Komutanlarını, sorumluluk alanında olan o kente götürdükleri zamanlarda; o, gerekli denetimleri yaptıktan sonra yemeğe gidince, o ve arkadaşları da kışlanın askerleriyle takılırlardı. Oranın askerleri, daha doğrusu tabur komutanının şoförü, postası ve muhafızı maceralarını dillendirir, çapkınlıklarına vurgu yapar, aktıkları alemleri ballandıra ballandıra anlatırlardı. Nasıl olsa dilin kemiği yoktu ve gelenler de uzaktaki bir şehrin askerleriydi; görev dışında oraya gelme olasılıkları yoktu, dolayısıyla da dilediklerince hava atabilirlerdi.
O gece o şehre gitmeye karar vermişlerdi. Niyetleri, onların onca anlattıklarını aslında yüzlerine çalmaktı. Daha çok da alemin en fırlama askerleri olduklarını göze sokup, şöhretlerine şöhret katmaktı. Adları kadar eminlerdi ki; onca cümleyi kuranlar değil gece, gün içinde bile çıkamıyorlardı birliklerinden. Üçü aralarında anlaştı, evli olan beşinciyi gerektiğinde ve gece ihtiyaç olduğunda komutan tarafından çağrılma olasılığına karşılık durumu idare edebilmesi için bulundukları yerde bıraktılar. Kendilerinden yaşça büyük olan dördüncü arkadaşları, o gece çıkmak istemediğini söylüyordu, altıncı da izinde olduğu için zaten yoktu. Üçü nereye gideceklerini biliyorlardı ama dördüncü sanıyordu ki bulundukları kentte bir yere takılacaklar. Diğerleri nereye gideceklerini söylediklerinde dördüncünün kabul etmeyeceğini bildikleri için kendi aralarında bir plan yaptılar. Plan poker oynamaktı. Ama oyun oynanırken eli iyi olan başını kaşıyacak, diğerleri ona göre davranacak ve dördüncüye oyunu kaybettireceklerdi. Oyunu kaybeden de diğerlerinin seçimine uyacaktı. Her türlü plana ve anlaşmışlığa rağmen bir türlü dördüncüyü kaybeden pozisyonuna sokamıyorlardı. Vakit hızla geçiyor, gidiş ve dönüş için kullanabilecekleri zaman azalıyordu. Sonunda daha fazla dayanamayıp durumu açıkladılar. Doğal olarak maceranın tadı ağır bastı ve onları yalnız bırakmaya gönlü elvermeyen dördüncü de katıldı aralarına...
Sivil kıyafetlerini giyip park yerine bırakılmış arabasına gitmeleri çok zamanlarını almadı. Önemli ve sorumlu görevlerde; üçü yirmi- yirmi bir yaşlarında, dördüncüsü yirmi yedi yaşında dört genç adam özel arabaların durduğu orduevinin üst otoparkından arabayı alıp bağlı oldukları birlikten çıkarak- izinsizliğin yanı sıra garnizon dışında olmanın tüm risklerini de göze alarak- yaklaşık iki yüz kilometre uzaklıktaki kente gitmek için geceye karıştılar.
Virajlardan birinde limit üstü hızla önündeki arabayı sollayıp karşılarına çıkan otobüsün soluna, kendinin sağına dalıp makastan çıktığında sola yüklediği arabanın sağ tekerleğinin çamurluğa değen sesine arka koltuktan gelen, "Altından geçseydin bari," cümlesine, "Az sussaydınız da karşıdan gelen arabanın sesini duysaydım," esprisiyle karşılık verdi. Bu minvalde bir ritimle, arabanın gücünü, limitlerini sonuna kadar kullanarak, yaklaşık bir saat kırk dakikada vardılar o kente.
Arabayı birliğin karşısında durdurdu. İçlerinden İzmirli olan inip karşıdaki nizamiyenin nöbetçi yerine yaklaştı. İçeri girdi ve oradaki askere, bir gün gelin de sizi de yaşatalım, diyen, görevleri dolayısıyla farklı şehirlerde sıklıkla karşılaştıkları, kendi birliklerine geldiklerinde çok da iyi ağırladıkları üç askeri sordu. Görevli asker, sivil giyimli kişiye "Sen paşanın şoförü falanca değil misin?" diye seslenip onu tanıdığını belli ederken dahili telefondan içeriyi arayarak durumu anlattı, gelen yanıt bütün o söylenenlerin, atılan havaların ne kadar boş olduğunu ortaya koymaya yetmişti. Anlatılması kolay, yapılabilmesi güç olan bir davranışın gerçeklik halinin bütün çuvallamalarını anlatmaya yetiyordu ortaya koyulan mazeret. Kapıya kadar gelip bir hoş geldiniz demeye bile yetmemişti cesaretleri...
Durumun kendi aralarında biraz geyiğini yaptıktan sonra, oraya kadar gelmişken o coğrafyada sadece o kentte olan bir mekana gitmeye karar verdiler. Fellini’nin Roma'ya bakışındaki lezzette ve o gözlemcilikle küçük sokağın sağına soluna bakınarak yürümeye başladılar: Islaklığına kırmızılı mavili floresan ışıklarının vurduğu, bağırdan şarkıların yankılandığı, abartılı renklerin renk kattığı, küçük küçük evlere tıkışmış kadınlar ve onları izleyen; kapalı bir anadolu şehrinin çapkın bakışlı, hovardalığın etiketini rol bellemiş, hazzın tatlı tatlı gülümsemesini yüklenmiş farklı yaşlardan erkeklerinin dolaştığı sokakta...
Herkes kendi cesaretince birini seçerken, onlar da öylesine bakınıyorlardı. Öylesine bir aşk özlemi çekiyorlardı ki en romantiğinden... Güzel bir akşamdı. Oraları, onlar başka türlü anlamlandırıyorlardı. Ev gibi kutsal, sıcak anlamlar yüklenmiş bir mekanın 'genel' takısıyla tanımlanmış ve çoğaltılmış hali; toplumun çoğunluğunun ahlaki yargılamalarından bakınca aslında insanlara nasıl da iğrenç geliyordu. Dolayısıyla o mekanların işçileri de... Evlerden birinin ışığında, kendi ışığını etrafına yayan, sanki bir sosyolog gibi diğer kızlara yaptıkları işin her hangi bir yerde çalışmak kadar onurlu, hayatın bütün orospuluklarından bakınca da yaptıkları işin aleniyetinin delikanlılığından, lafları eylemleri oraya buraya çarptırmadan yaşama biçimlerinin dürüstlüğünden söz ediyor sanılırdı. Hiç tarzı olmadığı halde o genç kadın, kaçınılmaz bir şekilde onu çekti. Göz göze geldiklerinde değerler silsilesine çok şeyin katılacağını görmüştü. Yatağın üzerine uzanılmış, aleladeliğe anlamlar katmaya çalışan dokunuşların arasında gözü komidinin üstünde duran, ara verilmiş kapağı üstte dönük kitaba takıldı; kitap, o sıralarda okumakta olduğu Judith Guest'in Sıradan İnsanlar'ıydı. ...2.Bölüm
Görsel: Nikola Borissov- Widelec.org
OKUDUKLARIM 2024/82 ŞAL
4 saat önce