9 Nisan 2009 Perşembe

Ne Ruhmuş Bu Ruh, Allah Korusun Demek Mi Lazım?

Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış "Biz Avrupa Birliği’ne (AB), önümüze koyduğu her şeyi kabul etme mantalitesi ile gitmiyoruz. AB’ye Davos ruhu ile gidiyoruz.'' demiş...

İlk kez Davos ruhu söylemini ortaya koyduğunda Turgut Özal, şimdi hatırlayamadığım biri tuz ruhu benzetmesi yapmıştı.

Davosu ve benzeri toplantıları içeriği ve yararı anlamında yorumlamak istemiyorum. Benim için bu tür toplantılarda sizin sergilediğiniz bağımsız, dik ve tutarlı duruş önemlidir. Ve özünde katılmaktan yanayımdır. Ama kendi sözlerinizi söylemek kaydıyla...

Bugün Egemen Bağış'ın sözlerinin ne anlama geldiğini; gördüklerim, tanıklıklarım ve kendi algılamam üzerinden düşündüm.

Düşündüklerimden kısa bir özeti de son günlerde tanık olduğum bir takım olaylar örneğinden yola çıkarak yazıya dökesim geldi.

Ne yapmıştık mesela çok yakın tarihlerden birinde; Bağış'ın öğündüğü ve şiar edindiği Davos ruhunu hayatımıza katan ''one minutes'' destanını eklemiştik tarihimize... Ve bir de halkın onurunu kurtarıp, sevinçten sokaklara döken bir kahramanımız olmuştu.

Ne olmuştu Bağış'ın simgeleştirdiği ruhun olduğu yerde kısaca bir hatırla bakalım dedim kendime. Önce bir sürü laf edilmişti bir devletin başına, içeriğinde çok doğru cümleler de olmak kaydıyla... Sonra bir modoratöre posta koyulmuştu. Onca bağırtı çağırtıdan sonra hemen bir basın toplantısı düzenlenmiş, aslında muhattap bir başka devletin başkanı hatta top yekün bir milletken, onca sözden çark edilmiş ve bütün öfkenin nedeni olarak modoratör gösterilmişti .

Toplantıda sergilenen tavrı, duruşu sürdürememek, söz konusu ülkeyle ilişkileri sözlerin şiddetiyle doğru orantılı düzeye çekememek de gözümüzün önündeki süreçte apaçık görülmüştü. O sözlerin neresindeyiz şimdiye hiç girmiyorum.

Mesela daha bir kaç gün önce Nato toplantısında çok haklı nedenler ve çekincelerle, şiddetle ve sert ifadelerle karşı çıkılan Rasmussen hemen ertesi gün ve bir takım sözler alındığı iddiasıyla bir anda Nato'nun genel sekreteri oluverdi. Verildiği söylenen sözlerin somut hallerini biz görebildik mi? Söylenenlere göre önümüzdeki süreçte görecekmişiz... Ben eminim göreceğimizden!

Fransa'nın bizim Avrupa Birliği ilişkilerimiz konusundaki tutumu ortadayken... Sarkozy, pervazsızca da olsa en azından tutarlı ve dik ifadelerle bize neden karşı olduğunu apaçık ortaya koyuyorken ve Rasmussen'in fikriyatını biliyorken, iki önemli konudaki veto hakkımızı hem Rasmussen'e hem de Fransaya karşı kullanma olanağımız da varken, kullanamamış olmamız nasıl bir babayiğitlik ve nasıl bir ruhtur ki; bütün bu dış politika zikzakları, tutarsızlıkları bu kadar örneklenesi ve övünülesi bir simge halinde göze sokulabilmektedir.

Ufuk Güldemir'in henüz Cumhuriyet Gazetesi Amerika muhabiriyken, Kanat Operasyonu adı altında bir yazı dizisi yayınlanmıştı gazete de; sonra kitabı da çıktı. Bence, hem uluslararası ilişkilerin insan ilişkilerinden ve algılamalarından ne derece farklı olduğunu, hem de dikta dönemlerinin ve benmerkezci bakışların ulusal çıkarlara verdiği zararları yakın tarihli somut bir durumdan anlamak adına; her Türkiye vatandaşının okuması gerekir diye düşündüğüm bu kitabı da, yeri gelmişken önermek isterim. Çünkü çok önemli tarihsel bir süreci ve kararı anlatan, çok önemli bir belgedir. Kanat Operasyonu denen olayın içeriği son yaşadıklarımızla işleyiş açısından bire bir örtüşmektedir. Orada da Kenan Evren, Amerikalı general Rogers' ın sözünü referans alıp güvenerek, Yunanistan'ın Nato askeri kanadına dönüşüne izin vermiştir. Sözler tutulmamış. Biz de en önemli kozunu elden çıkarmış, Yunanistanla ihtilafları konusunda çok daha dezavantajlı bir hale bürün(dürül)müşüzdür.

Uluslararası ilişkilerin enseye dokunmak, kola girmek, öpüşmek, küçük adlarla seslenmek, düğünlerde şahit yapmaktan ne kadar farklı bir şey olduğunu, kişilere, verilen sözlere değil de, somut belgelere hatta onlarında ötesinde somut sonuçlara dayalı olduğunu anlamak, öğrenmek için yeteri kadar yaşanmışlığı olan bir ülke vatandaşı olarak; Egemen Bağış'a akıl fikir için dua etmekten öte elimden bir şey gelmiyor şimdilik...

7 Nisan 2009 Salı

Yeni Amerikan Silgisi:Obama


Bugün kuştüyü yastıklar üzerinde bir hayatla kucak kucağayım, güneş bir başka parlıyor...

Kışın bütün kirleri kalktı; uçtu, gitti ve bitti... Gülüyorum...

Ağzım kulaklarımla enseye tokat bir samimiyet içinde. Mutluyum; hem de, ne mutlu Türküm demeden... Dünyalar benim !

Dün öyle güzel şeyler yaşadım, öyle mutlu anlara tanık oldum ki; ölsem gam yemem...

Aha buraya da notlarımı düşüyorum ki; torunlarımı göremezsem, dilimden anlatamazsam bugünleri; onlar okusunlar diye...

Ya yok böyle bir mutluluk, aha bu yaşa geldim ben görmedim. Gören varsa beri gelsin.

Dün mesela, emperyalizme karşı dünyanın en zorlu ulusal kurtuluş savaşlarından birini vermiş bir ulusun kanla kazanılmış özgürlüğünün ve bağımsızlığının simgesi bir mecliste, dünyanın en emperyalistinin başkanı ''Evet'' dedi ya! Hani Türkçe konuştu. Ben de müslümanım türünden bir şeyler söyledi. Yurtta sulh dünyada sulh dedi ya bir de... Ve ben de buna tanık oldum, birde üstüne üstlük yedim ya tüm bu samimiyeti, var mı bundan ötesi?

Meclisimizin değerli vekillerinin üzerlerine düşeni yerine getirip, asıl kimin vekili olduklarını gösterdikleri sahne göz yaşartıcıydı. Ufak bir kıskançlık ve kızgınlık içimde kayır kayır kaynasa da, her ne kadar benim gibi güzel öpememiş olsalar da; vekillerimizin o hayranlık dolu bakışları, o şarklı alkış kıyametleri bir nebze de olsa içime su serpti. O an benim damarlarımdaki asil kan dondu da... Onların ki donmadı doğal olarak.

Barack bizim başbakanı yanaklarından öpünce, hatta abi deyince ( bence demiştir kesin) ve hatta bizim başbakanımız da onun eline en olgun, en abi ve anlayışlı haliyle dokununca... Lan dedim kendime; de git sende, yıllarca bu adamlar bizi öptükçe ne diye bağırıyordun ki ...

Amerikan oligarşisinin; her ortalığı birbirine katıp, gerekli kaosları yaratıp, yeni düzenleri oturtup; bir de, bak orada batağa battılar, başarısız oldular imajları yaratıp, çekilir gibi yaparken; dünyada oluşmuş Anti Amerikan bakışları derleyip toparlayıp, sırt okşaya okşaya bekçilere yeni görevler yükleyip, bu yeni karakol görevlerini sen en arkadaşım ülkesin gazlarıyla verme tavrının yeni silicisi Barack Obama'yı ben sevdim valla! Hiç değilse, acıtmadan tatlı tatlı sevecek birisi... Bana öyle geldi;Baykal'a size allah uzun ömürler versin demesinden anladım.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Az Önce Evlenme Programından...

Meşguliyetler arası bir yandan televizyondaki evlilik programına göz atıyorum. Bu, Fox TV'deki... Daha arabesk, daha baharatlı olduğu için, öteki programa göre daha farklı yelpazede insan manzaraları sunuyor. Bir de, çok sayıda insanı, fabrikasyon usulü evlendirmeyi övünç sayıyorlar ya! Sunucuları da birbirleriyle kombin giyiniyor.

Hatta bugün, bir yarıştırmacı(!) hatun kişi; ki, kendisi çok şükür herşeyi bilen bir dünya güzeli, hep birlikte Okan Bayülgen'e giydirdiler.

Ve hatta ''müslüman kanallardan'' bu programa terfi eden, Karagümrüğü yakan şair sunucumuz Beyülgen diyerek, çok damardan ve ince bir gönderme de yaptı.

Ve hatta kendilerinin yaptığının ne kadar ulvi bir görev olduğunu basbayağı yaldızlı cümlelerle anlattı, Okan'a giydirirken.(Sanırım Okan Bayülgen medya arkası yapmış bunları... )

Bir de öteki evlilik programından bir nedenle yollananlar var ki; bu program tarafından kapılıp, yeniden vitrine çıkarılıyorlar.

Şöhretler dünyamızın bu yeni starları, en evlenilesi adaylar olarak bu kez, bu programın en evlendirme programı olduğuna övgüler diziyorlar, yalakalık paçalardan akıyor.

Öteki tarafta da o programa ne övgü cümleleri kurduklarını sanki biz en evlendirme programlarının en sadık izleyicileri olarak bilmezmişiz gibi.

Lan diyesim geliyo bazen, ''biz kaçın kurrasıyız'' r'nin üstüne basa basa üstelik... Öteki programda da göz göze bakıp, diz dize oturmadık mı? Bize de mi lo lo...

Öteki programda ürkekliklerini atıp daha kendine güvenir oldukları, bir de bu program tarafında reyting artırıcı şöhret muammelesi gördükleri için iyice artmış egolarını izlemek acayip keyifli; ve hatta acayip neşeli. Ben seviyorum valla...

Az önce bir kadın çıktı mesela programda; uzun boylu, sarı saçlı, izleyicilerin ve sunucuların Müşerref Akay'dan başlayıp, Nurseli İdiz'e kadar uzarken arada adlarını sayamadığım, daha doğrusu hatırımda tutamadığım bir sürü ünlüye de benzettikleri; düğün, nişan organizasyonları işi yapan, yetişkin bir kız evladı olan ve hatta yaşını göstermediğini sanan, çıpçıtır, taptaze işletmeci bir kadın. Ki, krizden dolayı işlerine ara vermiş ve hazır boşluk yakalamışken de işlerden, şu evliliği aradan çıkarim demiş; zannımca...

Zaten kendini güzeller güzeli ilan ettiği duruşundan ve sözcüklerinin tonundan belli olan bu hanım abla, şöyle sıraladı isteklerini: Evi olan, uzun boylu, yanına yakışacak, adam gibi adam ve sevmeyi bilen biri... Ben ablaya güvenerek, bu tavrın, aslında kendini kurtarma eylemi olduğu düşüncemi fesatlığıma verdim.(ki genelde sonradan borçları falan olduğu çıkıyor ortaya)

Ama sevmeyi bilen kısmına takılan ve benim tüm engelleme çabalarıma rağmen durduramadığım içimdeki pis anarşist, bir sürü lafı yapıştırdı: ''Sen sevmekten ne anlıyon abla? Sen kendin sevmeyi bilion mu? Sevmek nasıl bir tarif senin için abla? İçinde neler olması gerikiyo? Mesela, para olsun mu herşeyden çok, he abla? Yoksa, hani işlerde kesatken, hani bende de bu güzellik varken mi dedin abla? Yoksa ben mi fesatım abla? Hani sevgi yakınlarda bir yerlerde yoktu da tv ekranından açık artırmaya mı çıktı abla? Gelecek taliplerin içinden en sevgi dolu olanı mı, yoksa en parası olanı mı seçecen abla? Bak bekliyoruz merakla..." diyerek daha da uzatacaktı ki işi, "yeter sus!" dedim, "duymaz abla" ...Du bakalım, izleyelim, sabırlı olalım, kadının günahını da almayalıma yattık sonunda, uzlaştık ve bekliyoruz adayları heyecanla... En az abla kadar, biz de meraktayız valla.

Servisin Notu: Güzellik kelimelerinin geçtiği yerlerde kastedilen bir fiziki eleştiri içermemektedir. Göze sokulmaya ve öne çıkarılmaya bir göndermedir. Yoksa her kadın güzeldir. Ve yazılarımızın tek bir cümlesinde bile yalana başvurulmadığı gibi, asla yağcılık yapılmamaktadır:))

4 Nisan 2009 Cumartesi

Düş Buğulardeyken Balık Buğulama.. Yanında Rakı Da Var!

Sabah elimde kahve kokusu ofisimsinin dışında yaza hazırlanan bahçeye bakarak, baharın kıpırdatmaya başladığı farklı farklı konukların seslerini dinlerken, çiçek açan ağaçlarla laflayıp bir kaç saat sonra dağların arkasına çekilip günü geceye bağlayacak güneşle şakalaşıyordum. Bir kağıdın usul bir rüzgara takılmış çiçek tozlarının içinden ayrılıp bana doğru geldiğini, ayağımın dibine düşüp paçamdan çekerek gözlerime gözlerini dikip ''Hadi yine iyisin,'' yüklü çapkın bir gülümsemeyle göz kırptığını fark ettim. Tebessüm ettim sadece bu afacan haline... Gözlerim karşı dağlarda, bir Düş'ün düş halini alışını düşünmeye devam ettim...

Hayat yeşeriyordu ve kalabalıklaşacaktı ev; her yaz gibi. Mesela şu karşıdaki masalar çoğu akşamlar birleştirilecek, mangal yakılacak, sokak arası düğünlerinin lambaları ışıldayacaktı. Çocuklar ayrı masada cıvıl cıvılken; büyüklerin alkol kokulu kahkahaları, dedikoduları, ortaya karışık tevazu yüklenmiş hava atmaları karışacaktı saf temiz gülüşlerin içine.

Ayağımın dibinden bacağıma yapışan kağıt sürekli ve ısrarcı bir tavırla ve gülerek paçamdan çekip dikkatimi ona vermemi istiyordu. İlgilenmeden kurtulamayacağımı anlayıp okşamaya başladığımda saçlarını ve ''Kargonuz var,'' deyip dönünce öbür yüzünü, üzerine yazılmış şu notu gördüm: ''Akşam sana geliyorum haberin olsun. Düş.''  Notu okur okumaz, akşama Düş geliyor vay be'lerinin sevinci taşırken beni bir başka boyuta, aklımın motorlarına da hareket verdim.

"Düş ve akşam vay be!" diye diye çoktan mutfağın yolunu tutmuştum. Düş ve akşam yemeği düşünün vay be'leri bıyık ucu bir tebessüm olarak takılı kaldı yüzüme...Ve takılmış bir plak gibi tekrarlar sardı ortalığı; ''Düş ve akşam vay be!..''

''Düş ve akşam, Düş ve akşam, Düş ve akşam, vay be!.. Ve Ben...Yaşasın!''

Ne yapsam ne yapsam derken yüreğimin telaşlarında, gün Cumartesi olunca üstelik, güneşin gün batımına ne yakışır hesapları yaparken bir de, denizden imdada gelen esinti şefkatle yanağımı okşayıp ''Balık yap,'' dedi istersen. "Hatta isteme, yap" diye de ekledi. Buna erik ağacı ve altındaki masa da katıldı. Biraz uzakta kalan ve o an itibariyle neşeli bir sohbetin dibine vurmuş mor çiçekler seslendiler benim kararsızlığıma: ''Evet rakı ve balık.''  O ara güneşin keyfine gevşemiş, akşam kahvesi tadında bir neşeyle hararetli bir konuşmanın yamacındaki papatyalar da bu fark edişle, mutfak camından bakmakta olan kararsızlığıma dönüp ''Evet evet, rakı balık!'' dediler.

Hepsine anlaşıldı gülümsemesi atıp yöneliverdim buzdolabına. Izgara niyetine dilimlenmiş, yani önce fileto edilip kılçıkları çıkarıldıktan sonra her bir parçası biraz büyükçe dilimlenmiş somonları çıkarıp tezgahın üzerine koydum. Akşam Düş geldiğinde, ızgarayla uğraşırken sohbetin keyfinden uzak kalmayalım diye ve hatta balık pişene kadar, yarısına soğuk su koyulmuş bardakların üzerini rakı ile tamamlayıp, ilk kadehlerin keyfine katık ederken en şefkatlisinden günün ne var ne yoklarını, kesintiye uğramasın diye özlemin dindirilmesi bir de; vazgeçip ızgaradan, karar verdim buğulamaya balıkları.

Önce, mini fırın tepsinin altına çok az, neredeyse bir çorba kaşığı kadar sıvı yağ döktüm. Sonra, soyup çok ince daireler şeklinde doğradığım bir orta boy soğanı tepsiye dizdim. Sonra, yine soyup soğuk bir suyun içine bıraktığım patatesleri, yine çok ince dilimler halinde ve büyük parçalar olsun diye boylamasına doğradım ve soğanların üzerine bir kat yerleştirdim. O esnada camın önüne konan kuş beni izlerken yüzünde telaşıma tebessümle ''Hey dostum fırın!'' diye seslendi. Ne var ki fırında bakışıyla dikmişken gözlerimi kuşa; o, anlıyorum heyecanını bakışına, yakmadın ki mesajını yüklemişti çoktan. "Haklısın," dedim dostum, "takmışım Düş'ü aklıma."

Fırını 270 dereceye ayarlayıp döndüm tezgahın başına. Balıkları dizdim patateslerin üzerine. Onların üzerine de bir miktar rendelenmiş havucu dağıttım güzelce. Ve soyup şöyle avucumla bastırıp hafifçe ezdiğim beş altı diş sarımsağı ilave ettim tepsiye. Sonra, biraz ince parçalar halinde doğradığım biberleri, onun üzerine ince ve daire şeklinde doğranmış domatesleri, onların da üzerine bir kaç ince dilim, yine daire şeklinde kesilmiş limon, bir kaç dal maydanoz koyup biraz karabiber, biraz tuz ilave ettikten sonra yarım bardak kadar suyu üzerlerinden döküp bir kaç parça da tereyağı ilave ettim. Tepsinin kenarından iki adet defne yaprağını son dakikada ilave etmeyi de ihmale bırakmadım; aferin bana!

Bir alüminyum folyo ile kapatıp tepsiyi, ocağın büyük gözünün üzerine oturttum. Bir süre orada pişirip bütün aromaların birbirine geçmesini sağlayıp kıvamın kokusunu alırken, Düş'ün düşüncelerinin kaymalarını düşündüm. Sorularını duydum, bunlara anlayışla güldüm.

Sonra, folyonun bir kenarından açıp patateslerin kıvamını kontrol ettim. Orta pişmiş olduğunu fark edince patateslerin; ''Hadi bakalım çocuklar gidiyoruz!'' deyip tepsiyi ısınmış olan fırına koydum. O arada bir türkü tutturdum. Ben tutturunca bir türkü, dışarıdaki kuş korosu da katıldı buna. Uzaktan gelen sürülerin çıngıraklı vokalleri çok hoştu. Bir süre sonra fırından fokurdama sesini alınca, bak bunlar da katıldı koroya diye düşünürken, aslında beni uyardıklarını fark ettim. Kapağını aralayıp tepsiyi dışarı aldım ve folyonun kenarından hafifçe kaldırıp bir kontrol daha yaptım. Hımmm, dedim biraz daha! Tepsiyi, tekrar, biraz çektirsin diye bu kez folyosuz fırına koyduğumda, dolaba yöneldim. Beyaz peynirsiz rakı olmaz deyip, iki farklı beyaz peyniri salatalık ve domates dilimleriyle süsleyip, koyun ve tam yağlı olmayanın üzerine bir kaç dal kekik, biraz közlenmiş ve incecik kıyılmış acı kırmızı biber koyup, bir iki damla da közlenmiş biberin yağından ilave ettim. Bembeyaz kocaman tabağın üzerindeki bu kolektif coşkuya acayip keyiflendim. Ve hatta bir parça gravyerle biraz da tulum ilave ettim. Onların katılımıyla hep birlikte saz çaldırırken yüreklere; yürek akıl, akıl yürek ilişkisi üzerine düşünüyordum. Sonucu, yola devam etme isteğini; güven, samimiyet, dürüstlük, merak, bilinmeze yolculuk arzusu, farkındalık ve cesarete bağlıyordum. Hatta bir gün bir eski şoförün şu sözü çıkıp geldi aklımın not defterinden gözümün önüne; korkma demişti geri vitesin olduğu sürece ve aracın kontrolü de sende olduğuna göre, çıkmaz olduğunu gördüğün noktaya kadar git; merak edeceğine.

Bu arada, tereyağında kavrulmak üzere ağırlıklı fasulyeden oluşan turşuyu bir küçük domates ve iki üç biber ilavesiyle tezgaha çıkarıyorum. Ve zaman yaklaştıkça Düş'ün düşüyle dolaştığımı fark ediyorum. Üzerine tereyağı koyulmuş mısır ekmeksiz balık sofrası olmaz deyip son dakikada pişirilmek üzere hazır ediyorum malzemelerini. Tahin helvası zaten pusuda.

Zaman yaklaşıyor. Telaşıma için için güldüklerini görüyorum uzaktaki mor eriklerin çiçek açmış gölgelerinde fiskoslaşan fuşyaların. Peynir tabağındaki domates ve salatalık dilimlerinin üzerine maydanozlar için çıkıyorum bahçeye. Nergislerin önünden geçerken fark ediyorum, fark edilmek isteyen süslenmelerin telaşlarını; ''Düş geliyor hıı!'' diyorlar ve bir ince kıskançlık var gibi geliyor hallerinde. Gülümsüyorum.

Üç beş maydanoz kopartıyorum, ''Ben ben!'' diyenlerden. Düş düşümde, dönüyorum mutfağa. Fırından gelen koku bizim işimiz aşağı yukarı tamam diyor. Masanın tabaklarını hazır ediyorum; rakının bardaklarını, çatalı bıçağı birde... Çıkarmıyorum dışarı masaya. Düş geldiğinde, ele ele, ten tene değmelerin tadında taşıyalım istiyorum her şeyi. Düş mutfak rafından tuzluk ve karabiberliğe uzanırken, elim değsin eline istiyorum. Ya da ben mutfaktan bardakları götürürken masaya, tabakları bırakmış dönen onla mesela ofisimside dokunsun bedenlerimiz birbirine istiyorum. O mutfakta bulamadığı bir şeyi ararken, ben ona mesela şu kapağı aç orada derken, o uzanmaya çalışırken ve yetişemezken; ben arkasından gelip uzansam, o esnada o yetişmiş olsa, elim eline yardım etse, bedenim bedenine değerken saçlarının kokusunda başım dönse istiyorum.

Tekrar dışarı çıkıyorum. Masayı hamağın bağlı olduğu erik ağacıyla zeytin ağacı tarafına zeytinin altına çekiyorum. Müzik setinin hoparlörlerini kabloları ilave ederek bahçeye taşıyorum. Kıştayken onlarla birlikte önce çiçek açıp sonra yeşersinler diye dallarına astığım erik ağacındaki cümlelerimin geceye hazırlık yaptıklarını, üstlerini başlarını düzeltirken saçlarına şekil verdiklerini görüyorum. İstiyorum ki buz gibi anason kokulu sözcüklerin dibine vurulmuş, şarkılarla, şiirlerle bezenmiş yemek sonrasında, taa gecelerin uzağında saatlere denk düşmüşken sözlerimiz; Düş hamağa uzansın, ben düğmeyi çevirip gökyüzünün ışıklarını yakim, her bir cümlem en halleriyle üzerine düşsün. O her bir cümleye uzun uzun baksın, baktıkça açık kalmış cümlelerim kapansın. Cümleler kapandıkça yüzünden anlim bunu... Sonra Düş uykuya dalsın... Ben usulca yatağına taşırken uyansın... Uyandığında bir kahkaha atsın... Ve ''Sen delisin!'' desin...

Bunu sesle söylemesin...

Kelimeleri dudaklarıma değsin.


Resim, home made...

3 Nisan 2009 Cuma

Emmanuelle...Sylvia Kristel


Emmanuelle Arsan adlı aykırı yazarın otobiyografisinden yola çıkarak çekilen, Sylvia Kristel ile özdeşleşerek dönemine damgasını vuran bu film; bir oyuncuyu tek bir filmle yıllar boyu unutulmaz yapmayı başarmıştır.

Sylvia Kristel adı silinmiş, Emmanuelle olmuştur ki başkaca da hatırlanacak bir filmi yoktur. Bu film sonrası bir iki denemesi olmuştur ama o, izleyicinin Emmanuelle'idir. Öyle kalarak da sinema tarihine geçmiştir.

Geçen gün, bir arkadaşımla antik bir kentin kıyısından geçerken ve filmlerden konuşurken konu bu filme gelmiş ve tarihsel değeri noktasında hemfikir olmuştuk; zaten bu yazıya sebep olan da o konuşmadır.

Bu filmi değerli kılanın ne olduğunu sorgularsak; film oynadığı tarih itibariyle tabuları deviren, üzerine çokça ve farklı nitelemelerle entelektüel tartışmalar yapılan; karakter, erkekler tarafından kendi cinselliğinin farkında ve yönetimini elinde tutan özgür bir kadın kimliği olarak tanımlanırken (işlerine geldiği için:) ; feminist entelektüeller tarafından, erkeklerin olmasını istediği biçimde bir özgür kadını simgeleyen (yani özgürleşemeyen) ve kadını eşitlemek yerine yine ikincil yapan bir ikon olarak eleştirilmiştir.

Kimsenin eleştiremiyeceği bir özellik vardır ki o da, Sylvia Kristel gibi bir erotizm ikonunun sinemaya henüz gelmediğidir.

Emmanuelle, olağanüstü etkileyici bir atmosferde ve çok etkileyici bir müzikle, pornografinin sert ögelerine baş vurmadan, asla çirkinleşmeden, romantizmin tatlı esintisinden uzaklaşmadan da pornografik(estetik) ögeler taşıyabilen ve cinselliği tartıştıran bir film yapılabileceğinin en güzel örneğidir.

Uçakta başlayan ve egzotik bir ülkede süren hikâyesiyle sinemasal anlamda etkileyici mekânlar ve dekorlarda muhteşem şarkısıyla birlikte çok etkileyici bir erotizm sunar. Film bittiğinde kendinizi bir başka dünyadan dönmüş gibi hissedersiniz...

Ülkemize gecikmeyle gelen bu filmin hikâyesi ve abartılmış sahneleri henüz topraklarımıza ayak basmadan önce uzun süre dilden dile dolaşmıştı. Okulu kırıp yaşı tutmayan tıfıllar olarak binbir numara yapıp yalvar yakar girebildiğimiz sinemada özellikle dört gözle beklediğimiz bir sahnenin olmamasına da çok üzülmüştük. O gün bugündür, belli bir bölüme kadar olan sahnenin efsane an'ıyla ilgili hiç bir veriye rastlanamadı. Belki de o yılların en önemli asparagasıydı; ya da gerçekten kesilip atıldı filmin içinden. Bilmiyoruz.

Bulursanız; sinemanın kilometre taşlarından biri olan bu filmi izleyin... Özellikle şarkısı çok hoştur.


Bu fotoğrafı koymak konusunda çok tereddüt yaşadım; çocukları ve genel ahlak bekçilerini gözeterek... Ama bu yazının anlamını vurgulayacak olan da bu fotoğraftı, ve tarihe ihanet de bana yakışmazdı.



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP