7 Mayıs 2009 Perşembe

Anayurt Oteli...


Türk Sinemasının en önemli yönetmenlerinden Ömer Kavur: Bireysel dinginliğini filmlerinde uslup olarak gördüğümüz; hayatın kıyısında köşesinde kalmış karakterlerin içsel çelişkilerini, arada kalmışlıklarını analiz eden derinlikli bir sinema diline sahip, sanatsal kaygıları olan, sinemayı asla ticarileştirmemiş, benim çok sevdiğim bir sinema emekçisidir. Türk Sinemasına kazandırdığı uslup yetişen kuşaklara rehber olacaktır. Eğer bir Türk Sineması ekolünden söz edilecekse bunun en önemli taşlarından biri Ömer Kavur'dur. Hayatımıza tıpkı filmlerinin geçtiği küçük hayatlar, gözden ırak karakterler gibi duygulu, nitelikli ama sessiz filmler katmış, saygıyı fazlasıyla hak eden usta bir yönetmen ve insandır.

Türk Edebiyatının en nitelikli ve derinlikli kişilik analizlerinden birini yapan; asosyallik üzerinden içine kapanık, çevreye yabancılaşmış bir erkeğin cinsel yönü ağır basan yabancılaşmasının kimlik arayışlarını anlatan Yusuf Atılgan'ın aynı adlı romanından(bu kitabı da okuyun demektir) çok ustaca; romanı okurken hayal ettiğiniz kasabayı, oteli, karakterleri, çok iyi yaratarak; özellikle, Zebercet'in iç dünyasının sunumu, gelgitleri, buhranları ve klinik sayılabilecek psikolojik bozukluklarının bütün evrelerini, son derece etkileyici bir anlatımla yöneterek romanın derinliğine yakışır bir sinemasal dil yaratan Ömer Kavur'un; 1987 Venedik film şenliğinde uluslararası film eleştirmenleri birliği ödülü almış; canlandırması çok zor olan ifadesiz bir suratla çok şey ifade etmeyi çok iyi başaran Macit Koper ve Serra Yılmaz'ın, romanın önemli karakterlerinden''gecikmeli Ankara Treni'yle gelen kadını'' canlandıran Şahika Tekand'ın(ki ''cuk'' oturmuştur bu role) olağanüstü oyunculuklarıyla yer aldıkları, sonuçların niyeleri üzerine de çok derin analizler ortaya koyan; bence Türk sinemasının en önemli ''başyapıt''larından bu filmi mutlaka izleyin(tabi bulursanız:), kitabı da mutlaka okuyun...

Sinemamızda, hem oyunculuklar adına hem de film yapmak adına nelerin de yapılabildiğinin en önemli kanıtlarından biridir bu film... Ve Türk Edebiyatı'nın en önemli romanlarından biridir kitap.

Yusuf Atılgan'ın diğer önemli kitabı ''Aylak Adam'' üzerine yazılmış güzel bir yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

İŞTE BÖYLE...


12 öğretim yılı okudum.En bahtsız zamana denk geldi bizim yıllar.

Biz başlayınca, ilk öğretim 8 sene oldu.

8 sene bitince ismi değişen bir sınava girdik.

O esnalarda açıklama yapıldı, liseler 4 yıla çıkarıldı.

Hazırlık seneleri kalktı, bazı liseler ortadan kaldırıldı

O 4 yılı da okudum.

4 yıl sonunda da bir sınava gireceksin dediler;hala gireceğiz.

Sonra bir de dediler ki; bu, sizin son böyle sınavınız, seneye sistem değişiyor, bir de zorlaşıyor.

Bizde, eh! dedik.değiştirin bakalım.:)



Halen annemin kucağından indirilip çıktığım, ilk okulun ilk merdivenleri var hatırımda...

Halen ilk beslenme çantasına tuhaf tuhaf bakan, sınıfındaki arkadaşlarından bir yaş ufak mavi önlüklü kızım.

Halen ilk okulun ilk sıraları cila kokuyor.

Halen ilk kalem açacakları ilk kurşun kalemleri açıyor.



Bitince başını düşünüyor insan.

Bitince, bitmesi için edilen duaların komikliğini,bitmesi için kurulan hayallerin saçmalığını düşünüyor.

Bitince, elimizden avcumuzdan bir yanımızdan birşeyler alındığının farkına varıyor.

Bitince, kaldığı yerde kalıyor insan.



27 Nisan pazartesi...

Okulun son günü.

Sınıf tam.

İki sınav var o gün.

İkisini de verip çıkıyoruz.

5.ders saati.

Herkes sırasında...

Kimsede çıt yok.

Herşey bitmiş.

Not kalmamış, sözlü yok sınav yok ...

Herkes boşlukta an'ı anlamaya çalışıyor.

Kimsede çıt yok;

hocayla bakışıyoruz...

Bir daha aynı sıralara oturma fırsatımızın olmayacağının farkına varıyoruz.

Bir daha aynı üniformayı giymeyeceğiz, bir daha İstiklal marşı okunmayacak, bir daha hocalardan tırsmayacağız.



Bir daha buraya gelmeyeceğiz.



Sınıf hocası bişeyler söylüyor.

Kendimi düşünüyorum, ben ne yapacağım şimdi?

Herkes birşeyler söylemeye başlıyor.

Her ağızdan bir ses sonra...Helallik alınıyor.

Herkes kucaklaşıyor.

Birileri gülüyor.

İnanılmaz bir gürültü var sınıfta,

bir kahkaha havası,

"aramayan ölsün" nidaları ortalıkta.





Düşünüyorum.

Herkes bu durgunluğuma şaşırıyor.Böylesi anların en yırtık, en sesli kızıyım ben.

Sırama adımı kazıyorum..."captaiin".

O sınıfın kapısından çıkarken, dönüp son kez nasıl bakacağımı düşünüyorum.

Herkesi kucaklıyorum.

Gidiyorum...

Nisanın 27 sinden aklıma kazınıyorlar, nisan 27 içimi buruyor, büküyor, zedeliyor.





27 Nisan tarihimden hafızama kazınanlar...


Emre...

4 yıl beraber okuduk ve sıralarımız arka arkayaydı, 1.80 boyunda, ince bir gençti kendisi.

Hiç kimse onun kadar delikanlı, onun kadar samimi olamazdı.

4 sene her gün, günün belirli saatlerinde ben yanımdaki kankam ve Emre'nin yanındaki Bayram'la sohbet ettik.

Herşeyden her konudan...Onunla sohbet vazgeçilmezdi.

Savunucuydu, yanındaki kıza toz kondurmaz, laf söyletmezdi.

27 nisan günü Emre'ye kocaman sarıldım.

Sonra söyledi: "Captaiin arkadaşlığın paha biçilmezdi."



Bayram...

4 yıl Emre'yle yan yana, benim arkamda oturdu.Ondaki millet sevgisi, vatan aşkı kimsede yoktu.

Son sene apoletli bir kazakla dolaştı, son 3 yıl başkandı, onun polislik hayalleri kaldı aklımda.

Bir de, tez zamanda evlenip 3 tane çocuk yapmak.

Onda mükemmel bir okuma hevesi,bilgi ve sakinlik vardı.

Bizim sohbetlerin temeli de buydu ya! "Hoşgörü".

Bazen, çekilip kenara, onla çok özel konuşurduk.

Babasını anlatırdı.

Ailesini,çıkmazlarını,sıkıntılarını...

Memlekete çok üzülürdü.

Bayram'a da koskocaman sarıldım.

Eyvallah.



Tugay...

Son 1 senedir birbirimize tek kelime etmedik.Biz küslüğümüzün sebebini unutmuşken, yıl doldu.

Tugay için elimden gelebilecek her şeyi yaptım.Mükemmel bir arkadaştım.

Ne oldu, ne yaptık birbirimize hatırlamıyorum; ama küslüğün sebebinin kayda değer bir tarafı yoktu, eminim.

Onu çok çok çok sevdim.Sabahlara kadar kızlardan çektiklerini dinlerdim.Yaz tatillerinin iş arkadaşıydım.Sahil içmelerinin olmazsa olmazı...

O değişti.Zaman ve yaşadıkları onu tümden başka biri yaptı.

Ben de, yüklendim ceketimi omzuma, çıkıp gittim.

Yüz yüze bakmayalı bir yıl olmuştu ki...

27 nisan 6. saat helallik vakti...

Onu, uzaklardan bir yerden, biraz kuytudan izledim.

Gelmemi beklediğinden adım gibi emindim, elimi uzatsam o elin boş kalmayacağından da emindim.

Cesaret edemediğimden değil, gurur yapmanın da hiç vakti zamanı değildi hani!..Ama eksikliğini hissetmediğin bir şeyin,yerinde olması için de çabalamanın bir anlamı yoktu.(öyle sanmışım)

Helalleşmelerin içinde bir an göz göze geldik,durduk.

Kalkıp yürüdüm, elimi uzatırken onun eli uzandı ve sarıldım.

Ama ne sarılma.

İki gözüm çeşme gibi akmaya başladı, hiç bu kadar hızlı ağlamamıştım.

Sımsıkı sarıldım,öptüm.

Birkaç dakika sarsılmışız.Bir baktım Tugay benden çok ağlıyor.

O sınıfta, 4 yıldır ilk kez bir erkek ağladı.

Manyaklar gibi ağladık.

Kulağına fısıldadım.

Biz niye küsmüştük...?



Gün bitti.

Zil çaldı.

Çalan son zilimizdi bu.

Mutluydum.





Gerisin geriye...

Bütün eğitim hayatım boyunca çok az kız arkadaşım oldu.

Lise sıralarında ise yalnızca bir kız arkadaş edindim.Diğerlerindense bir biçimde nefret ettim.

Bütün erkekler kankamdı.

Cazgırlık edip hiç bir kavgaya karışmadım.

İddia kuponlarına yatırdığım parayla bir üniversite öğrencisi burslu okuyordu.:)

Güya fix tüyo almışlarda:“captaiin ortak kupon yapalım bu sefer tutacak”.(hep böyle yediler paralarımı)

Hocalarımdan yalnızca birine saygısızlık ettim; ki, o da hak etti.Müdürdü kendisi...

Bizim fizik derslerine girerdi son iki sene böyle oldu.Geçen senenin son zamanları, onun aşağılayıcı ve tutucu tavrına sinir olup,birkaç siyasi akım hakkında ani çıkışda bulundum.

Anarşizm üzerine bir cahil gibi konuşuyordu,bende tutamadım kendimi...

O gün, beni dersten çıkarıp bekleme salonunda 1 saat tuttu, sonra babamı okula çağırdı.

Akşam, babam tarafından feci biçimde haşlandım.

Ama babamın bu kadar kızmasının sebebi savunduklarım değil,hocaya olan çıkışımdı.

O günden sonra adım anarşiste çıktı.

O günden sonra müdür beni defalarca,bir sebepten ötürü okula almadı.

Bazen etek boyum, bazen saç rengim, bazen ayakkabı rengim, bazen çorabımın laivert değil siyah olması.

Ondan sonraki fizik derslerinden bir şekilde(yandakiyle konuşma,arkaya dönme vs…) 8 kez dışarı atıldım.Ama o sayıyı bir 10 yapamadığıma yanarım.:)

Millet arkada okey çevirirdi, ama bir biçimde ben göze batardım.

Her neyse; ama müdürden, yani müstakbel fizik hocamızdan bir türlü nefret edemedim.

Geçen ay, son fizik dersimize girdiğinde elinde 70 sene(çok ciddiyim)öncesine ait fizik kitabı vardı yine.Biz 2 yıl o kitaptan ders işledik.

O haşat kitabı koyup masasının üzerine, “evet arkadaşlar size anlatacağım fiziğin tamamını anlattım.Fizik dersi bitmiştir.” deyip, kitabı kapadı. ”Sorusu olan?”

O an içimdeki vicdan azabını anlatamam.

Ulan bir kere olsun o fizik dersi dinlenmez miydi?

Evet bir kere bile dinlemeden fizik dersi bitti.:)



Onu dışında belki bir milyon kez okuldan kaçtım.Ah o tellerde pantolonlarım mı yırtılmadı?Eteklerimi rüzgar mı almadı?Düşmedim mi?

Bazen sırf heyecan olsun diye okula çitlerden atlayarak girerdim.



Deli gibi kopya çektim.Ölümüne çektim bütün kopyaları.Bir kere bile yakalanmadım.

Ama hiçbir sayısal dersten yandakine bile bakmadım.Bütün kopyalar sistemine küfrettiğim eğitiminin bize zorla işletilen sözel dersleri içindi.

İnadına:Hala cinaslı kafiyeyle tunç kafiyenin ne olduğunu bilmem...



Her neyse.

Bir biçimde bitti.

Bir an büyüdüğümü sandım.

Hâlâ anamın kucağındaydım.

5 Mayıs 2009 Salı

Hayvanlar!..

Saat 19:05... Televizyonda bir kız çocuğu hıçkırıklara boğulmuş, kimseler tutamıyor... Yakarışları can yakıcı, en çok da, gözyaşı ve feryada bürünmüş şu cümlesi: ''O benim ablam değil, annemdi... Benim, annem öldü!''

Ben orada koptum... Yokum artık!..

Bu Blogları Öneriyorum Çünkü Ben Çok Seviyorum

Bu aleme bulaştığım ilk günden beri izlediğim ve seyrek yazıyor olsalar da, gencecik(15-16) yaşlarına rağmen kocaman sözleri olan sevgili arkadaşlarımın çok sevdiğim, biri ortak olmak üzere dört blogunu önermek istiyorum sizlere... Seveceğinizden ve onlara destek vereceğinizden eminim. Çünkü, yazma konusunda ve dünyaya bakışları açısından çok yetenekli olduklarına inanıyorum ben; ve onların her yeni yazısı beni çok mutlu ediyor. Okumak, ya da en azından bir göz atmak isterseniz; bloglarına resimleri tıklayarak ulaşabilirsiniz.











3 Mayıs 2009 Pazar

New York Yansımaları, Synecdoche, New York


Bir tiyatro yönetmeninin yaşamını, kendisiyle bir şekilde ilişkilenmiş insanlarla birlikte anlatan; teatral göndermeler içeren farklı bir sinema dili kullanan; ölüm, yaşam, korkular, hastalık, aile ve ilişkilerden söz eden; gerçekle hayalin birbirine girdiği son derece durağan ve karmaşık yapısına rağmen sürekli bir merak duygusu yaratan filmi izlerken, aslında, çok şey anlayıp ama anladıklarımla film üzerine bir yorum yazamayacağımı, o karmaşa gibi duran hali yazıya dökemeyeceğimi düşünür haldeyken; bu filmin, bir ikinci kişiyle izlenmesi halinde üzerine ne kadar çok şey konuşulabileceğini ve aslında o karmaşık ve durağan yapıyla bu iki kişilik sohbetli seyrin, ne kadar uygun ve keyifli olacağını düşündüm.

Bir gerçeküstülük halini duyumsadığınız ama aynı zamanda o hallerin gerçek hayattaki karşılıklarına baktığınız, varoluş üzerine sorular sorup, anlatım garipliklerini farklı bir mizahla ve çok iyi oyunculuklarla önünüze döken, farklı bir sinema şöleni bu film...

Bende garip bir şekilde ve sürekli; sanki iki kişi izleyip bir sinema ve sohbet keyfi haline döndürülebilse, hani bira ya da şarap eşlik etse o an'a, çok hoş bir sinema akşamı yaşatabilecek bir filmmiş duygusu yarattı. Çok keyifli bir yemek akşamının gecesinde izliyor olmanın hafif çakır halinden mi bu duyguyu aldığımı da düşünmedim değil, bugün bu yazıyı yazarken... "İyi düşün!" dedim kendime... Kendim ısrarcı düşüncesinde, değişen hiç bir şey olmadı şu an itibariyle o düşüncede ...

Hatta, gecenin o vaktinde izlerken filmi; ısrarla, birlikte izlenecek kim konusunda bir isim zikretti aklım bana... Sanki bu filmi izlerken, filmden hareketle, davranışlar, olaylar ve gerçek hayattaki karşılıkları üzerine en birbirine yakın ve en ortak düşünceleri onunla çoğaltabiliriz gibi geldi bana... Hatta, dün akşam oluşan bu hissiyat konusunda bugün daha sağlıklı bir kafayla baktığımda emin olduğumu söyleyebilirim, ''O kim?'' konusunda.

Ve hatta, buradan bir de oyun çıkarsam mı acaba diye de düşünmüyor değilim. 'O kim' blog yazarlarından biri deyip isim vermesem. O isime Blooxo'dan bir mesaj atsam. Sonra o, mesajdakileri yapsa ve oradan bir yazı çıksa... Eğlenceli ve merak ettirici bir hareket yaratır mı alemde bu düşüncem...Ve yeni bir oyun olur mu bu? Acaba?

Filmde tıpkı bu yazı gibi işte!.. Derdiniz sinemaysa, kesin izleyin.

"Ben film izler, keyfime bakarım" diyorsanız da, izlemeyin! Sıkılırsınız çünkü...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP