25 Ekim 2011 Salı

Kendimi Sorumlu Hissettim

Bir genç olarak;

Ülkemi yönetenlere ilkokuldan başlayarak bana ne kadar önemli topraklarda yaşadığımı öğrettikleri için teşekkür ederim; ancak onlar 30 yıldır bu güzel toprakların kan gölüne dönmesine seyirci kalıyorlar.

Ülkemi yönetenlere beni alkol ve sigaradan korudukları için teşekkür ederim; ama onlar beni dayanıksız bir Yurtkur binasında iki gün önce öldürdüler.

Ülkemi yönetenlere bilim ve özgür düşüncenin yuvası olan üniversitelerin sayısını ve kontenjanlarını her geçen yıl arttırdıkları ve beni de üniversiteli yaptıkları için teşekkür ederim; ama onlar benim televizyonda ne izlediğimden, internette ne yaptığıma kadar elinden gelen her alanda sansür uygulayıp, hayatımı sınırlıyorlar.

Ülkemi yönetenlere bana üniversitede okuduğum süre boyunca burs-kredi bağladıkları için teşekkür ederim; ancak yine onlar parasız eğitim istediğim için beni hapse attılar.

Ülkemi yönetenlere insanlık dramına seyirci kalmayıp Somali'ye yardım kampanyaları düzenledikleri için herşeyden önce bir insan olarak teşekkür ederim; ama yine onlar 4 yıl önce Beyoğlu Karakolu'nda bir Nijeryalıyı öldürdüler.

Ülkemi yönetenlere Filistinli mahkumların serbest bırakılmasında rol oynadıkları için teşekkür ederim; ancak onlar yüzlerce kişiyi bir isimsiz ihbar mektubuyla ya da usulsüz bir telefon dinlemesi karşılığında haksız yere yıllardır hapiste tutuyorlar.

Ülkemi yönetenlere daha birçok konuda teşekkür edebilirim. Aklıma gelmeyenler için onlardan özür dilerim.

Haa! Son bir şey daha var:

Beni hibe vererek yurt dışına gönderdikleri, başka ülkelerdeki insanların nasıl barış, huzur, özgürlük ve adalet içinde yaşayabildiklerini görmemi sağladıkları için çok ama çok teşekkür ederim. Çünkü benim ülkemde bunların hiçbiri yok!

21 Ekim 2011 Cuma

Şehitler Ölür!



Şehit evine başsağlığı dilemeye gittiğinde "Bu herkese nasip olmaz." klişesini de içine koyduğu ve şehitlik mertebesine vurgu yaptığı 'şekerlemelerinden' teselli ve gurur çıkarttırmaya çalışan siyaset anlayışındaki yetkili kişi: Bu fotoğrafı, 'görebilesin', biraz da anlayabilesin diye gözüne sokarım. Bu fotoğraftaki ANA, bir mandadır. Büyük harflerle bir kez daha yazıyorum ki iyi anla MANDA.

ANA, şairin* şu dizelerindeki gibidir:

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik

Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Baba da şöyle:
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım.


Hiç bir ana-baba yoktur ki evladını bu anlamda -siyasi- bir kirli savaş için ölüme, seve seve göndersin.

Her cenazede sokaklara dökülüp "Şehitler ölmez!" diye hamasetle bağıranlar ve dahi köşe yazılarında tabutların döndüğü evlerin neden hep yoksul olduğuna vurgu yaparak adalet duygusunu kaşıyan köşe yazarları: Bütün analar ve babalar yukarıdaki manda gibidir. Ellerinden gelse hep bu anı yaşamak isterler.

Gerçeği kabul edelim ki bu çocuklar gönüllü olmadıkları bir mesleğe mecburen katılıyorlar. Onlar, öleceklerini ve öldüreceklerini baştan kabul ettikleri bir mesleği, kendilerine sunulan seçenekler içinden gönüllü seçmiyorlar. Onlar, çözüm üretme makamlarında olan ama suçu başka yerlere atıp hayali düşmanlar yaratarak bahaneler üreten bir takım aklı evvellerin, siyasi rant peşinde koşanların, tuzu kuru yerlerde beyaz kefen giydik nutukları atanların, hepimizi seçim dönemlerinde hanelerine atılacak bir artı olarak görenlerin beceriksiz, yanlış, kaypak, yanar -döner siyasetlerinin bedelini ödüyorlar.

Bu çocuklar en masum ölümü yaşıyorlar. ÖLÜYORLAR.

Oysa biz; olayların sıcağında duygularımızı dışa vurup, iki slogan atıp üç yazı yazıp sonrasında anamızın kucağına dönüyoruz. Bir sonraki ölümlere kadar yokuz!

Olayların sıcağındayken, "Onların bize emaneti." diye saçlarını okşadığımız -bu ülkeye emanet-çocuklarının en temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda herhangi bir eylemimiz var mı? Hangimiz okulların başlama döneminde bir defter, bir kitap, bir kalem, bir önlük, bir ayakkabı, bir pantolon alıp kapılarını çalıyoruz? Hangimiz mahallemizde yaşayan, olanakları kısıtlı bir şehit çocuğunun elinden tutup bir kitapçıya, sinemaya, bir spor müsabakasına ya da tiyatroya götürüp hayatla kucaklaşmasına zemin hazırlıyoruz?

Neredeyse her ilçede bir şekilde dernekleşmiş, dernek odalarında toplanarak birbirlerinin acılarından terapileri yapan anaların arasına yılda bir kere de olsa bir kutu pasta alıp hangimiz katılıyoruz, yanlarında olduğumuzu hissettiriyoruz? Bakın burada, nereye gideceği konusunda şüpheler duyacağınız bir bağıştan söz etmiyorum! Güvenilir, sıcak, paylaşan ve sorun çözebilecek davranışlardan, dokunmaktan söz ediyorum.

Evet, gerçek şu ki: Biz kendimize teselliler yaratıp büyük sözler eden ama pratikte hiç bir yararı olmayan, sorumluluk duygusu taşımayan, asıl sorgulanması ve hesap sorulması gereken "sorumlu" siyasi makamları sorgulamayan, o makamlardan hesap soramayan, işin eğrisini-doğrusunu insanlığıyla değil de siyasal duruşuna göre değerlendiren, 30 yıldır akan bu kandaki her ölüm sonrasında -aynı nakaratlarla- kolayca uyutulabilen ikiyüzlüleriz. Hep birlikte ÖLDÜRÜYORUZ.

*Dizeler Ece Ayhan'a aittir.
*Fotoğraf kısa bir süre önce kızılırmak deltasındaki kuş cennetinde, başka amaçla çekilmiş bir dizi fotoğraftan biridir. Tırtılın makinesi Nikon L23 ile çekilmiştir.

20 Ekim 2011 Perşembe

Gün Film ve Hissiyat


Film Gün ve Hissiyat

Kafamda şekillendirdiklerime göre 12'de yola koyulmalıyım...

Bu saati hedef alarak son hazırlıklarımı yapıyorum. Duş, traş ve kıyafetlerden sonra havayı kontrol ediyorum. Soğuma olasılığını da göz önüne alarak yakası fermuarlı, dokuması ince lacivert kazakta karar kılıyorum. Güneşi parlak bir gün. İçime bir şey giymeyi gereksiz bulup, tenime değecek yünü kulak arkası ediyorum. Saat 12:30! 3o dakika kaybettim.

Denizin kıyısından gitme fikrim varken, bu tadı dönüşe erteliyorum. Trenden hoşlanıyorum. Kalabalıkla yolculuk ederken güzergahtaki manzaraları, kavşaklardaki yoğun trafiği, bekleyen arabaları, inenlerin binenlerin devinimini seviyorum. Fakat önce, ne kadarlık hakkım kaldığını bilmediğim Samkartıma kontör yükletmeliyim.

Görmeyi istediğim mekana en yakın durakta iniyorum. Bir süre yürüdükten sonra benimle aynı yönden gelip sağa dönecek araçlarla, karşıya geçecek yayalara aynı anda yeşil yanması gibi bir senkron sorunu olan köşede; döndükleri anda durup da yayalara yol vermesi gereken ama bunu yapanın şöförlüğüne sayıldığı kavşakta, karşıya geçmek için, ana yoldan gelen arabaların durma anını kolluyorum. O esnada; cep telefonuna uzak, kolunda saati olmayan, vakti el yordamıyla bulan kişi, 14:15'te başlayacak film için, 'ne kadar vaktim var' tahmini yapıyor.

Karşıya tek ışıkta geçebilmek için hızlı hareket etmeliyim. İlk bölümü geçip sağdan gelen arabaları kontrol etmem gereken orta refrüje geldiğimde, yeşil ışık sinyale başlıyor. Kısa bir 'Beklesem mi?' tereddütünün ardından, koşuyorum. 80 saniye kazandım!

Üniversitenin durağında tren bekleyen kalabalığa neşeyle müzik yapan gençlere kulak kesildiğim gün, sol yanımdan gelen sese döndüğümde elime tutuşturulan broşürdeki sokağı tahmin etmeye çalışıyorum. Evet burası olmalı... Burası olmalıdan vazgeçip bir sonraki sokağa girmeye karar veriyorum. O sokakta olmadığını biliyorum. Küçük mekanlı, çiçek balkonlu, deniz kokulu, parke taşlı sokaklarda yürümeyi seviyorum. Sahile inip doğru sokağa bu sefer altan giriyorum. Tamam burası! Avangart Sanat.

Dar koridorun solundaki sahne yazan aralık ve ışıkları sönük kapıdan kırmızı koltukları görüyorum. Saklı bahçesi pencerelerinden taşan kafe bölümünü sıcak ve samimi buluyorum. Güler yüzlü bir genç "Hoş geldiniz," diyor. "Merak ettim." diyorum. Oturmamı teklif ederken ekliyor: "Çay içer misiniz?"

Yaptığı işten duyduğu heyecan, bu heyecandaki umut, bu umuttaki sevinç yüzüne pek yakışıyor. Vaktim olmadığını, sinemaya gideceğimi, sonra uğrayacağımı ve bir oyunlarını izleyeceğimi, hatta bunu yazacağımı söylüyorum. Beni geçirirken gururla sahneyi gösteriyor; el emeği göz yordamı yaratımıyla ilgili sözler ediyor. Heyecanındaki tonu seviyorum. Bir takım 'pazarlama' önerilerinde bulunuyorum, tanıtımları için katkı yapacağımı, bir blogum olduğunu söylüyorum. Sohbetin içinde bir yere sıkıştırdığı 'Sanatın pazarlaması olmaz' cümlesinden bu konudaki çekingen tavrını hissediyorum. Gülüyorum. Cumartesi akşamı son kez sahnelenecek oyunları için bilet alıyorum. O "Bir kişi mi?" diye sorarken bir şey farkediyorum ve evet diyorum. Farkettiğim ve kendime ait bu duruma tebessüm ediyorum. Soyundukları işin gönülden sevmek gerektirdiğini -baştan- kabul ettiğim bu uğraşı diğer övgü sözcüklerimle çoğaltırken, aslında duruma uygun kelimeyi bulamadığımı belirten bir cümle kurup mekandan çıkıyorum. Dar sokakta yürüyüp deniz kenarına iniyorum.

Balık lokantalarının ve Meksika etkileri taşıyan görüntüsünü beğendiğim ama henüz gitmediğim bir pub'ın önünden geçerken, yaşadığım kentin sunduğu olanaklara seviniyorum. Bir kamu kuruluşunun kampıyken halkın kullanımına açılan yeşil alanın önünden geçip, konumu itibariyle ülkenin en güzellerinden biri olduğunu düşündüğüm AVM'ye geliyorum. Kontrol noktasından geçerken cebimdeki metalleri masaya bırakışıma teşekkür eden genç kızın hoş geldiniz tebessümüne, tebessüm ediyorum.

Önce, Mudo ve Koton'a girip mussano için bir şeyler bakmayı düşünüyorum; fakat saat kaç oldu bilmiyorum. Öğrenmem gerekli!.. Oley! Durumu anlatan cümleyi buldum: "Karpuz kabuğundan gemi yapmak". Filme yazdığım yorumdaki anımı hatırlıyorum. Durumun benzeşliğini göz önüne aldığımda tanımın mekana yakıştığını kabul ediyorum.

Sinema katına çıkıyorum. Kartımı kiosktan geçirip biletimi alıyorum. Garip belki... ama ben bu işlemi de seviyorum. Saat 2'ye yirmi var! Hımmm... Bu bana 35 dakika sağlıyor. Önce mağazaları mı gezsem, yoksa bir şeyler mi atıştırsam? Neredeyse her gecesi mangal yakılan yaz sofralarında aldığım kiloların ikisi gitti üçü kaldı. O zaman, atladığım öğünü sıcak çikolata ile telafi edebilirim.

-Bir sıcak çikolata lütfen!

Elimde tepsi balkona çıkıyorum. Güneş denize vuruyor. Yüksek bir geminin güvertesinde ve uçsuz bucaksız bir denizdeyim. Usul bir rüzgar yanağımı öpüyor. Oturduğum "Mc Donald's"ın, manzara açısından dünyadaki en iyilerden biri olduğunu düşünüyorum. Karşı kıyıya uzanıyormuş hissi veren iskele görüş açımda... Dudaklarım ıssız.

Çikolata her hücreme sıcağını bırakmaya devam ederken; önce D&R'da bir tur atıyor, sonra sinemaya giriyorum. 10 dakikam var! Fuayedeki koltuklardan birine oturuyorum. Yanımdaki salonda film arası. Bir küçük kız ve bir küçük oğlan çıkıyor. İkisi de cıvıl cıvıl. Sarışın kadın tebessümle yanaşıyor. Çocuklar patlamış mısır istiyorlar. Onlara bakan gözlerim tebessüm ediyor. Şarışın kadın patlamış mısırları almaya giderken, tebessümlerimiz eşleşiyor. Uzun kelimelerin yerini gülüşlerimiz alıyor.

Merdivenlerdeyim. Önümden genç bir çift yürüyor. Oğlanın elinden bir şey düşüyor. Farkedip uyarıyorum. Henüz onlarla yan yana oturacağımızı, sonra onların benim arka sırama geçeceklerini, konuşmalarına müdahale etme isteği yaşayacağımı ama bundan vazgeçeceğimi bilmiyorum. Film başlamak üzere... Biraz kaykılıyorum, başımı koltuğa yaslayıp bacak bacak üstüne atıyorum. Salonun kapısı hala açık...

Gelecek Program: Film Hissiyat ve Gün

*bizim evin önü

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP