21 Haziran 2010 Pazartesi

Babasız büyümemek

L.N., savaş başladığında ondört, bittiğinde yirmi yaşındaydı. Sonra, bir 27 yıl daha savaş içindeki altı yılını yaşadı. Dört roman, otuzyedi öykü ve sayısız şiir yazdı. Yapıtlarının tümünde, altı yılın sadece bir gününü anlatıyordu. Tamamını yazması için daha haftalar, aylar ve pek çok 27 yıl gerekiyordu. Ama bir gece, elindeki kalem yere, başı defterdeki bitmemiş bir yazının “Silah tacirleri evlat acısı tatmadı, torpille cepheden uzak tuttular onları” tümcesi üzerine düştü.

T.R, savaş başladığında altı aylıktı, yaşını dolduramadan ya da ne olduğuna akıl erdiremeden, annesinin altında ezildi. Görenler anneannesi sandılar annesini, öldüğüne mutlu olmuştur, diye anlam verdiler, oysa yirmibirine yeni basmıştı ve ölürken, üstüne kapaklanarak yavrusunu kurtardığını, kendisinin son bulan “şimdi”sini bebeğinin geleceğine bıraktığı sanısıyla gülümsüyordu.

Savaş başladığında ellisekiz yaşında bir babaydı T.E.A, bittiğinde hem oğlunu, hem aklını yitirmişti. Sağ eliyle bir çocuğun elinden tutmuş da yürüyormuş gibi yürürdü. Daha ne kadar yaşadığı (yaşadı sayılır mı) bilinmez.

W.B., savaş bittikten sonra iki yıl daha, “Savaşa hayır”ın bildirisi; “Kapıların Dışında”yı yazmak için yaşadı. Öldüğü gün, oyununun yedi ülkede sahnelendiğinden habersizdi.

H.B: “Ve O Hiçbir Şey Demedi”


E.L’
ye göre, başladı bitti. Hep öndeydi, soluklanamadı doğru dürüst. Burnuna gelen barut kokusunu koklamamak için, ikide bir parmaklarıyla burnunu kıstırırdı. Böyle bir tikle ve her şeyi bilgece karşılayıp, karısının çocuğuna babalık yapmaya çalışarak yaşadı. Savaş konulu yüzlerce filmin hiç birini seyretmedi.

A.A., milyonlarda bir yetişen bilim adamıydı. Yurdunu terk edip, savaşsız bir ülkeye gitti. Bir daha geri dönmedi. Bir olasılıkla dargındı öldüğünde.

“Emredersin!”, R.B’nin ağzından çıkan ve aynı anda komutanı M.R’nin duyduğu son sözdü...

S.D.’nin ölümünü bay ve bayan M.D.’lere bildiremediler. Tanrı, onları evlat acısından esirgeyip, çok önce, daha ilk bombardımanda yanına almıştı.

M.B., savaş başladığında dokuz, bittiğinde, -annesiz, babasız, ablasız ve sağ bacaksız- bir sahra hastanesinde onbeş yaşında yeniden doğdu. Savaşı anlatan ne bir roman okudu ne de bir öykü...

R.R.D., düşünde ırmağın kıyısındaki evlerinin bahçesinde çocuklarıyla voleybol oynuyordu. Top tam sardunya öbeğinin ortasına düştüğünde düşünden de, uykusundan da sonsuza dek uyanamadı

Ne B.Y. salavat getirebildi, ne M.N. istavroz çıkarabildi, karşılıklı siperlerde ölümün eşitliğine yuvarlandılar...

E.H., Son savaştan onüçyıl önce “Güneş de Doğar” demişti.

İ.İ., savaş başladığında ellibeş yaşında, bir devlet başkanıydı. Ne savaşlardan çıkmış, çok gerilerde bırakmıştı Batı Cephesini. Ülkesini bu savaşa sokmamak için olağanüstü bir sabır ve gayretle yapayalnız savaştı. Bittiğinde savaşın tek galibiydi. Ülkesinin çocuklarına “Sizi aç bıraktım ama, babasız büyümeyeceksiniz” diye seslendi.

Ekmel Denizer


.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Kelimeye Takıldım ve Bu Kez Ben Abarttım

Birisi hakikaten müthiş gerilmiş...

Ben manik sanıyordum ve gülümseyerek bakıyordum. Ama dünkü benzetmesi hakikaten durumun depresif de olduğunun göstergesiydi.

Anlaşılıyor ki, ateş bacayı iyice sarmış.

Sürekli oraya buraya saldırmalar... Her söze anormal derecede kulak kesilmeler... Her cümleden manalar çıkarıp, görmezden gelemeyip üzerine atlamalar... En köşe yazarlarının cümlelerine yanıtlar yetiştirmeler, alemin tümününün sözlerinden alınıp malzeme çıkartmalar, durumun vehametini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor sanki.

Bir de farkediyorum ki, sürekli bir yeldeğirmeni yaratma hali mevcut, ve üst perdeden bağrış çağrışlarla o değirmenleri dövüp dövüp duruyoruz. Tüm bunlardan da kahramanlık destanları çıkartıyoruz.

Bu zavallı, derinliksiz, lümpen, gözü yaşlı sığınmacılık hali ve kendini sürekli gündemde tutma çabaları; bir süre sonra, "bakakalırım giden geminin ardından" halini yaşama korkusundan diye düşünüyorum. Benim teşhisim böyle...

Cumhurbaşkanlığı hayalden de öte, gerçekleşmesi mutlak bir hedefti gözünde ve neredeyse kesinliği matematik olarak sabitti. Bu güvenle ertelenmişti bir dönem sonraya. Hem karizmasına karizma katmış, kocaman bir fedakarlığı gözümüze sokmuş, gözü makam koltuk sevdasında olmayan bir insan cakasıyla, havasını da basmıştı.

Kendi aklınca, önünde, o makamı güçlendirecek değişikleri yapmaya olanak tanıyan uzunca da bir zaman vardı. Her yetkiyi istediği gibi dizayn edip, ülkenin tüm kurumlarını törpüleyip istediği kıvama getirerek, pek sevdiği "Arap" kardeşleri örneklerindeki gibi bir devlet başkanlığını da, çantada keklik görüyordu.

Diktatoryal hesaplardan değildi ama bunlar... Çocukca ve masumane heveslerdi hepsi. Kendini "en" görmek de, insanca bir duyguydu. Ülkesini neden böyle bir yetenekten yoksun bıraksındı.

Devraldığı ülke 87 yıldır tek çivi çakılmamış bir coğrafyaydı ve onca yılda yapılamayanları 8 yıla sığdırarak, kıskanılır bir ülke haline getirmişti. Ama bu yükselen ve onun şahsında güçlenen ülkenin askerlerinin kafasına çuvallar da onun zamanında geçirilmişti. Onca emperyaliste kafa tutan, onları vatan topraklarından kovan ülkenin yerini elçileri aşağılanabilen bir ülke almıştı. Bu kadar kusur kadı kızında da olurdu. Son olaydaki gemi de Komor bandıralıydı zaten. Çok yönlü dış politika açılımımızın ufacık kusurları olarak görülebilirdi tüm bunlar. Üstelik elimiz kolumuz bağlı durmuyor, her olayda gürlüyor, ama bir türlü yağamıyorduk. Olsundu.

Sanırım sayın profil şu aralar, seçim sürecine girilmesiyle yükselen ve hareketlenen toplumsal muhalefete ve önüne gelen anketlere bakınca yakın geleceğinde, 12 eylül tasfiyesinin ürünü olan Anap'ın akibetini görmeye başladı. Bu korkuyla dökülüyor, herkese yetişmeye çalışan akıl yoksunu kelimeleri... Artık mağduriyet alanları yaratamıyor ülke içinde, bu yüzden dışarıdan malzemelerle saldırıyor içeriye.

Dalga geçercesine konuşmaya çalışan yüzünün ifadesindeki gülümsemeye bakıyorum; kendinden emin bir güçten ziyade "mış" bir güçlülük görüyorum. Kalabalıklara söyleyecek malzemesinin kalmadığının en çok o farkında sanki... Vadettiği, parlattığı, saldırdığı her şey sonuçlanamadan, olumluya yönelemeden elinde patlıyor, yavaş yavaş... Ve belki de farkına daha çok varıyor ki; "Konjonktürle gelen, konjonktürle gidiyor," hem de bir daha gelmemek üzere...

Ve ona en çok batan ve onu en çok korkutan da şu sanırım: Böyle gelenlerin gideceği farkedildiğinde, önce etraflarındakiler kendilerine yeni kapılar aramaya başlıyor, oralara kapakları atıp daha da yalnızlaştırıyorlar kişiyi, kahırlara sürüklüyorlar. O şaşalı günler, o ben neymişim yahu hallerinin çakma yaldızları bir bir dökülüyor. Ve biliniyor ki; o korku bedeni sarmışsa, ecel de mutlaka geliyor. O zaman da iyicene pervazsızlaşıp her koz oynanmaya çalışılıyor. Tek kişilik ve kontrolsüz bir güç hakim kılınıyor akılda...

Yoksa kırk yıl düşünülse akla gelmeyecek, kimsenin bugüne kadar ufacık da olsa aklının kıyısından köşesinden geçirmediği bir benzetmeye sığınma ihtiyacı niye duyulsun ki...

Allahını seven bana söylesin; köpeğine "Arap" adını bir ırkı, ulusu aşağılamağı düşünerek koyan bir tek kişi bile olmuş mudur bu ülkede? Yoksa, köpeğinin rengine yönelik olarak koyulmuş, sevgi yüklü sempatik bir sözcük müdür Arap? Ve en çok hangi ekonomik gücün olduğu sokaklarda rastlanır Arap adlı köpeklere, biri başbakana söylesin allah aşkına...

Yahu kimin aklına gelirdi ki bu ülkenin yedi düvele kafa tutan başbakanı ateşli bir "nutkunun" içine bu ibareyi koyarak, bir ırka arka duracak ve onları; kendi ülkesindeki insanlara çakarak, aslanlar gibi savunacak...

Yoksa buradaki hayallerin imkansızlığını görüyor olmanın, yeni yeni sevgilerde, hayallerde teselli aramanın, insanın pek dili varmıyor ama, hani manik- depresif bir halin dışavurumu mu tüm haller... Acaba?

14 Haziran 2010 Pazartesi

hap..hap..hap…

Bin öykünün yolculuğunda-VI-

Varmış bir zamanlar bir ülkenin başında bir Abuş. Okumuş küçücükcücükken Köroğlu’nun öyküsünü. Büyüyünce Köroğlu olcam ben, diye tutturmuş. Gün olmuş devran dönmüş, danalar girmiş bostana, kovmuş bostancı danayı, Abuş büyümüş. Büyüyünce anımsamış küçücükçükken ne olmak istediğini. Ayvaz’sız Köroğlu mu olunurmuş, o da bulmuş Fettuş’unu. Fettuş da onu aramaz mıymış meğer, ümmetkarınızım, diyerekten.

Bir gün Teksas’ta atıyla gidiyorken Abuş, bakmış bir ağacın altında kaval çalıyor bir çoban, koyunlar otluyormuş.

Çoban emmi çoban emmi merhaba.. ben Köroğlu’yum, şurdan bir koyun ver de bizim kovboylara bir ziyafet çekeyim akşama, demiş. Der demez, fırladığı gibi Con Vayne, “seni bilmem ne yaptığımın oğlu” deyip basmış kıçına tekmeyi. Dar atmış atına kendini Abuş, kıskıs gülerek gelmiş çocukların yanına. Hayr’ola, demiş kovboylar ve Fettuş. Hiç sorma, demiş Abuş, anlatmış olanları.

Sen şimdi atla atına da git bul, selamımı söyle çobana, bu akşam çocuklara bir ziyafet çekecek, bir koyun verir mi sor, demiş. Fettuş da Köroğlu’nun dediği gibi yapmış, atlamış atına biraz gittikten sonra bakmış ki, bizim yaşlı çoban yine orda. Söylemiş bakalım Fettuş, ne demiş.

Aldı Fettuş: Selamünaleyküm Çoban emmi! Nassın, eymisin?

Dedi Çoban: Aleykümselam oğul. Nassolsun, Allah ümmete dövlete zeval vermesin!..

Aldı Ayvaz: Çoban emmi, Çoban emmi!..

Dedi Çoban: He oğlum, de oğlum?

Aldı Fettuş: (Ağlayaraktan) Abuş’un selamı var. Bu akşam bir cemiyetimiz var da, vargit çoban emmimize bir koyun verebilir mi, bir sor dedi!

Aldı çoban: O nasıl söz öyle, emri başım üstüne, lafı mı olur bir koyunun, sürüm feda Köroğlu ağama, yeter ki sen ağlama. Zıpırın biri geldi demin, demez mi ki; ben Köroğlu’yum ver bir kuzu bana, bastım kıçına tekmeyi zibidinin.

Böylece almış koyunu Fettuş gitmiş, anlatmış olanları Abuş’a…

Sonra mı ne olmuş? Daha ne olacak: Fettuş Ayvaz, Abuş Köroğlu rolünde bir film çevirmişler Holivutta, çobanın koyunlarını deve yapmışlar. Siz, ister “yok ya?” deyin bağıraraktan, ister, “yok deve!” deyin çağıraraktan…

Diyelim ki, şimdi bundan ne mana çıkar, diye sormuş olsun yazar, taklit ederekten Fettuş’u. Ve sonra yanıtlamış olsun kendi sorusunu, her zamanki gibi burnunu çekerekten silerekten yeşil harmanisinin yenine gözlerini. Ne mana çıkacak bundan: ‘çıkar’ı vermiş Abuş’a, ‘mana’yı geçirmiş zimmetine…

Anlayacağınız; “filfitili”ne döndüm, şınladım onkolojide ışınlandığımdan bu yana. Ararken kafiyeyi, Hüseyin Mayadağ’dan söylüyor taş plakta, dinliyorum Safiye’yi

Neye baksam ne görsem,
gelir bana gam olur.
Felekten bir gün çalsam,
vakitsiz akşam olur


Böylece ansıyorum Nef’i’yi, çekiyorum enfiyeyi bol bol hapşırıyorum. Hap..

hap.. hapşu!...


Ekmel Denizer


Ataköy, 04 Ocak, 2008

11 Haziran 2010 Cuma

Emrin Olur ;)

(07:49):

günaydın adam...

içine dolmak istedim bu sabah

(07:50):

ben akayım kan yerine damarlarında

ben taşsın heryerinden...

baktığın heryerde ben

gördüğün hep ben olayım bugün.

yüreğinden sakın ola çıkarıp da, bırakma bir ağacın dalında


(07:51):

sakın ola bırakma denizin beyaz köpüklerine...

ve sakın, ama sakın aklına bile getirme

bir sokak arasında duvara bırakmayı yüreğimi...


(07:52):

sırtım dönük olmasın köhne bir binanın kapı aralığına

dayanamaz, öpersin...

laf olur, yeni yetme çocukların ağzına;

kaç yaşında adama bak

kaç yaşında kadını öpüverdi sokak ortasında

hem de, yeni yetme bir delikanlı hevesinde diye

koşa koşa gidiverirler mahallenin kahvesine...


(07:53):

ağız dolusu kahkahalar yükselir havaya,

ağır gelir hayıflanmalar, kıskançlıklar, ah keşkeler,

düşüverir her biri başlarına...


(07:54):

yüzümüzde utangaç bir gülümseme

ben senin yüreğinde saklı

geçiveririz önlerinden

dalar gözleri her birinin geçmişe, eğer yaşları almışsa başlarını...

ve her biri hayallere kapılır,

henüz ermemişlerse 18lerine


(07:55):

ve biz şimdimizi yaşarız seninle

biraz sarmaş

biraz dolaş

biraz aşk

biraz hasretle...

bugün sakın ola beni aklına getirme

bırak biraz daha kalayım yüreğinde...


Resimler, 1955 Polonya doğumlu sanatçı Roman Zakrzewski'ye aittir.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Yaz Ekranı!

Dün, Yaşar'ın yeni albümü Eski Yazlar'a takıldım kaldım. Sanırım şarkıcı olsam Yaşar olmak isterdim. Yok yok sanmak değil bu, kesin o olmak isterdim. Her albümü çıktığında farkediyorum ki ben, sürekli onu dinliyorum. Kimilerine göre, Yaşar, kendini tekrar eden biri olabilir. Gerçi bu yönde bir eleştiri de duymadım bugüne kadar... Benim "number one"larımdan biridir ve kesin olan da budur.

Ve sanki her Yaşar albümü, bir şahane yaşanmışlıklar dönemine denk gelir ve üst üste dinlenir. O, sanki yaşanan anların tercümanı gibidir... Yaşama bırakılmış mutlu anların müzikal notlarıdır Yaşar albümleri... sanki! Tıpkı geçen albüm "Sevda Sinemalarda" da olduğu gibi...

E bu kadar sevdiğin biri söylemeye başlarsa... Güneşin evin arka tarafına geçtiği, bütün pencerelerin perdelerinden kurtarılarak özgürleştirildiği, denizin tümüyle evin içine dolduğu akşamüzerinde; buz gibi, ve şahane bir kadının önerdiği %100 malt(Tuborg) biraya yaslanarak, havanın usul usul kararmasıyla oluşan çakma bar ortamına katmerlenmek de farz olur. Bana da tam anlamıyla öyle oldu; çünkü Yaşar'ın ardından sahne alan, Uyan adlı albümüyle Jehan Barbur'du.

Sonra bu atmosfer, aklımı alıp, geçen yıl bu zamanlardaki bir bar akşamının ortasına bıraktı. Bütün o keyifli anlar bir bir geçerken gözümün önünden, bu yaşanmışlığın üzerine bir yazı yazma fikri oluştu... Lakin, bugüne planlamıştım ki yazıyı; yaz temizliği için yanına kattığı temizlikçilerle küçük bir ordu oluşturan kız kardeş yüzünden ve mecburen, terk-i diyar etmek zorunda kalıyorum... dolayısıyla da istediğim yazıyı yazamıyorum.

Bunun üzerine, yaz tatiline giren televizyon uyanıklığı yaparak, bence La Paragas'ın "best of"larından biri olan bir yazıyı, iki güzel şarkıcının yarattığı ambiansın ve duyguların bir yansıması olarak yeniden ekrana getiriyorum ki, asıl istediğim yazıyı hatırlamak için, notlarım olsun.

İlk yayın tarihi Temmuz 2009



Balkon.

Bir oval masa ...


İki sandalye: Oyun seslerinin yankılarını sabaha, hatta öğlene, hatta akşam üstüne bırakmış oyun sahasına, hatta bütünüyle yaşama dönük...


Kadın, adam, sesler, binalar, gökyüzü...


Yağmurun sesi sicim sicim...


Kadın aniden kalkıp sırtını dönerken ufka, yağmura ses oluyor: '' Lütfen beş dakika daha''...


Kadın girerken içeri, yağmur bir doz artırıyor şiddetini...


Adam, artık hızla işleyen zamana bakarak bekliyor...
İçeriden gelen müzik yağmura, bir de hüzüne karışıyor; ve çok, ama çok zamanlara doğru uzuyor...

Yağmur ve tesadüf üzerine konuşuyorlar, gözlerinin sesiyle, senli benli....


Adam kadına dönüp, iyice yaklaştırıyor sandalyesini... Bacağının sağda olanını masanın altından uzatıp kadının sol bacağının üzerine sarmalıyor... Gözlerinin kucağında kayboluyor.


Gecenin bir vakti, bir bar...

Latin sokakların terinde bir bar...
Karanlığın varoşu, ıssızı, ama ıpıssızı bir bar...

Öyle bir bar ki, ay ışığı tahtaların arasından sızamayıp, dışarıda kalıyor...


Bir mum yanıyor, bir metre kadar uzağa düşen masada; ki yaklaşık otuz santim genişliğinde, yüksek, ince ve uzun...


Belli ki, barın saati gelmemiş henüz...

Adam gelip tam da o masanın kapıya bakan tarafına oturuyor...


İçerde bir tek bir kadın var, uzun barın arkasında, içki şişelerinin ve bardakların önünde...


Usul bir vantilatör serinliği eşlik ediyor, ıssızlığa...


Kadın iki büyük ve konik bardak alıyor barın üzerine... Büyükçe!


İçine nane yaprakları çıkarıyor dolaptan, soğuk ve taze...


Sonra, iri limon parçalarını ...Sonra, esmer ve toz şekerleri...


O an, tahta aralıklarından dışarının masmavisine bakan adam dönerken masasına; barın sahibi kadın da, içine küçük bir dövecek koyulmuş bardakları uzatırken önünden geçen adama, ses oluyor : ''Limonları ezer misin?''


Adam: Nane yapraklı, ama taze ve soğuk nane yapraklı bardaktaki limonları, usul dokunuşlarla eziyor...


Barın sahibi kadın: Küçük bir tabağa ip iri, ipkırmızı kirazlar koyuyor; soğuk ve taze...


Gözucunda parmakların ritmi, düşünden şunu düşünüyor: ''Bu adam, evet bu adam sevişmez!''


Kiraz konmuş tabağı, yine soğuk ve taze nane yapraklarıyla süslüyor... Öylesine ama! özenle...

''Bu adam var ya bu adam: Sevişirken bile sever'' diyor, son iççekişinde ...


Adam limonlarını ezdiği esmer şekerli taze ve soğuk nane yapraklı, irice ve konik bardakları barın üzerine bırakıyor; donuk ve silik, ve hatta hüzünlü bir heykel gibi...


Barın sahibi kadın, kahretsin tadında bir varlıkla, küçük bir şişedeki votkaları pay ediyor, iki büyük konik taze ve soğuk nane yapraklı ve buz ilaveli bardağa...


Sonra bir şişe soda açıyor; ve bardaklardan birine koyuyor sodanın çoğunu...


Diğer bardağa, çok az kalan sodayı ilave edip, ikinci şişe soda için dolaba yöneldiğinde; gözlerinde yokluğun isyanı yankılanıyor.... ''Kahretsin!'' diyor havadaki ses...


Ama! Sanki; o az evvelki heyecan yitmiyor, ya da izin bulamıyor yitip gitmek için... Barın sahibi kadın, bu kez, iki bardaktakileri bir bardakta topluyor. Bardak önce senli benli oluyor, sonra yine iki bardakta tek .


Barın sahibi kadın, kenara ayırdığı bir kaç kirazı alıyor; özenle ve bıçakla çekirdeksiz parçalara ayırıyor ; tıpkı, adamın az önce, taze ve soğuk nane yapraklı ve esmer şekerli konik ve büyük bardaklardaki limonları ezmesinin tadıyla, kiraz parçalarını bardaklara pay ediyor.


Adam barın kapıya bakan tarafında, kocaman, ama dışarıya karanlık bir pencerinin önünde, yüksek bar taburesinden bakıyor.


Barın sahibi kadın, elindeki içkilerden birini adamın önüne bırakıyor... Diğerini de adamın bir karış karşısına ve kendi önüne.


Şimdi sahne şu: İpince bir masanın iki yanında yüksek bar taburelerinde bir adam ve bir kadın; ama! Evet evet... Kadın ama ne kadın, adam ama ne adam kıvamında bir kadın ve bir adam.


Barın sahibi kadın bayağı zekice, biraz duygu yüklü, biraz meraklı ama en çok da hakim bir edayla, adamın donuk, hüzünlü ve utangaç haline dikip bakışlarını: Barı yeni açtığından, daha doğrusu açmaya çalıştığından falan söz ediyor. Adam heyecan ve utangaçlık yüklenmiş bir sesle konuşuyor: ''Bu gece ''diyor, ''Kimseyi almamanız mümkün mü?'' Kadın, birikmişliğin, hüznün ve olmuşluğun bakışıyla, ''Olur!'' diyor; gülümsemesine biraz çapkın, bir oyun keyfinin sağa çıkıntı yapan dudak hareketini usulca ekleyerek.


Adama soruyor, barın sahibi kadın: ''Yalnızsınız?''

Adam, bakışlarını kadının gözlerinden kaçırmadan, utangaç ama oyuna ortak bir ses tonuyla, sessizce ama bakışlarıyla bağırarak: ''Hayır!'' diyor...


Barın sahibi kadın konuşmanın ve oyunun insiyatifini ele almış olmanın keyfiyle, gözlerini hafifçe boşluğa savurup, sonra adamın ta içine kadar bakar bir girişkenlikle, ''hımmm!'' diyor...


Ve çok lezzetli, çok zekice, ama o kadar kışkırtıcı bir oyunun başladığının habercisi bir gong çalıyor barın sessizliğinde...


Adam masanın öte tarafından kafasını eğiyor masanın üzerine doğru... Barın sahibi kadınla çok yakın şimdi; hatta yüzyüze... Öyle bir yüzyüzelik ki bu: En mert, en kışkırtıcı, en cesur bir oyun için bütün kalleş silahlar soyunulmuş; sadece aklın, anıların, duyguların ve en çok da zekanın içinde olacağı bir meydan muharebesinin - yok yok bu yakışmadı- bir keyifli düellonun habercisi bu an: Kelimenin tam anlamıyla bir nefesin nefesimde olma hali gibi şık, temiz ve kışkırtıcı...

Barın sahibi kadın adamın yüzünde ve hatta nefesindeyken, yakaladığı tebessüme bakarak soruyor: ''Ne?''


Adam en kışkırtıcı, en oyunbaz bakışın gülüşünü sesine yüklüyor ve yanıtlıyor: ''Ne, ne?''


Görsel: Van Gogh

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP