28 Ağustos 2009 Cuma

Alt Yazı... Hey Dostum!



Aslında kalabalık içinde yaşamakta mümkündür özgürlüğü... Özgürleşmenin kazandırdığı minnetsiz bir dik duruşun vardır artık... Cephanen yeteri kadar birikmiştir. Bunların tümü, zaten seni her türden kalabalığı ele geçirecek düzeyde özgürleştirmiştir, kendi türkülerini söyler ve dinletirsin. Bu bir sorumluluktur da, özgürleşmeyi öğretmek için...

Senin düşüncelerine bakınca, felsefenin sahibini de doğru algılayınca, kuramsal olarak katılmakla birlikte; başka felsefelerden de beslenerek, kendini koruyarak direnmenin mümkün olduğunu da düşünürüm. Yani insan kaçmadan da, bedelini göze alıp özgür kalabilir. Zaman öğretiyor sanırım, fark etmeyi ve direnmeyi yaşatarak.

Aslında prangayı; -ama tüm düşüncelerimi (söyleyecek) yazacak olursam, yazımı okuyacak olan çoğunluk tarafından "isyankar, aşağılık, toplumdan sürülmeye layık, rezil..." olarak nitelendirilme olasılığım bir hayli fazla -diyerek, kendine vuruyorsun zaten;)

Kendi türkülerimizi söyleyecek kadar bedel ödedik. Artık söyleme zamanı...

Prangalar vurmadan!

Into The Wıld üzerine konuşmalardan


Görsel:Videlec.org

Bir Gün Saçmalama Hakkımı Kullanmışım.


Sanırım bir filmin hangi ülkeye ait olduğunu anlayabilir misiniz ya da nasıl anlarsınız diye bir soru sorulmuş ki bir forum ya da bir sohbet esnasında, ben de ''o'' hakkımı kullanmış ve şunları sıralamışım:

...Örneğin, filmin aşağı yukarı her mekanında ve her anında, karakterlerin elinde yiyecek içecek bir şeyler olması mutlaksa!.. Film bana bağırırır, ben Amerikalıyım diye... Eldeki bardak ya da tabakımsı, karton dışı bir şeyse! Film Avrupalı da olabilir. Bir de, Avrupa sinemasının derdini illa da bir aksiyona yüklemek yerine, insanın derinlikleri üzerinden anlatmasından dolayı Avrupa Amerika ayrımını da yapabilirim sanırım.

Eğer filmde sancılı ve olağan dışı bir aşk(ilişki) anlatılıyorsa... Genelde düzgün kesilmiş parke taşlı ıslak sokaklarda yürünüyorsa... Ya da, kır yollarda arabanın silecekleri yağmura yetişemez bir hızda çalışıyorsa... Bazı sahnelerde trençkotunun yakalarına sığınmış bir adam; gözleri uzaklara sabit, kafasındaki acabalarla endişeli bir bekleyiş içindeyse... O esnada bir kısım seyirciyi sıkıntı da bastıysa... Hele bir de, arkada uzak açıda Eyfel Kulesi görünüyorsa, bu kesin Fransız filmidir derim.

Eğer film siyah beyaz ya da kendine özel mat bir renklendirmeye sahipse... Büyük bir estetik kaygıyla fotoğraf tadında kareler veriyorsa... İnsanlar, sokaklar ve binalar tüm gördüklerimizden ve normallerimizden biraz daha farklı ise... Ve bir nehir de varsa filmin kıyısında köşesinde bir yerde... Bolca kır bayır görüyorsam... Kış şartları çetin ve şapkaların kulakları kapalı ise... Hele bir de caddelerdeki araçlar her gün gördüklerimizden farklıysa... Oyunculuklar derin, sanatsal, ekol, hatta teatral bir estetiğe sahipse... Az konuşulup çok şey anlatılıyorsa ve siz de sabredebildiyseniz! Bu kesin Rus filmi derim.

Eğer bir kişi bin atlıyı hallediyorsa... Bir burçtan öbür burca uçuyorsa... O esnada ''bir şehir efsanesi'' olarak kolunda saati gözüküyorsa... Bir de tarifeli uçaklardan biri geçiyorsa gökyüzünden... Bu da kesin Türk filmidir derim. Sanırım... Ve o filmi daha özel severim.


Her karede insanlar önüme öbek öbek yığılmış ve onların kalabalığından ne olduğunu görüp anlayamıyorsam... Film bittiğinde de bu neydi ya dediysem! O da, Çin filmidir.


Olur olmaz yerde biri şarkı söylüyorsa ve gözleri bir süre sonra açılacak bir mazlumsa... O Hint filmi olmayabilir de! Buradaki ayrımı iyi yapabilmek gerekir sanırım...
Bugün ''home office''çalışıyorum da, tenefüse çıkınca koptum biraz... Çocuk heyecanıma verin.

Demişim ve yazıyı bir kenara fırlatıp atmışım evvel zaman önce. Elime geçti de bugün... Birde gündem üzerine zehir zemberek şeyler yazacağıma, bu da bir önceki postun devamı olacağından... Boşver onları, bırak bunları dedim akıp giden zamana...

Görsel:Videlec.org

25 Ağustos 2009 Salı

Kürt Açılımı Diye Diye Herkes Açıldı. Ben de Bir Açılayım Bakim, Dedim.

Kürt açılımı lafından çok haz etmiyorum. Bunun nedenlerinden ilki, adlandırmanın kendisinin bir ayrımcılık, bir ötekileştirme anlamı taşıyor olması... İkincisi; bir ülke kendi vatandaşlarının bir takım haklarını gasp ettiğini fark ettiğinde, olağan hakları geri vermek anlamında bahşedici bir uslupla yaklaşıyormuş duygusunu vermesi...

Aslında tıpkı anayasa yapılması konusundaki tutumun bir tekrarı ile karşı karşıyayız şu an...

Başlangıçta samimiyetle ortaya çıkan fikirler, niyetler; bir süre sonra, kaçınılmaz bir şekilde iç siyasat dengeleri 'gereği' ve genel siyaset uslubumuzun münazara mantığı taşıması sebebiyle sulanıyor. Temel sorunlar bir kenara bırakılıp, konu üzerine çözümler ortaya koyarak tartışmaya katılıp katkı vermek yerine, kim kime daha iyi giydiriyor noktasına geliniyor. Tıpkı son günlerdeki gibi...

Öncelikle temel yaklaşımımız yanlış...

Evet bu ülkenin, bu ülkede yaşayan her yurttaşın, hadi biraz daha konuyu açmak ona yakın durmak babından söyleyeyim, her etnik kökenden gelen yurttaşın sorunu aynı... Bir kere genel anlamda bir demokrasi sorunu var. Özel anlamda da, (ırksal anlamıyla)Türkleştirme çabalarının ve niyetlerinin yıllar ötesinden gelen sonuçları var. Ve bu bizim görmek istemesekte, ne yazık ki varolan bir gerçeğimiz.

Aslında varolan sorunların çözümü basit... Ama bunun için devrimci bir ruhla, hiç yalpalamadan, sağa sola bakıp frenler yapmadan, iç siyaset hesaplarına bakarak geri adımlar atmadan, radikal kararlar alabilecek bir hükümete ihtiyaç var. Şu anki hükümette çözüm konusunda ve sorunun farkındalığı noktasında niyet var, ama sorunun çözümü noktasındaki o kararlılık, risk, sorumluluk alma ve entelektüel düzey yok. Bunun yerine olayın her türden riskini başkalarına pay etme çabası var.

Muhalefeti zaten uzun uzun konu etmeye hiç gerek yok... Aslında bu sürecin düşünsel anlamda lokomotifi olması gereken, ideolojik temelleri insan ve insan hakları olan bir partinin lideri; bilim ve üniversite çevrelerini, konu üzerine görüş beyan edebilecek sivil toplum örgütlerini olaya dahil edebilecek ve zengin bir fikir ortamı yaratabilecekken, en faşist partiden daha faşist bir tutum sergileyebiliyor. Oysa bu sorun üzerine en farkında ve doğru görüşler, o siyasetin hem parti programında hem de konu üzerine hazırlanmış parti raporlarında fazlasıyla var. Ama! O körolası tribüne oynama ve bu halin olmazsa olmazı, diğer siyasi partileri inadına aşağılama ve onlara sürekli giydirme uslubu yok mu? İşte o, sorunu ana ekseninden ve gerçek düzleminden fazlasıyla uzaklaştırarak ortalığı gerip, soğutup, ana konuyu başka mecralara doğru dallandırıp budaklandırıyor. Ve elbetteki kamuoyundaki sığ düşüncelere odaklı ve onları kaşıyarak kazanım elde etmeye yönelik bölünme dayanaklı korku senaryoları yaratma kolaycılığını da peşinden getiriyor.

Öteki muhalefete gelince: Kendi ırkından insanlara başka ülkelerde ad değiştirmek dahil benzer muameleler yapıldığında bas bas bağıran, hak talep eden ideoloji; söz konusu asimilasyona uğramış kendi topraklarındaki başka etnik kimliklere sahip yurttaşlar olduğunda, insan olduğunu unutuyor.

Bir de olayın, etnik bir kimlik üzerinden siyaset yapan, toplumdaki genel hassasiyetleri gözetmeyen bir uslupla ortamı geren, ve popülizmin temel argümanlarını kullanarak kendi tribünlerine oynayan; lafı sürekli geveleyip insan hakları ve demokrasi taleplerinin ötesine geçen gerçek niyetini saklayan siyasi bir kesimi daha var. Ve elbette tüm bu hallerden memnun olan, bu yangınlara körük sallayan ve adına dış güçler denen bir kesimle onun yerli işbirlikçileri de var.

Lafı fazla uzatmayacağım, insandan yola çıkarak bu ülkede olan bitenler ve gözlediklerim üzerinden bakarak temel inancımı Hotel Rwanda yazımın sonundaki: Ve etrafınızdaki insanları dilleri, dinleri, etnik yapılarıyla görmeyin, insan oldukları için sevin; işaretlemeyin!.. Çünkü birileri fena halde onu yapmanızı istiyor sizden; sizi yok etmek için... Siz istemeyin !.. Bazılarının; sanki bu toprakların insanı değilmiş gibi; özüne sözüne, şarkısına türküsüne, taşına toprağına, yazanına çizenine, yemesine içmesine, diline ninnisine yabancılaştığı ''bu güzel ülkeyi tutkuyla sevin'' cümlelerimle ortaya koymuştum evvel zaman önce...

Sorunun bölge açısından özel nedenlerini ve geçmişini de Öfkem Büyük yazımda iki farklı etnik kimliğin çektiklerini ve orada geçmişten beri süregiden ve sürekli kışkırtılan çatışma ortamının sonucunda yaşananları, babannemden dinlediğim anılardaki iki farklı olaydan yola çıkarak şu cümlelerle gözönüne getirmiştim: ''Kardeşlerim at sırtında kuşanıp giderlerdi, döndüklerinde göz çanakları kan kırmızı olurdu; tüm bunların vicdan azabından öldüler '' ve ''Mezarlara silahlar gömmüşlerdi, bir gecede ortalık kan gölüne dönmüştü. Bir gün baktık ki dağ taş bombalanıyor, emir verilmişki falan yerden öte taş taş üstünde kalmasın; yanımıza ne bulduksa aldık, yola düştük''

Sonra, çocuk gözümle gördüğüm de o günün olağanlığında önem arzetmeyen bir durumu bugünün sorunlarından baktığımda kısaca şöyle özetlemiştim:

Yıllar sonra sokak adlarının, adres tariflerinde adı geçen yerlerin nereden geldiğini buluyorum. Bunu babannenin ''Komşular olarak falancayı filancayı saklamıştık'' dediği cümlelerle bağlıyorum. Dedemin köy girişinde o neşeli haliyle başka dillerden selamlaşmalarını, o farklı farklı oldukları söylenen ama benim bir farklarını göremediğim insanları, o insanların dedemler öldüklerinde onların adlarını alıp kendi adları yapacak kadar sevdiklerini de gözümün önüne getiriyorum.

Ve geçen gün onu bir yere yolculamak için havalanına götürürken ve güncel siyaset üzerine konuşurken bir an farkettik ki benim kızkardeşimin adı Kürtçe! Aslında bunun öyle olduğunu biliyorduk. Ama o birlikte yaşama kültürünün içinde durum hiç farklı gelmemişti gözümüze, dilimize, gönlümüze... Ve hiç bir nüfus memuru, hiç bir kamu kurumu, hiç bir okul sorun etmemişti bunu... Ama etnik kimliği bir başka olan ya da ülkenin bir başka coğrafyasında yaşayan için Kürtçe bir ad sorun teşkil edebiliyordu. Bizim Türk ve o coğrafyanın dışında doğup büyümüş olmamız aynı ada bir başka bakış açısı ve anlam yüklerken, aynı ad bir başka etnik kimlikte ve coğrafyada göze batıyordu, sorun oluyordu. Ve bu ülkede diğer etnik kimliklerin en azından ad anlamında sorunu yokken bir başkasının sorunu vardı.

Tüm bunlar bir şekilde aklımın kıyısından köşesinden geçerken, gözümün önüne gelen her örnek; sorunun aslında halkın sorunu olmadığını, onların birbirleriyle hiç bir anlamda bir ayrışma içinde olmadıklarını ortaya koyuyordu. Sorunu her zaman ülkeleri yönetenler çıkarıyordu. Onların kendi bakış açıları ve etnik kimlikleri, insan olma düzeyleri ve iktidarı ellerinde tutma arzuları zalim olabiliyordu. Hatta oluyordu. Ve onların siyasal hırsları ve demokratik olmayan tavırları, katılımcılıktan uzak akılları, paylaşımcı olmayan ihtirasları ve savaşkan kimlikleri ortalığı yakıp yıkıp kin tohumlarını büyütüyordu. Tıpkı bizim çözmeye çalıştığımız olayın iki tarafındaki siyasetçileri gibi... Oysa devletin dini ve etnik kimliği olmamalıydı. Ve ülke adı ırksal anlamlar yüklenmemliydi. Her etnik kimlik kendi alanlarında, dernekleşip örgütlenerek kendi kültürünü yaşatabilmeliydi. Bu demokratik ve olağan bir hak olmalıydı. Bunlara müdahale edilmemeliydi. Türkiye adı tüm ırksal yüklenmelerden uzak bir vatan adı olarak söylenmeli, bilinçler öyle oluşturulmalıydı. Bireyler de bu yurdun etnik kimliklerini açıkca ifade edebilen yurttaşları olmalıydı. Zaten bu demokratik haklar zamanında verilmiş ve kimlikler insanların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri kadar ortada dursaydı... Başta feodalite olmak üzere devlet işine gelen yapıları oluşturmasaydı... Terör de zaten kendine uygun zeminleri bulamazdı. Ve ne yazık ki ortam öyle bir çorba hale geldi ki, bu ülkede dönem dönem yönetim erkini ve gücü elde tutanların bakışları yüzünden o bölgedeki her yurttaşa, ya da Kürt her vatandaşa potansiyel terörist gözüyle bakılmaya başladı. Öyle bakıldı. Ve çözüm diye devlet vatandaşlarını korumak adına onları yerlerinden yurtlarından edip göçe zorlarken, haksız yere canlarını yaktı. Aşını işini yaratıp güvenliğini sağlamak yerine...

Ve korkum o dur ki ve dilerim ki, çözüm için öyle ya da böyle bir yola çıkılmışken; Ken Loach'ın muhteşem filmi Ülke ve Özgürlüğe yaptığım yormun sonuna yazdığım şu cümle bir kez daha tekerrür etmesin: ''Ve her zaman olduğu gibi, çıkarsız inanmışlıkla ''çarpışanların'', çıkar hesapları ''iktidar''(!) olanlar tarafından tasviyesiyle biter''.

Bkz: Öfkem Büyük

Bkz: Hotel Rwanda'nın Hatırlattıkları...

Bkz: Ülke Ve Özgürlük

Görsel: JAMES VITO CORDASCO

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP