Moda olsa gerek; son günlerde sıkça rastlıyorum, gençler parmak uçları kesik eldivenler giyiyor. Bilginin değeri kadar, bilgiyi bize ulaştıranların değerleri yükseliyor düşüncemde. Parmak uçları kesik eldivenlerin bilgi ile ilintisini biliyorlar mı, diye sorasım geliyor...
Soramıyorum…
Soramıyorum madem, bari yazayım diyorum.
Yüzlerce, hatta binlerce yıl sözcük üstüne sözcük koyarak, neredeyse imbiklediklerini bir-iki tuşa dokunarak ekranımıza çağırıp kullanıyoruz. Bir çay kaşığının yüzden fazla pirinç tanesi aldığını biliyorum. Bunu biliyor olmanın ne yararı var, denmemeli. Bir sayfalık bir sorunun yanıtı bazen tek heceli bir sözcük olabilir. Hiçbir şeyin küçük oluşu onun gerçek değerinin boyutunu göstermez. Küçüklük görecelidir. Özellikle bilgi küçük de olsa küçümsenmemeli. Japonların aklımdan çıkmayan uzun bir atasözü vardır:
“Bir savsaklama yüzünden bir çivi yitip gider; bir çivi yüzünden bir nal yiter; bir nal yüzünden bir bacak gider; bir bacak yüzünden bir at yiter; bir at yüzünden bir savaş yitirilir; bir savaş yüzünden bir ülke yitirilir” derler. Bir küçük çivi bir ülkenin yitirilmesine neden olabilir. Bir çay kaşığı, yüzü aşkın pirinç tanesi alır. Ve bir tencere pilav kaç çay kaşığı dolusu pirinçle pişer?.. İşte, bilgi çağına gelişimizde, her bir pirinç tanesi kadar çilekeşin varlığını şaşkınlıkla takdir eder, borçluluğumu duyumsarım. Birçok yüce dağın, tek tek deniz kabuklusundan oluştuğuna şaşmak gibi bir şey bu. Bilgi birikiyor, biriktikçe okyanuslar aşırıyor, göklere çıkarıyor, göklerin ardında evrende dolaştırıyor insanoğlunu. Yazık ki, kötü güçlüler eline geçiriyor bilgiyi ve kendi yasaları gereği kullanıyorlar. Bir ilkçağ filozofu; Thrasymakhos’un
“kanunları güçlüler yapar, onlar da kendilerine yontar” dediği gibi, çoğunluğun zararına da işliyor bilgi. İnsanlık işleri kötüye sardıkça, Tanrı elçileri, bilgeler, düşünürler, sanatçılar, yazarlar, çizerler, mucitler, kaşifler, bilim adamları çıkıyor. Hepsi insanoğlunun en güzel meyvesi, bilgi için çalışıyor. Kimi ekiyor, kimi suluyor. Kimi süslüyor, kimi koruyor. Bir umut… Yeni yeni şeyler buluyor, söylüyorlar. İnsanlık, yolculuğunun ilk adımına bilgi edinmeyle başlıyor. Biriktirdiği bilgiler arttıkça onları sınıflandırıyor. Tasnif edilmiş bilgiler sistemleştikçe konularının bilimleri, sanat türleri, türlerin ekolleri doğuyor. Bilimler bilimleri doğuruyor. Ve bugün de bizi şaşırtacak bir hızla sürüyor bu. Bilginin ulaştırdığı iyilik, kötülüğün hızına erişemiyor. Ancak, büyük büyük patlamaların acıları bir süre için dengeliyor hayırla şerri. Çok sürmüyor yine açılıyor araları, kötü güçlüler kendi çıkarlarına çeviriyor yeni söylemleri. Barışa katkısı olmuyor bilginin. Bilgelerin kemikleri sızlıyor.
Bilginin nasıl ve ne gibi zorluklarla elde edildiğinin ayrımına ilk kez,-şimdi Feriköy mezarlığında yatan- Abdizade Hüseyin Hüsamettin Efendi’nin yaşamöyküsünü okurken varmıştım.
“Amasya Tarihi”nin yazarı… Bir kentin 12 ciltlik tarihini yazmak için ne belgeler incelemek, ne kitaplar okumak gerekiyor. Görevden göreve atanıp durdukça, İstanbul’dan Şam’a, Şam’dan Girit’e imparatorluk coğrafyasını karışlıyor.
“Üsküdar Tarihi”nin yazarı, İbrahim Hakkı Konyalı da öyle.. bize, Kaşgarlı’nın
“Divanü lügat it-türk”ünü kazandıran Millet Kütüphanesi’ni kuran ve bu kütüphaneye 15000 yazma ve basılı kitap bağışlayan Ali Emiri de öyle... Hiç farkı yok; Balzac’da, Tolstoy’da... Ulaşımın katırlarla, develerle yapıldığı dönemlerde, belki sadece bir paragraflık bilgi için bir diyardan, bir diyara aylarca, yıllarca süren yolculuklar... Başvuracakları sandık sandık belge ve kitaplarını da yanlarında taşımak durumunda kalarak. Kuş uçmaz kervan geçmez yolları, uçurum kenarlarındaki patikaları aşarak ulaştılar edinecekleri bilgilere. Hepsi insanlığa bir ürün vermenin, aydınlatmanın tutkusuyla, günümüzün konforundan çok uzak koşullarda, binlerce sayfalık kitaplarını yazıyor. Kimi zaman mum ışığında, kimi zaman buz gibi odalarda... Yaşamları sona erdikçe, yere düşürmeden bir başkası kapıyor bayrağı. İstif istif bilgi, dağlar oluyor, dilden dile çevrilip, birbirine eklenerek öylece ulaşıyor bugünkü dizüstü bilgisayarlarımızla bize.
Bruno’lar meydanlarda yakılıyor, Campanella’lar kazıklara geçirilip, ölmüştür, diye, hendeklere atılıyor. Bilginin değeri kadar, bize ulaştıranların değerleri nasıl yükselmez düşüncemde? Örneğin: 1600 ‘lü yıllarda, Deyrüzzaferan’daki bir keşiş aradığı bilginin Sibirya’daki bir manastırın kitaplığında olduğunu öğreniyor. Mardin’den kalkıp, binbir zorluk ve aylar süren bir yolculukla ulaşıyor oraya. El yazması kitapları kopya etmenin -yazılı olmasa da- bir kuralı var: bir nüsha da kopya ettiği kitaplık için çıkarması gerekiyor. Henüz karbon kağıdı bulunmamış, kalem yok. Manastırın buza kesmiş duvarları arasında eldivenli elle kaztüyü mü tutulur; işte böylece kesiliyor eldivenlerin parmak uçları...
*
Sayın Ekmel Denizer'in "Bilgi, bilge ve Bilgelik" başlığı altında verdiği
konferansın, daha önce Ataköy Gazetesi'nde yayımlanan bir bölümüdür.