captaiin'in Jurnali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
captaiin'in Jurnali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mart 2009 Perşembe

BİLMİYORUM....

Mahallemin bakkalına bir genç uğrardı...hep sigara ya da çekirdek alırdı...

Bizim varoşlarda ,bizim bakkal sahibi her gencin derdini bilir...genci yaşlısı bizim ağabeye dert anlatmaya gelir.bizim ağabey de dinlemeyi bilir.


o gençte gelirdi...söverdi kızdıklarına.

ben bir merhabaydık o gençle sadece...

Ağabey sigara derdi...

iki dal önündeydi.



Bizim varoşlarda böylesi gençlerden çok olur.Lise terktir birçoğu;birçoğu, onu bile çok görür kendine.Bizim gençte o gençlerden...di.


Bizim gencin adı Mustafaydı…

Yaşı 18 di.

Tertemizdi...

O Gün cumartesiydi.



Gece şakır şakırdı yağmur iken...

Bir çığlık duyduk...



Mustafa kendini asmış...



Dört gündür başka bir alemdeyim...

sadece düşünüyorum…

insanlar Mustafayı söylüyor.

Herkesin ayrı dilden konuştuğu açık.



Ben sadece “neden” diyorum.

Bir genç ve sıradan bir hayat ve bir urgan!

Bu kadar basit... mi?

1 Mart 2009 Pazar

Ben deli...


Bir deliymişim...Yani öyle diyorlar.Tescilliyim anlayacağınız bizim akrabalarca.

He bir de Samsunluyum.

Bizim oralar yağmura aşinadır; şimşeğe, göğün sesine ve yıldırıma...

Ummadık yağmurlarıdır, benim şehrimi benim şehrim yapan.Yalanı yoktur hani!..Geliyorum derse gelir koparır geceyi gündüzü...Ne vakit gideceği Allah kerim!

Samsundayım...

Yine bir gün ;gün gecenin kaçık yapacağına gebe...Olgun bulutları ve yağmuru bekliyor.

O dün dedemlerin evi misafirle dolup taşıyor.Bütün büyükler bizde.Büyük halalar, büyük amcalar, cici anneler, babaanneler,onların çocukları, yetişkinler.

Geceyi bekliyorum...Yağmur henüz çise çise...

İki katlı, ahşap, mütevazı bir ev bizimkisi...Yanına da dört katlı beton bir bina dikiliyor.Nasip olursa , bu yaz yapımı bitecek ve ev halkı bu yeni eve yerleşecek...

Derken gece başlıyor.Yağmur bastırıyor.Diyorum ki, geliyor.İşte kopacak.

Evde bir panik hâli, gök gürültüsünü duyan yaşlı başlı ev halkı, koşuşuyor.Ev önü harmanı toplanıp, yağmura hazırlık yapılıyor.Brandalar çekiliyor.Havyanlar ahırlara...Kovalar, maşrapalar damın damlayacağı yerlere diziliyor.Ne de olsa boydan boya ahşap bir ev.''Aman ha kırmızı giyinmeyin şimşek çeker!'' rivayeti dilden dile...

Ve karanlık ve şimşek ve gürültülü bir gök.Ve kopuyor.Sel, su o biçim...Bardaktan boşalmak deyimi halt etmiş.

Deliriyorum...Beni bir gülme alıyor...Göğe,bu haliyle tapıyorum.Balkondayım...İçeri gel çığlıkları arkamda...Prestij'de Nicola Tesla'nın deneylerinden kopma bir sahne…Gök yırtılıyor.

Diyor ki! Burası Karadeniz.Ben Karadenizim.

Evde bir saklanma çabası herkeste,bir o yana bir bu yana...Elektrikli cihazlar çıkarılıyor.Televizyon açanın vay haline .

Sevincim, birilerini huzursuz ediyor...Her korkan ,sinirini benden alıyor.

''Sen nasıl bir insansın!''nidaları peş peşe.

Herkes sesten ürküyor.Bir yıldırımla evin alev alması en muhtemel durum.

Hava, Bering denizinde yengeç avlayan denizcilerin savaştıkları bir hava.

Alıyorum elime piknik tüpümü; bir demlik ,kuru çay, kıtlatmalık küp şekerler, bir battaniye bir de minder...İnşaat aşamasındaki binanın en üst katına taşıyorum bunları.Binada elektrik bile yok, telefonumun ışığıyla yapıyorum her şeyi...O kadar merdiveni çıkmak biraz can sıkıcı elbet...

Diyorum ki''De hadi bana eyvallah!Bu gece beni beklemeyin ''.

Binanın terasındayım...Köyümün bağlı olduğu ilçe ayaklarımın altı...İndikçe iniyor yıldırım.Sanki gün aydınlık...Bir seferde onlarcası düşüyor...Aklımda o gece en büyüğü yakalamak var; en devasayı, en korkutucu olanı...

Yerden yirmi metre kadar yüksekteyim. Nasıl mutluyum.Bir de çocuğum,üstelik Yaş 14 15...Battaniyemin altında, terasa açılan kapının önünde, ufak çatımsı çıkıntının altındayım.Acayip üşütüyor hava.Tüpüm de yanmıyor, rüzgar götürüyor benim alevi.Kalıntı tuğlalardan minik bir duvar örüp, savunuyorum alevimi,kaynatıyorum suyumu,demliyorum çayımı.Beli ince bir bardaktan yudumluyorum.Erzurum hesabı, kıtlama.

Hele bir de sigara yakmışım sormayın!..Hava deliriyor.Yağmur sesinden kimse kimseyi duymuyor .İsmimi çağırıyorlar; ''Gel Allahın belası, nerdesin?'' İşitmiyorum.

Yıldırımlar...

Bir sürü düşüyor.Hiç birini beğenmiyorum.Bumuydu be!Hadi bakalım yürü!..Ha ha! Minik şey seni!..

Derken, beklenen oluyor.Ağaçlar yerle öpüşüyor.Bizim tuğlalar devriliyor.Benim çaydanlık ,çay, tüp hepsi helak...Sigaram tütmüyor.

İşte, bir tanesi geliyor!..O beğenmediğim şimşekler var ya; bana nispet yaparcasına, sen misin diyor gök...Bu sefer ses bilindiklerden farklı;ve korkunç!

Ayağa kalkıp, kafamı göğe kaldırıyorum .Yağmurun altındayım.Kollarım göğe açık.Ve o büyük an...Bir seferde, yaklaşık onbeş tane şimşek bir anda çakıyor ve üzerimden dağlıyor.Atomik şeyler oluyor.Titriyorum.O an gerçekten korkuyorum . Normal bir kimsenin normal bir hayatta görebileceği en devasa şimşek bu...Su içindeyim.Bir tanesi inse başıma, yanmış kibrit çöpüne dönerim.Öyle Discovery Channel'da anlatılan mucize kurtuluşlara benzemez.

Gök istediğimi verince, bende inat etmiyorum.

Aşağı inip eve girmemle, ev halkı başlıyorlar;beddua edeni mi dersiniz, bağıranı mı?.Üzerimi değişip,yatıp uyuyorum.

Gün ışıyor.Geceden eser kalmamış.Belki de gök yorulmuş.

Ertesi sabah...Televizyondan haberleri alıyoruz.Bizim ilçeye,bilmem kaç yerde, bilmem kaç biçimde yıldırım düşmüş.

İşte onların hepsi benim...

21 Aralık 2008 Pazar

HOŞÇA KAL …



masal kokan battaniyeler altında düşlere dalma çağını geçmiş ama hala saçlarımı süt mısırı ördüğüm yaştayım...

uzaktan sevmeleri sevmek sanacak kadar ve hilesini görmezlikten gelip aynı sevdaya aynı kuvvetle sarılabilecek kadar aptal ve abuk tekrirleri ahenk sanma yaşımdayım...


rakamlarımı devrediyorum.

yeni bir yaşa değil yeni bir çağa açıyorum kucağımı


ufak bir kız oturuyor dizime

parlak gözlerini görüyorum

ve kız büyüyor...

büyüyorum..

onun masumiyetinin yanında canavar duruyor her şey

her şey susuyor o bakınca..

ismini soruyorum

isimsizliğine büküyor boynunu...



isimsizliğim...


benim şu başka yüzlere bürünme ,başka isimlerle başka bedenleri giydiğimi sanma anlarım...

başka isimleri aldığımda hep bir kendimi kandırma hali ve yine isimsizliğim...



aşklarım...


hayali sevgililerle aldattığım sevgililerim...

bir bankta ya da sakin denizlerin güneşli sahillerinde yanıma yanaşma çabaları,onların...

her seferinde saf kız modlarım,

ortada hiçbir şey yokken gülmelerim ve hoşlarına gitmesi...



arkadaşlarım...

patikalarından geçtim ben onların...söylenecek de çok söz birikmedi öyle...hepsini çok sevdim.

şiirler biriktirdim haznelerime ve olur olmadık zamanlarda okudum her birine ...

gözlerinde çatlak bir şair ve çoğu kez şakadan başkası değildim...



annem…

paylaşılacak bir şey olsa söylerdim elbet ve sende her seferinde sorgulayan gözlerle bakmazdın.

Yürüyüşünden konuşmana değin hayranlık duymazdım sana…

Ve güzel kadın! Ağlayacağın mektuplar yazmazdım…

Kimseler bilmiyor

Sende bilmiyorsun…

Bir teni seviyorum bir dokuyu bir ak yüzü seviyorum bir kokuyu seviyorum ben…

Küpelerini ve daha çok kolundaki aksesuarların şıngırtısını seviyorum

Ve ev içi adımlarından tanıyorum seni

Çok kez sen olmayı seviyorum...



Babam…

Şimdi bir bilse…:)



Yeni bir yaşa değil yeni bir çağa açıyorum kucağımı.

Şimdi bir kırık hayal bırakıyorum bu yaşımda.

öfke korku ve arzu bırakıyorum

Tüm sevmelerimin kombinesini alıp dokunulmaz ve erişilmez kılıyorum onları

Saklıyorum gün görmeyen kafeslerimde…

Çoğu kez haklı saydığım kendime kızıyorum.

kendimce ilan ettiğim acımazsız katillere; ve tabiatımın temizliğine inandığım zamanları topluyorum.

ayrılıklarımı bölüyorum…




dönüyorum.

dönmek kaçınılmaz böylesi zamanlarda.



Buradan bakıp hepsine ayrı ayrı gülümsüyorum,çoğu kez “işte bu” diyip seviniyorum,keşkeleri ve belkileri siliyorum fikrimden,bir bohça hazırlıyorum kendime ve çağıma gömüyorum hepsini,izsiz…


kezzaplı günlerim,hep sorduğum ve hep cevapsız kalan sorularım,imanım,yeminlerim,sözlerim,rollerim,hep tereddütle hep sıkıntıyla hep korkuyla içtiğim pencere önü sigaralarım,nikotinli ellerim,yakalanmalarım ve aka bindeki yalanlarım,olur olmadık zamanda yüz boyamalarım ve ayna karşında geçirdiğim onlarca saat,harçlıklarımın birikintisi içmelerim…


isimsizliğim…


ve hoşçakal sevgili 17 im.


Müzik, Damien Rice'ın 0 albümünden The Blower's Daughter adlı şarkıdır.

9 Aralık 2008 Salı

Şimdi Bilse Babam…


Şimdi bilse babam…

Bayramları sevmediğimi ve her bayram gelişinde neden bayat bayram şekeri kederlerine büründüğümü…

Şimdi bilse…Sonra tutup sormasa bu buruk yüz hatlarımın sebebini…

Bayram sabahlarına tat vermeyen, veremeyen; aslında gülmek isteyip de elinde olmayan ben…

Yarın bayram dediklerinde somurtan ben…

Bir bilse babam ve sormasa…

Hani çocuk coşmaları var ya bu vakitlerde, ellerinde şeker poşetleriyle soluğu yabancı zillerde alan, avuçları soğuk, burunları kırmızı, gülüşleri bir…

Benim bayramlarımın tek heyecanı bu olsa gerek; kapıda tanıdığım o sevimli dünyalar... Saf güzellikler olsa gerek…

Bir bilse babam her bayram sabahında gülüşümdeki isteksizliği, sözlerimdeki eksik samimiyeti…

Hiç bir bayramı sevmedim ben, hiç bir bayram da bana kendini sevdirmeye uğraşmadı, hiç bir bayram sabahına yüreğimde yeni ayakkabıların neşesiyle uyanmadım…

Hiç bir bayramı sevmedim ben… Hiç bir bayram sevinmedim…
Hiç bir bayram saçlarımı taramaya uğraşmadım…

Her bayram sırtımdan itilerek götürüldüm komşu ya da akraba ziyaretlerine…
Arkamdan bağırılarak…

Her bayram yalnızlığımla oturdum oturma odasının yeni düzeltilmiş cilalı koltuklarında…

Şimdi o bayram yalnızlığına tüttürme zamanı…

Şimdi bayramları değil bayramlara has nikotinleri sevme zamanı…


Not:Fotoğraf Metin Demiralay'a aittir.

31 Ekim 2008 Cuma

Devrim Arabaları...Arşivlenesi Bir Film


"129 gün kaldı" sadece 129!..

Ortada bir avuç mühendis, yetersiz bir bütçe,kalıpları bile olmayan otomobil parçaları ve büyük yerden verilmiş emirle hantal iki demir kapının virane bir atölyeye açılmasıyla başlar, "devrimin hikayesi"...

Sürekli gidip gelen elektrikler eşliğinde yola yüreklerini koymuş, en büyük avantajları olan "kimseciklerin onlara inanmıyor oldukları" gerçeğiyle başbaşa mühendisler, işçiler, Recep ustalar...

Demirin cız ettiği yerler...

Başedebilirsen helal sana dedittirecek bürokratik engeller devamında sürekli çalan telefonlar, ve olumsuz haber telgrafları...Yetişmesi belki imkansız 'siparişler'e dökülen alın teri.

Devrim; ilk Türk Malı otomobilin üretim aşamasında işe sevdalarını, umutlarını ve inançları koyan; eşini, çocuğunu, evini unutup çalışan insanların birliktelik hikayesi...

"Devrim Arabaları" tek solukta izlediğim ve çok uzun zaman sonra tüylerimi ürpertebilen arşivlenilesi bir Türk yapımı...

Tam isabet bir kadronun,doğal mekanın ve güçlü müziklerin ahengi...

55 gün kaldı!..Sadece 55!..

12 Ekim 2008 Pazar

Çit...Ruhları Tok İnsanlar Diyarı;''Aborjinler''


Yüzyıllardan yirmincinin ortasına yaklaşan zamana dair yaşanmış bir dramdır "Çit".

Güneydoğu Asya'dan kopup gelmiş,yaşamları boyunca hareket halinde,avlanırken mızrak, balıkları için kano kullanmış dilsiz topluluk... Dilsiz, fakat birikimlerini şarkılarına sıralayıp aktarmış Avusturalya Aborjinleri...

Eşsiz coğrafyalarında zalim ulusları barındıran ülkeler:Oldum olası nefret ettiğim ve edeceğim insanlarıyla namı diğer kolonyalistler ...Avrupalıların bu yeni ve yaşanılası toprakları keşfi; her nedense geç kalmış!..Ve sanki bu gecikmenin hıncıymışçasına tarih kendini tekrarlamıştı...

Takvimlerden hangisiyse ismi lazım değil,rakamlar 1800 ü gösterdiği vakit ;Avusturalya toprakları yabancılarıyla tanışır ...

Sudan ve topraktan doğar aborjinler. Kemerleri, tokaları, süs eşyaları olmadan, boyalı vücut kısımlarını da düşünmezsek; pek örtünmezler.Kaya pigmentlerinin eldesidir boyaları...İlkel fırçaları ve parmaklarıdır araçları.

Her şey için bir şarkıları ,gelenekleri ve erdemleri vardır; dinlerinde rüyaları ...

Beyaz adamlar ülkeye sadece sömürü hırslarını yüklenerek gelmediler;yanlarında o vakte kadar o topraklarda görülmemiş hastalıkları da getirdiler.Ve soykırım her yönüyle aralıksız sürdü…sürdü…sürdü...

Beyaz adamlar ehlileştirmeye çalıştıkları yerlilerden kültürlerini almaya, kendi kültürlerini dayatmaya ve uygulamaya koyuldular.Dinlerini aldılar ellerinden, doğalarını aldılar.Yaşamlarına kast ettiler.Avuç kadar siyah insan kendi vatanlarında ,kalabalığın ortasında, görünmez oldular.

Çit:Bu yaşam dayatmasında, su ve toprak insanlarının ellerinden alınan çocukların hikayesi…

Çit aslında soykırımın ince tarafı, analarından koparılan yavruların nasılda” insana” benzetilmeye çalışıldıklarının göstergesi!..Kilometreceler uzayıp giden tavşan geçirmez çitlerinin, güneşin alnındaki aç üç küçücük bedenin hikayesi.

Çit önce değiştirilen,sonra da beyaz adamlara satılan çocukların dramı.

Çit ellerinde dua etmekten başka yapacak bir şeyi olmayan kabilelerin sonu bekleyişi.

Size bir aborjin duası; HER ŞEY YETERLİ OLSUN!.

Seni ayakta tutmaya yetecek kadar;
Güzelliklerle dolu bir yaşam sürmeni dilerim.
Aydınlık bir bakış açısına sahip olmana
Yetecek kadar; güneş diliyorum.
Güneşi daha çok sevmene
Yetecek kadar; yağmur diliyorum.
Ruhunu canlı tutmaya yetecek kadar;
Mutluluk diliyorum.
Yaşamdaki en küçük zevklerin daha büyükmüş
Gibi algılanmasına yetecek kadar; acı diliyorum.
İsteklerini tatmin etmeye yetecek kadar;
Kazanç diliyorum.
Sahip olduğun her şeyi taktir etmene
Yetecek kadar;kayıp diliyorum.
Son 'Elveda'yı atlatmana yetecek kadar;
'Merhaba' diliyorum.

İşin trajikomik tarafı:Elindekiyle yetinen bir toplulukla, asla yetinmeyen gözü ve ruhu aç topluluk karşı karşıya.

İşte tezat, işte tarih...

11 Eylül 2008 Perşembe

Into The Wild...''Yaşamak'' İçin Ölmek Bu Olsa Gerek!..


Hollywood'un asi çocuğundan(Sean Penn) sinemaya uyarlanan gerçek bir yol hikayesi…

Alaska: Yani bir şekilde varılası nokta, yani özgürlüğe ancak mutlak sıfatı yanına yapışınca “özgürlük” olarak bakan zihnin, limitsiz coğrafyada arınmış bedeninin konuk olacağı mekân.

Bu mekân için verilen uğraşta, sadece onun sahip olabildiği imrendirici bir yaşam görüşü. Görüş ki; tüm engelleyici ve yönlendirici hedelerden uzakta tek başına şekillenmiş, temelinde sadece “güç” ve “özgürlük” ögelerinin yattığı anlayış...

'Amerika’nın en sağlam üniversitelerinde bir genç beyin saplantısıyla mı?' başladık filme derseniz; yanıldığınızın farkına varmakta geç kalmazsanız. Bir üniversite öğrencisinin hayalleri değildir; ya da bu kalabalık, bu gürültülü yaşayıştan kaçışı... En barizi, "basit" bir kaçış hikayesi değildir bu... 25 binlik bir meblağın bağışıyla başlar. Sonra külüstüre atlar. Geri kalan parasından geride kalan da; bir ufak kül birikintisidir.

Düşünürsünüz, düşündürür!

Meteliği kalmamış bir adam ne yapar? Hem de geri dönüş için çok geçken...

Oysa para; sadece paradır!.

Toz toz yollar, sırtında bir kaç parça eşya... Özgürlüğü; uçsuz, sakin ve çoğu kez acımasız, fakat her şeye rağmen yaşanılası doğada arar… Keşke ve belki ile başlayan tüm cümleleri katleder... Aşkı dahi fethetmiştir o. Burnuna en natürel havayı çeker. Gencecik bedeninde el değmemiş rüzgarları hisseder. Kimsenin hürriyeti değildir; lakin, hiç kimse de değildir sanırım!.

"Yaşamak için ölmek bu olsa gerek"...

Bu kişisel kaçış hikayesinde, omuzların üzerindeki o kafadaki iyimserlikle, mutlulukla ve inanılması güç cesaretle gurur duymamak imkansız.

Tam 122 gün!.

Dahilinde geride bırakılan aile bireyleri arasındaki yaklaşıma dikkat edersiniz!.. Acı ve kaybedilen; aradaki bağları bir bir işler. Ve onarır!.

Uzun süredir traş görmemiş çehreye, kirli ve dalgalı saçlara, her seferinde biraz daha bollaşan pantolona hiç bu kadar dikkatli bakmamıştım.

Ya sonra?

Beyaz derinin altındaki fırlamaya hazır elmacık kemiklerinin ve mavi gözlerin, yine o özgür mavilikle sonlandığı ana yutkunamamak yok mudur?:(

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP