiğimi fark ettim. Tencereyi açıp, aromaları birbirlerine daha çok geçsin diye pilavı şöyle bir harmanlayıp tekrar kendi haline bıraktım.
Tabağıma koyduğum pilavın muhteşem kokusu tüm dünyaya yayılırken; kulağımda
Nilüfer Akbal;
Adapazarı'nın yoğurduna şehrimin suyunu katarak kıvamlı bir ayran yaptım.
Alanos'un fırınından aldığım ekmeği, dört adet
Tekirdağ köftesini de tost makinesinda ızgara edip pilavın yanına ekleyerek, afiyetle yedim.
Ben ülkemin kokularından oluşmuş kokusunu hep sevdim, seviyorum. Sevmeyenler neyi kaçırdıklarının farkında olurlar bir gün umarım...
Alanos, benim şehrimde, yaşadığım yerin değiştirilmeden önceki adıdır.
Not:Muzicone'a bişeyler olduğu için elimdeki cd den kendi dilinden Nilüfer Akbal yükleyip dinletemedim. Bunun içinde üzgünüm:))