28 Nisan 2009 Salı

Bir Kitabın Sadece Bir Kitap Olmadığı Bir Durum Üzerine...



Küçük sehpanın üzerinde duran kitabın olduğu odadaki adamı tanıyorum. O kitabın, onun gönlünde durduğu yerden bakınca üzerine yüklenmiş duyguyu, coşkuyu, telaşı, yaşanmışı ve emeği görüyorum. Adam, hem eski bir tanıdığım, hem çok iyi bir dostum...

Yüzüne bakıyorum; kitaba bakıştaki gülümsemesini kazıyorum aklıma... ve biliyorum...

''Nereden biliyorsun?'' derse okuyucu, dedim ya! Adamı taaa çocukluktan beri tanıyorum... Nereye, nasıl, ne gözlerle baktığını da biliyorum; gördüğünün ne olduğunu da...

Şimdi, o kitaba bakıştan anladığımı anlatayım size; yanlışsam, sadık bir okuyucum olarak düzeltir beni, bunu da biliyorum. Eğer ki bu blogda üç beş güne çıkmazsa yanılmışım başlıklı bir yazı, demek ki ben bilmişim keyfi hüküm sürmekte bende, bahçede, masada, gözlerde, ağacın üstündeki kuşa kalkan usul bir bira bardağında...

O kitap, bir kadına alındı; adım gibi eminim! O'na gidecek olan en çok seveceği bir şey olsun diye en çok da!.. Ve arandı kimbilir kaç kitapçıda, O'na bir kitap... Farklı olmalıydı!.. Ama, bildik ve sevdik de aynı zamanda...

Arabadan inildi yağmuru hissetmeksizin! O'nun için aramanın keyfi, telaşı, heyecanından öte; ne yağmur görüldü, ne çamur, ne belirsizlikler, ne başka bir şey, ne sorular... Aslında kitabı ona gitme fikri kafasında oluştuğunda, haftalar öncesinden görmüştü... ''Daha özel bir şey bulur muyum?'' diye aranmıştı uzun bir süre daha... Hiç bir kitapçıdaki hiçbir kitap, o kitabı aşamadı. Tekti!

Karar o kitapta kesinleştiğinde ve sonraki günlerden birinde onu almaya giderken telaşlandı; ''Ya satıldıysa'' diye... Aslında, çok özel bir göz lazımdı, bunu biliyordu... Ya o gözlerden biri gördüyse korkularıyla girdi dükkandan içeri... Doğrudan o rafa yürüdü ve o rafın en üstüne, saklıda duran yerine baktı kitabın... Tıpkı çocukluktan bildiğim coşkusuyla sevindi.

Sonraki dört haftayı o kitabın verileceği ânı, gözdeki ışıltıyı bekleyerek geçirdi; ve belki de, yanağına kondurulacak küçük bir öpücüğü...

Her o odaya, onun ziyaretine geldiğimde; o kitap, o sehbanın üzerindeydi; önemliydi! Ve o: kitapları, sevdiği bir heyecana alma sürecindeki heyecanın tadını çok severdi.

O tat, bir ömrün kaç keresinde vardır ki?

Bugün, sanırım dört ya da beş hafta sonra, kitabı aldı sehpanın üzerindeki yerinden; ben yanındayken... Haftalardır ayrıda duran poşetine koydu. Eminim ki içine yazacağı notu gideceği güne saklıyordu; hatta ne düşünüp ne yazacağını da bildiğimi söyleyebilirim, üç aşağı beş yukarı...

O kitap, yine gider mi gideceği yere bilmem, giderse başkasıyla değişir mi? Onu da bilmem... Ama, o kitabın ilk sayfasına yazılacak olanın, büyük olasılıkla değişeceğini biliyorum.

Dedim ya, adamın yüreğini çok iyi tanıyorum! Dostum benim... O yüzden, her bir satıra bir sürü duygusunu katık edip yazabilecekken...

Kısa kesiyorum.

27 Nisan 2009 Pazartesi

NBA; Yılın Çaylağı: Derrick Rose ...


La Paragas NBA uzmanı Mussano: Aylar önce sezon başlarken, bu yeteneği görüp; oyuncuyla ilgili üzerini tıklayarak ulaşabileceğiniz, Derrick Rose...Yeni nesil oyunkurucu! başlıklı, çok ayrıntılı bir yazı yazmıştı.

Kendisiyle gurur duyuyoruz.:))

La Paragas

26 Nisan 2009 Pazar

(Bu) Pazar'ların Bir Anlamı Olmalı... Mı?


Bir adam bu sabaha uyandığında, düş'e düş(en) aklına çarptı... Akıl defterinden şunu çıkardı: ''O soğuk ve bembeyaz bulutların arasından kendini ve sıcağını göstermeye çalışan yaramaz bir güneş ışını olup direk gözlerine vurmak istedim bu sabah. Ve içine dolan sıcaklığın bir tebessüm gibi yüzüne yayıldığı bu günde gözlerini kırpıştırarak sadece bana, en çok bana uyanmanı... Uyandın mı :-)''

 
Sonra ağrılı bir gecenin notunu çıkardı aklının defterinden: ''Suçu ihmallerime yüklüyor; iki doz ağrı kesicinin kucağına bırakıyorum kendimi. O usul usul dindirirken ağrımı; düş usulca sokuluyor yanıma. Uyandırmamaya gayret ederek sarılıyor sırtımdan; başını gömüp iki omuzumun arasına, kokumu çekerek içine davetsiz ve sevgili; sıcağına ekliyor beni.''


Sonra daha farklı bir sabahın notunu çıkardı: ''Uyandırmak istemedim, usulca sokulup yanına uzanıverdim. Biraz uyudum biraz seni seyrettim, ve sonra sen uyanmadan dudağının kenarındaki o tebessüme bir öpücük kondurup geldiğim gibi usulca gidiverdim. İyi bir gün geçirmen dileğiyle kocaman bir günaydın sana,'' notunu bırakıp gittiğini sansa da (düş), kocaman kollarımla onu sarmalıyıp yol yorgunu saçlarının kokusuna masallar anlatıp, uyuttuğumu fark edemedi...


Sonra bir başka pazar akşamüstünün şu notunu: ''Elimde kahve kokusu, oralarda bir yerde bir kafede oturmuş seyrediyorum; soyut resimlere bakanın somut halini...Hatta; bir şeyler atıştırılan bir masada, gözlerim onun gözlerinden görüyor; kulaklarından duyuyorum belki her şeyi, ellerim ellerinde ısınmış, kalbi bende atıyor:))''


Yine başka bir pazar sabahının şu notunu çıkardı akıl defterinden: ''Bugün gecenin güne kavuşma vaktine uyandığımda, çarşaf denizin üzerine doğmaya başlayan güneşin denize vuran renklerine baktım. Henüz saklıda duran güneş, denizin üzerine ''geliyorum'' diyen ipuçlarını atıyordu. Bu anlara hiç tanıklık etmemiş biri için sadece denizin üzerinde yakamozların oynaştığı bu an, birileri için güneşin varlığını farketmek(mi)dir?  O birileri, o anın güzelliğine bakarken ve bunun tadını hissederken daha büyük, daha sıcak, daha dokunan anın arkada olduğunu bilirler(mi)?''


ve düş(en) mesajın şu cümlesine tebessüm etti: ''...onca şey varken misal aşkla falan çarp değil mi?'' Aklı, adamın içine ne düşündüğünü sordu... Adam, gönül defterinden gülümsedi; şefkatli ve kendi olan gülümsemesiyle...



fotoğraflar home made...

25 Nisan 2009 Cumartesi

Blog Party !..:))


Bir cumartesi akşamı sevgili Evren'le yazılarımıza karşılıklı yorum yazarken ve tesadüfen ikimizde kafa çekiyorken; blog üzerinden biraz da sohbet etmiştik. Bir içki tarifinden yola çıkarak gelişen yorumlaşma sırasında, onun Bir Dileğim Var yazısına yapılmış yorumlardaki neşe üzerine bir fikir atmıştım ve aramızda şöyle bir diyalog gelişmişti:

''Baharın etkisi midir bilmem ama bir gülümsemedir gidiyor her yerde... Hatta bir kaç gün üst üste gülümseme ikonları eksik gelen mailler bile bugün şakıyor. Raglalasak mı hazır toplanmışken:))''deyince ben; ''Kesinlikle raglalasak diyorum buraneros, (mı) sı fazla olmuş:)) Saatlerimizi ayarlıyalım mı ne dersin:)))'' diye yanıtlayınca Evren. Ben de, o anda biraz da espri olsun duygusuyla ''gelenek olup, bloglar üzerinden blog partileri düzenleniyormuş bir bakıyorsun:)) diye yanıt vermiştim. Evren buna katılıp şu ilaveleri yapmıştı üzerine: ''Harika olur düşünsene evindesin, istediğin müziği dinliyorsun, üstünde ne olup olmadığı bir tek seni bağlıyor... nasıl içtiğinde... alabildiğine yalnızsın, alabildiğine kalabalık o anda...''

O günden beri bu konuyu, daha doğrusu fikri yazmak konusunda düşünüyor ama uygun ortamı bulamıyorum. Şimdi akşam üzeri güneş dağların üstüne yaklaşmış, çekilme hazırlıkları yaparken, papatya tarlası bahçede tahta masalardan birine oturmuş usul bir birayla akşamın tadına varırken yazasım geldi. Kısmet bugüneymiş demek.:))

Her ne kadar bir Zihni sinir projesi gibi dursa da, şakayla ortaya çıkmış olsa da bu fikir; sonuçta, hepimiz yorum sayfalarında bazen sohbet tadında karşılıklı üç beş kelam ediyoruz. Bu olay da onun haftasonu yalnızları için daha gelişkin bir versiyonu olabilir di mi?:))

Nasıl olur bu iş? sorusuna yanıt olarak aklıma gelen yöntem şu: Parti sahibinin blogunda o gün açacağı parti sayfasında davet saatinde toparlanıp, davetin olduğu saatten itibaren laf lafı açar bir sohbet yapılabilir. Ya da bir konu saptanıp onun üzerinden lafa girip, taa nerelere gidilebilir kimbilir:)) Kimi partinin sonuna kadar kalır, kimi isterse şöyle bir uğrar gider. Partinin sonunda ev sahibi isterse ortalığı siler temizler. İsterse de partinin izlerini alır saklar.

Şakayla karışık bir sohbette ortaya çıkmış bu fikri bugün tartışmaya açıyorum.:)) Eğer; '' ya hakikaten olabilir!'' derseniz, fikirlerinizle katkı yapıp konuyu daha da olgunlaştırabilirsiniz. Keyifli partilerde görüşürüz umarım:)) Belki ilerde yapılabilecek canlı partilere vesile olur, kimbilir:))

Diyalogun tamamı için Bir Dileğim var adlı yazının yorum kısmına bakabilirsiniz:))

24 Nisan 2009 Cuma

Fark Nerede


Bir kaç ay evvel, güneydoğuda eylemlerde kullanılan çocuklar için bir yazı yazmıştım, bir milletvekilinin basın toplantısında bir soruya verdiği yanıt üzerine... O gün, devletin kırk yılda bir aklına gelen iyi niyetli tavrından söz etmiştim. Dün sanki devlet normaline döndü... Bu olumlu tavrı sürekli kılmak bu kadar zor mu ki insanı yazdığı yazıya pişman ediyorlar. Beni neredeyse daha önce yazdığım yazıda ettiğim söze pişman eden olayı kısaca anlatmak gerekirse; akşam televizyonda bir çoğumuzun izlediği, izlemeyenlerin en azından bugün gazetelerden okuduğu, Hakkari'de eylem yapan çocuklara müdahale esnasında bir polis memurunun bir çocuğu feci şekilde dövmesiydi.

Biraz geniş bakıldığında bu olay sizce bireysel diye nitelenebilecek bir eylem miydi? Bence değildi. Diyelim ki çocuğu acımasızca döven polis bireydi, eylem de bireysel. Peki olay yerindeki onca devlet görevlisi neydi? Bir kişi bile mi çıkmaz bir ambulans çağırmak için... Sonradan olay yerine gelerek, çocuğa ölmüş mü diye bakıp sonra çekip giden polis ötekinden daha mı az sorumluydu?


Osman Baydemir söyleme biçimi açısından en uzak durduğum ve sempati duyamadığım bir insandı. Ama seçim öncesi bir oturumda izlediğimde düşüncelerim değişmişti. Bir takım eylemsel düşüncelerine katılmasam da söyleme biçimini sevmiş, onun gözünden bakarak anlamış, sempati duymuş, bunu da yazımda belirtmiştim.

Dün 23 Nisan'dı, bayramdı. Hepimizin, en çok da çocukların bayramıydı. Oraya katılmamak bir protesto yöntemi olamazdı! Olmamalıydı. Protesto yapmanın önünde engel yoktu ki; yürekli bir adam için binbir yolu vardı. O bayramı, bugün karşı durulan insanlar yaratmamıştı. O bayramı Türkiye halkı kavramını ortaya atan M. Kemal Atatürk yaratmıştı. Bayram, bir çok farklı kimlikten oluşmuş Türkiye halkının bayramıydı. O bayram çocuklar ve Atatürk demekti! En çok da ulusal egemenlik!.. O Kurtuluş Savaşı' nı aklı başında herkes bilir ki bu ülkedeki farklı etnik kimliklere sahip, farklı anadilleri olan insanlar yan yana omuz omuza vermişti.

Bu ülke tarihinin değişik dönemlerinde yönetim gücünü elinde tutanlar; her etnik kimlikten, her dilden, her dinden insana haksızlık, ayrımcılık, işkence, zulüm yapmadı mı? Yaptığını aklı başında hiç kimse inkar edebilir mi, görmezden gelebilir mi?

Ama sürekli barıştan kardeşlikten söz ederken bu ülkenin önderi tarafından yaratılmış bir bayramı: "Her şeyden önce ülkede demokratik tahammül kültürünün ve kabul kültürünün gelişimine ihtiyacı var. Törenlere katılmamamız çok anlamlı ve çok ciddi bir mesaj" sözleriyle bugünkü yöneticilere karşı bir eylem halinde protesto etmek neyin nesi? O zaman bir takım kafatascıların söylemlerini haklılamıyor mu bu? O zaman demokratik tanımlar yüklemenin anlamı var mı verildiği söylenen mücadeleye...

Sürekli barıştan ve kardeşlikten söz etmenin anlamı bu eylemin neresinde? O bayram, karşı çıkılıp varlıkları protesto edilen adamların bayramı mıydı sadece? O bayram; bu ülkede yaşayan herkesin, en çok da çocukların bayramı değil miydi? Oraya gelmemek aynı zamanda bayramı da protesto etmek ve tanımamak değil miydi? En büyük tehlikenin kutuplaşma olduğu bir ülkede, toplumda kutuplaşmanın bu kez bir sivil siyasetçi tarafından yaratılmış hali değil miydi bu eylem? Çocukları eylem alanlarına sürmenin çakalca bir uyanıklık olduğu, bu tür eylemlere müdahale edileceği aşikarken çocukları oralara süren büyüklerin, oluşacak sonuçlardan propaganda olanağı yaratma mantığı güttüğü uzak bir olasılık mıdır? Ahlaklı mıdır?

O zaman devlet ile sivil bir belediye başkanının, demokratik tahammül kültüründen ve kabul kültüründen söz eden siyasetçinin, aynı gündeki olaylar karşısındaki tutumlarının farkı ne?

Resim:Home made,ve çiçekler taze:))

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP