21 Ekim 2008 Salı

Zamanın Ötesinden Berisinden Rastgelesinden Romanımsı Bir Gün: Sen zamanı olmayan zamansız bir yerindensin ömrümün; neyleyim ben.


Konuşurken bir şişe şarabı götürmüştük. İkinciyle birlikte birer bonfile sipariş verdik. Artık kadehler yitip giden arkadaş hayatları içindi. Onların yarım kalan hayatlarını, hayallerinde bile olmamış bir mekânda, hiç tatmadıkları, bilmedikleri yiyeceklerle, şarapla kutsuyorduk sanki...

Ne olursa olsun insan bencil diye düşündük, doğasında var bu deyip; Ayn Rand üzerinden "ben" ve "bencillik" üzerine bol esprili, kahkahalı sözler ederken, aynı anda aynı seslerle tekila içmeye karar verdik.

Bara çıkıp, oradaki orkestranın çaldığı yeni nesil için sadece şarkı, bizim için küf kokulu izbelerin diken üstü karanlıklarında dizlerine yatılmış bir ''devrimci'' romantizm anı olan Bella Ciao'ya tekilalarla eşlik ederek, son dönem izlediğimiz Amerikan kökenli bazı siyasi filmlerin bize nasıl sığ geldiğinden ve birbirlerine benzerliklerinden şikayet ettik. Bizim eleştiriyi kendi birikimimizden, pratiğimizden, dünyanın o anki halinden ve çok okuyor olmanın çok bilmişlik gazından bakarak yaptığımızı, genç insanlar için bütün bunların yeni hikâyeler olduğunu falan konuştuk. Bu ukalalığımız üzerine gülüştük. Sonra, hadi okulun bahçesine gidelim ortak kararını veren iki "anarşist" restorana inip, paltolarımızı ve kalan şarabı alarak, hesabı ödeyip çıktık .

Gecenin o vaktinde onlarca eylem konuşması yaptığımız lisenin kantin pencerelerinden içeri baktık. Bahçede yürüdük. İlk kez jandarmanın okul bahçesine girdiği, bizim onları "jandarma biz sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana" diye başlayan marşla durduracağımızı sandığımız gün kafamıza gelen dipçiklerin, nasıl hayatın gerçeği olarak bizi silkelediğini, Fransa’da Miterrand’ın bir sosyalist olarak iktidara gelmesi üzerine kendi fraksiyonlarımızla biraz da Behice Boran'ın bize çok romantik gelen; sanki romanlar içinden fışkırmış karakterler gibi duruşuna ve hikâyesine duyduğumuz sempati dolayısıyla onun düşüncelerine yakın sözcüklerle yaptığımız tartışmalarda nasıl papaz olduğumuzu; İran’da Humeyni’nin solcular desteğinde yaptığı devrime nasıl destek veren eylemler yaptığımızı, bir büyük mitingde onların devrimi lehine sloganlar attığımızı, o mitingde liderleri olarak üzerinde anlaştığımız sloganlardan gruplarımızın vazgeçip bildiklerini söylemeleri üzerine ikimizin birbirimizi nasıl yediğimizi; devrimci abilerin bilgisiz iki yüzlülüklerini, cahil ideolojilerini falan konuştuk. Bol bol güldük bu çelişkilere...

Bütün bunları konuşurken, yıkılıp yerine basket sahası yapılan havacılık odasının olduğu yerdeki betona oturup, kalan şişe şarabı; afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde gelip geçen polislerden sakınmak için saklandığımız duvar arkalarında içilen Derdalan'lar gibi, aynı şişeden içtik. Alkolden ısınmış vücutlarımız yıldızlı ayazın soğuğunu hissetmeye başlayana kadar oturduk orada...

Gitmeye karar verdiğimizde direksiyona ben geçim dedim. O, olası bir alkol kontrolünde takılmasın diye yaptım sandı. Oysa, yolda giderken başını sola çevirip kafalığa yaslanmış gözleriyle bana baksın istedim.

Gecenin ıssızında kayalara çarpıp sıçrayan dalgaların arabanın üzerinden aşarken camlarında çıkardığı sesle içerdeki müziğe eşlik ettikleri bir yerde arabayı durdurup bu kez, ben de kafamı kafalığa yaslayıp, ona döndüm. Bir yarım kalmışlığın duygularıyla, olgun bi yaşta ama o militan kızın izlerini taşıyan, kariyerinin sade şıklığındaki, yeşil gözlü, yumuşak tenli hafif çıkık elmacık yanakların, balık etinden biraz ince vücudun, yumuşacık bi sarılıkta ipeksi saçların güzel yüzüne baktım. Sarhoşluğun sınırındaki başım ahlaksızlaştı bir an... Bin sahne yazdı beynim, utanmadım.

Sahil boyunca; yağmaya başlayan yağmurun sokak lambalarıyla, asfaltla, sileceklerle haşır neşir haline hissettiklerimizle eşlik ederek, seslerin sessizliğinde evlerinin önüne geldik. Apartmanın otoparkına çektiğim arabada kaloriferin sıcağından ve gevşemişlikten sıyrılmadan oturduk bir süre daha... Sonra, yanağına bir veda öpücüğü için uzandım. Sarhoşluktan mı yoksa onun bahanesiyle mi bilmiyorum, tutturamadım. Tutturduğum yerde ne kadar kaldık bilemedim. Ama o ıslak sıcaklık muhteşemdi.

Masumdu...


...zamanın ötesinden berisinden bir saatte gecenin ilk şişesiyle devam edecek. Zamansızca yani;)



Resim:Madeliene Abling

20 Ekim 2008 Pazartesi

Klimt...


Bu film iki açıdan değerlendirilebilir!..

Resim sanatına ilgi duyanları özellikle de Klimt'i favori ressamları içinde tutanları ve bu konu üzerinde bilgi sahibi olanları memnun edecek çok başarılı bir biyografi anlatımıdır. Özellikle atölyede çalıştığı sahnelerde sanki bir tablonun fırça izleri ve renkleri vardır .

Kalabalık diyalogların sahnelendiği anlarda, tartışmanın niteliği ve odaklandığı noktalar: Klimt' in kişisel özelliklerinin, yaşamının yanı sıra dönemin sanata bakışını hem entelektüeller hem siyasetçiler açısından etkili diyaloglar ve devingen bir kamera kullanımıyla çok güzel anlatır.

Ancak genelde biyografilere, özelde de resim sanatına ilginiz yoksa ve bir sanatçı karakterin duygularının dışa vurumunun sıradışılığı sizi alakadar etmiyorsa, ama sinemaya mesleki anlamda bir tutkunuz var ve bu yönde bir eğitim düşünüyorsanız, filmin Üslubu için izlemenizde fazlasıyla yarar var.

Eğer her iki noktaya da bir ilginiz yoksa, karakter analizleri yaparken derinlikli bir dil kullanan, sanatsal kaygılar taşıyan (zaman zaman simgesel anlatımlara başvuran) bir görselliğe sahip filmleri sevmiyorsanız, sıkılabilirsiniz! Bu yüzden kesin izleyin diyemiyorum.

Ben sevmiş miydim filmi? Çok sevmiştim. Çok özel bir sinema diliyle çok kapsamlı ve başarılı bir anlatım sergilediği için!

Ve Captaiin ekledi:

Klimt'te; ağır ağır ilerlerken Klimtler ve Lealarla karmaşık fakat bir o kadar basit, derin ve bir o kadar sığ havasında esrarengiz duruşuna kapılmıyorsunuz değil. Korkunç çıplak kadınlar ve pürüzsüz vücutlar, kıvrımlar, desenler ve piyano vuruşları içinde bir alegoridir KLİMT.

18 Ekim 2008 Cumartesi

Kabızlığa Bulunmuş Tesadüfi Bir Çare... Zuzu gülmüş...Bu çok şey bugün için:))


Aslında bugün dün akşam yediğim çok keyifli bir yemeği yazacaktım. Fotoğraflarını çekmiş herşeyi hazır etmiştim; ama iki gündür beklediğim bir sonuç vardı. Onun merakı özellikle zuzu'nun neler çektiğini tahmin edebiliyor olmam sebebiyle tüm önceliğim ondan gelecek haberdi. Bu yüzden hiç bir şekilde konsantrasyon sağlayamadığımdan, bu gelenekselleşmiş bir hal alan cuma akşamları üzerine yazıyı erteliyorum.

Çünkü dün sabahtan öğlene kadarki işler ve pc başından uzak kalmam nedeniyle haberdar olamadığım durumdan şu an itibariyle bilgi sahibi olmuş bulunmaktayım.

Zihniyetleri sanal olan insanların kelimeleri de sanal olduğundan çok anlamlandıramadıkları bu alemde, kelimelerine bakarak ruhlarına dokunabildiğiniz, değerlerini kavrayabilip vücutlandırabildiğiniz insanlar vardır. Efsa benim için bunlardan biri. İçtenliği, kendine duyduğu güven, içinden yok olmamış çocuk heyecanları ve genç kız tazeliğindeki (zaten genç kız) coşkuları onun kim olduğunu bana söyledi ve benim bir kardeşim daha oldu. Önceki gün, yazısında minik kızının kabızlık problemiyle ilgili duygularını yazmıştı. Çocuğun çektiği ızdıraba çare olamamanın ne demek olduğunu bilirim. Benim için o günün sorunu buydu...

Öncelikle neye yaradığını bilmediğim, sonucu itibariyle aslında pazarlanmasındaki temel vurgu çok daha farklı olan bir pekmezin bu anlamdaki işlevselliğini tam da Arşimet'inkine benzeyen bir durumda keşfetme olayımı anlatayım:(tamamıyla tesadüf)

Canım sıkıldığında buzdolabına başvurmayı severim. Bir gün, ne yapsam hallerinde buzdolabı raflarında gezinirken, elim en son kararla süte gitti. Sonra, şekerlimi içsem falan diye karasız bir haldeyken, dolap rafında harnup pekmezi gördüm. Halam bize geldiği zamanlarda normal eşyalarının yanında kondisyon bisikleti başta olmak üzere seyyar aktar dükkanı halindeki bir valiz daha getirir.

Hala dediysem benim yaşım konusunda tahminler yaparak gözünüzde yaşlı, dökülmüş bir kadın canlandırmayın! Çoğu zaman ''hala zahmet edip de bir şey giymeseydin'' dediğimiz etek boylarında, dekoltelerde giyinen; genelde, (kadın)arkadaşların bayılıyorum böyle kadınlara dediği türden bir hatun kişidir kendisi. Kullandığı malzemelerle bu gençlik halinin ilişkisi olduğu noktasında tereddütleri olan biri olarak, zaten siyaset konusunda yeteri kadar kapıştığımızdan bir de, ben onun bu güzelliğinin ve gençliğinin aktarlardan değilde ruhundan ve kendinden olduğuna inancımı vurgulayıp giriş bölümünü noktalıyayım.

Daha önce gazete köşelerindeki reklam sütunlarından tanıdığım pekmezi dolapta görünce, çocuklarda kan olsun diye sütlerine ilave ettiğimiz pekmezlerden yola çıkarak, birde tatlı bir şey istediğinden canım, iki tatlı kaşığı atıverdim sütümün dibine... Daha bardağı bitirip içeri geçmemle tuvalete zor attım kendimi... Sonra, herhalde süt bozuktu falan diye düşündüm, üzerinde durmadım. Sonra bir başka gün; yeni aldığım süte de attığımda, daha sonra emin olmak için suya karıştırarak denediğimde durum yine aynıydı.

O gün itibariyle bu pekmezle ilişkim sonlandı kendi adıma; normal bir insan olarak.

Sonra, bir gün bir arkadaşımla arabayla şehir dışı bir yere giderken, eşiyle yaptığı telefon konuşmasının bu taraftan giden cümlelerinden ortada bir kabızlık sorunu olduğunu anladım ve başımdan geçen bu olayı anlattım. Emin olmadığımı, sütün bozukluğuna yorduğumu falan söyledim. Sen yine da alırken aktara sor ama dedim. Şehre döner dönmez daha evlerimize gitmeden hemen bir aktardan alındı harnup pekmezi... Ama tembihledim de, ''sakın tuvalete uzak bir yerde içme,'' diye...

Ertesi gün konuştuğumuzda, sonucun olumlu olduğunu öğrendim. Hatta, konu üzerine bir sürü geyik yaptık etkiye bakınca,'' lan adamlar pazarlamanın bir gereği olarak içine müsil ilacı falan atıyor olmasınlar; bu kadar kısa sürede bu kadar büyük bir sonuç! '' benzeri bir sürü şey konuşup güldük.

Önceki gün sakla bilgiyi gelir zamanı hallerden biriyle karşılaşınca, efsaya bu durumların bir kısmını anlatarak denemesini, dozu da ufaklığa göre ayarlamasını önerdim. Sonuç olumluymuş.

Yani yemek yazısı olacakken yemeğin sonucu üzerine bir yazı olması bilgilenmenin yararları da gözetildiğinde daha da hayırlı oldu sanırım. Bu yazıyı okuyup, bu hain dertten muzdaripken kurtulacak insanların hayır duaları da beni cennete götürmeye yeter. Gerçi tarihi açık bi kaç bilet daha vardı elimde... Ama kendimle birlikte cennete götürmek istediğim, daha doğrusu bensiz de olsa cennete gitmesini istediğim insan sayısındaki artışı da gözettiğimde, fazla bilet göz çıkarmaz diyorum. Aslında isteyen herkes gitsin; bana Zuzu'nun yüzündeki tebessüm ve kavuştuğu huzur; dolayısıyla annesininkiler fazlasıyla yeter.

Ve harnup pekmezi kullanacakları uyarıyorum! İçmeden önce tuvaletin boş olup olmadığını kontrol edin ve mümkün olduğunca yakın bir yerde için... Benim herhangi bir sorunum olmadığından sanmıştım bu durumu... Sorunu olanlarda da hız aynıymış efendim. Uyarmadı demeyin.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP