15 Ocak 2009 Perşembe

Yakın Tarihte Bir Ufak Tur...Asıl Suçlu!

Hayata bakışımda şikayet kültürü pek yoktur. Ve başkalarını suçlayıp oradan sonuç çıkarıp kendimi haklılamayı sevmem. Eğer karşımdaki kötü ve suçluysa bile, çektiğim zararın sorumluluğu bana aittir diye düşünürüm. O öyleydi de sen ne yaptından bakarım genellikle... Bu yazı ülkenin bu günlerine o mantıkla bir bakıştır.

1980 öncesinde, toplumun her kesimiyle işbirliği halinde, sol değerlere ve toplumun tüm katmanlarına öncülük eden, genel başkanının  adı dağlara taşlara yazılan bir parti vardır. Ve faşizmin tavan yaptığı, olağanüstü güçlü oligarşik bir yapının olduğu yıllarda,  olağanüstü coşkulu, tüm sol güçlerle kucaklaşılmış bir seçimde, tüm bu olumsuzluklara rağmen %42 oy alır bu parti... Ve bu gücün, yani o sol potansiyelin önü bir darbe ile kesilir.

1980 darbesinin ardından solsuzlaştırılmış Türkiye'de, ilk genel seçimlere gidilir. Seçime sol adına katılan ve devlet eliyle kurulmuş gibi duran Halkçı Parti vardır. SODEP, Erdal İnönü dayanaklı bir veto yemiştir. ANAP'lı yıllar başlar. Yasakların kalkması konusunda, ne enteresandır ki; demokrosiyi savunması gerekirken, partilerin varlık sebepleri bu olmasına rağmen, iktidar partisi ANAP'ın, referandum sürecindeki, demokrasi kültürüne hiç yakışmayan her türden engelleme çabası ve karşı propagandası sonuç vermez ve yasaklar kalkar.

Bunun sonucunda solda; DSP, Halkçı Parti ve SODEP sahne alırlar.

O yılki genel seçimlerde ve yerel seçimlerde SODEP geçmişten gelen sol oyları toparlar; hem yerel seçimlerde hem de genel seçimlerde başarı elde eder. Aydın Güven Gürkan gibi, insan bir insanın Halkçı Parti genel başkanlığına seçilmesinin ardından, Halkçı Parti'nin SODEP'e katılımıyla SHP oluşur ve yapı biraz daha güçlenir.

Kurulduğu anda (SODEP iken) gencecik bir genel sekreter (Fikri Sağlar), onunla birlikte çok parlak gençlerle akil insanlardan oluşmuş, son derece demokratik, katılımcı, ben solcuyum diyen her kesimle ilişkileri iyi, temsil ettiği sınıflara önderlik yapan bir partidir SHP. Hatta çok önemli bir risk alarak -bir sonraki seçimde etnik milliyetçilik üzerinden siyaset yapmalarına rağmen- katılımcılığın bir gereği olarak, kendilerini meclis kürsüsünden ifade edebilmeleri adına DEP'i meclise sokar. Ve bu süreçte; hizipçiliği tavan yapmış ve o an itibariyle partinin genel sekreteri olan şahsiyet yüzünden, defalarca kurultay yapmak zorunda kalınır. Her seferinde kaybeden hizipçi, katılımcı bir çaba harcamak yerine, yaşamı boyunca kendi konumunu düşündüğünden, sürekli koltuk fırsatı kollamaktadır.

Anayasada değişiklik yapılıp eski partilerin kendi adlarıyla yeniden açılabilmesi söz konusu olduğunda, beklenen fırsat da gelmiştir. Erdal İnönü'nün "CHP açıldığında biz SHP olarak ona katılalım, CHP çatısı altında bir büyük kongre yapalım ve orada genel başkan ve kurulları oluşturalım." önerisine, o anlamda bir kurultayı kaybedeceğini çok iyi bilen Bay Hizip, Ecevit'in de yine Bay Hizip yüzünden bir başka kırgın ve küskün olarak bütünleşmeye sıcak bakmaması yüzünden, kapanan partinin son genel başkan yardımcısı olması dolayısıyla yasal hakkı olduğu için, yeniden açılan CHP'nin başına kurulur ve yeniden üç parti olunur. Geçmişten gelen bir aşk olduğu için CHP, çok doğal olarak aklı karışan seçmen yine bölünür.

Bay Hizip her gün baktığı aynasında kendinden başkasını göremediği için ve kazayla da olsa ayna bazen, "ondan daha iyi birinin olduğunu ve halkın onu daha çok sevdiğini" söylediğinde, o insanı yok etme konusunda yeteri kadar elmaya sahip olduğundan, o yılki belediye seçimlerinde İstanbul'da SHP adayı Zülfü Livaneli'nin karşısına bir aday, Ankara'da yine SHP adayı Korel Köymen'in karşısına bir aday koyup oyları bölerek, çok ufak oy farklarıyla İstanbul'da Recep Tayyip Erdoğan'ın, Ankara'da Melih Gökçek'in başkan seçilmelerine olanak tanır.

Bunun böyle gitmeyeceğini anlayan iyi niyetli solcular, Murat Karayalçın'ın genel başkanlığı döneminde gereken fedakarlığı göstererek, daha büyük ve oy oranı yüksek bir parti olmasına rağmen bir büyük kurultayla SHP- CHP birleşmesini gerçekleştirirler. O dönemde, özellikle sermaye basının fazlasıyla vitrine çıkardığı ve parlattığı Baykal, biraz kamuoyunda oluşan bu rüzgarı ve daha fazlasıyla da bütün bir yaşamı boyunca son derece titizlikle ve çakal bir akılla oluşturduğu delege yapısı sonucu, partiye ufak bir oy farkıyla genel başkan olur. Bundan sonra, partide hızlı bir kıyımla SHP' den gelenlere ayrı bir bakış ortaya koyup onları dışlayarak, kesintisiz bir biçimde partiyi ufaltırken kendini büyüterek yola devam eder. Parti tüm sol gelenekleri ve kendi geçmişini inkar ederek hızlı bir biçimde, militarizmi destekleyen, sağ politikalar ve politikacılardan medet uman bir siyasi usluba doğru yol almaya başlar.

Daha sonra baraj altında kalınarak kaybedilen bir seçim sonucunda istifa etmek zorunda kalır. Altan Öymen genel başkan olur. Parti gerçek anlamda sol, sosyal demokrat parti olma yolunda yeniden yapılandırılırken; başta delege sistemi olmak üzere katılımcılığın önündeki tüm engelleri kaldırıp tam anlamıyla çağdaş bir parti oluşturma yönünde programdan başlayıp tüzüğe varana kadar toplumun tüm kesimleriyle ortak bir çaba içinde çalışılırken; bu yeni yapının kendisi için bir son olduğunu farkeder Bay Hizip. Yeniden, "halk beni istiyor" nidaları atarak kurultay çalışmalarına başlar. Zaten kendi oluşturduğu ve henüz değiştirilememiş yapının olanaklarını sonuna kadar kullanarak, çok az bir oy farkıyla da olsa yeniden genel başkan seçilir. Bütün bir değişimi gerçekleştirmek adına yapılan kurultaydaki tüm düşünceler, program, tüzük rafa kaldırılır. Yeniden tek kişinin partisi olma haline doğru yol alan CHP'de, sol düşüncedeki insanların sempatisini kazanmış, kendisine rakip olabilme olasılığı yüksek kişiler hızla partinin hatta siyasetin dışına itilirler.

Yeni kurulmuş bir parti olan AKP katıldığı ilk seçimden birinci parti çıkar ve tek başına iktidarı alır. İkinci parti CHP dir. İki partili bir meclis oluşur. DYP çok küçük bir yüzdeyle barajın altında kalır. Ama Siirt'te seçim kazanan ve oyların büyük bir çoğunluğunu alan Jet Fadıl, dokunulmazlığı kaldırılıp mahkum olunca; orada, yeniden bir seçim söz konusu olur. Normalde, o seçimin oylarının genel seçim oylarının yüzdelerini etkilemesi gerekirken, bütün demokratik ahlakı bir kenara bırakan bizim küçük hesapların hini, AKP ile işbirliğine gidip yasada gerekli değişikliklerin yapılmasına olanak sağlayarak, Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakan olmasına sebep olur. Aynı zamanda da, Siirt oylarının genel seçim sonuçlarına etkisi engellenerek DYP'nin barajı aşmasına olanak tanınmaz ve dolayısıyla bu durumun kendi milletvekili sayılarına vereceği zarar engellenmiş olur. Peki tüm bunların ülkeye bedeli ne olmuştur? Bugüne baktığımızda özellikle sol tandanslı insanlar olarak kime kızmamız gerekir?

Hayatı boyunca solcu olmanın gereği ne varsa hepsinin tersini yapmış, partinin büyümesine olanak sağlayacak tüm insanları kendi koltuğunun tehdidi görüp tasfiye etmiş, kocaman bir sol seçmen kitlesini parti anlamında seçeneksiz bırakmış, küstürmüş... Partinin toplumun tüm kesimleriyle bağını kopartmış, temsil etmesi gereken kesimlerin son derece uzağında bir siyasetle onları yalnızlaştırmış biri hâlâ orada dururken, siyasete tavırsal olarak müdahale edip öncülük etmesi gerekirken, bir siyasi partinin muhalefet alanlarını ve yapması gerekenleri sivil toplum örgütlerine, bir takım kurumlara terk etmiş ve onların çabalarının ve bu çabaların rantlarını yemenin hesaplarını yapmış, her seçim döneminde toplumda kabul gören insanların parlaklığından yararlanmak adına onları bünyesine alıp onların seçim ertesinde ise sessiz kalmamaları sonucu kapı dışarı etmiş biri orada dururken... Bence; Türkiye'nin yakın dönemine verdiği zararlarla aslında uzun vadedeki geleceğini tüketmiş, iktidar olmak ve bu ülkeyi yönetmek gibi bir arzusu olmayan, hayatı boyunca hiç bir risk ve sorumluluk almamış, bir çaba ortaya koymayıp parti içi hukuksuzluğa ve hazıra sırtını dayamış, toplamda hiç bir zaman %35'in altına düşmemiş sol oyları DSP'nin de CHP çatısı altında girdiği yani tek sol parti olarak katılınan bir seçimde bile tüketmiş, kendi dışında kimseyi umursamamış biri hâlâ varken biz niye ona buna kızıyoruz ki ...

Ben artık ona da kızmıyorum; ama, uzun yıllardır ortaya koyduğum görüşlerim yüzünden arkadaşlarımın içinde çoğu zaman tek kalsam da bugün haklılığımın onlar tarafından kabul edilmiş olmasına da sevinemiyorum. Minicik çocuklarken, daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış, ortaokul, lise düzeyinde pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış, yaşamını tüketmiş, bedenlerinin bir parçasını işkencelerde bırakmış arkadaşlarım için üzülüyorum. Ve bugün, benzer gençlerin arkasında duracak, onlara güven olacak, içinde onların sesinin de yankılandığı bir sol parti olmadığına, olamadığına üzülüyorum. Ve eski (CHP) parti binasının bahçesinde tüm fraksiyoner farklılıklarımızı unutup şarkılar ve türkülerle sarmaş dolaş olduğumuz o muhteşem seçim gecesinin devrim tadındaki coşkusunu özlüyorum.

Karikatür Haslet Soyöz'e aittir.

13 Ocak 2009 Salı

Bir Reklama HİÇ Dokunmadan Geçemedim

Son Turkcell reklamına bayılıyorum, bunu inkâr edemem. Hiç demelere yüklenmiş tonlar, söyleniş biçimi çok hoşuma gidiyor ve her rastladığımda şefkatli bir tebessüm suratıma konuveriyor. Bu sevgim sadece oradaki duyguya ve ilişkinin sempatik haline elbetteki...

Ama aynı zamanda, hiçbir şeysiz saatlerce konuşma arzusunun arkasındaki koca boşluğa bakıyorum ve üzülüyorum. Durumu eleştirel bir bakışla değerlendirip sorumluluğu hemen gençlere de yüklemiyorum. Enteresan olaylar gözlüyorum telefon kullanımına yönelik... Evim üniversitenin güzergâhı üzerinde olduğu için fazlasıyla tanık olduğum, minibüsle gittiğim zamanlarda gözlemlediğim olaylardan bir kolaj sunup sonra kendimce bir takım değerlendirmeler yapmak istiyorum.

En çok tanık olduğum olay şudur: Esas oğlan, esas kızı minibüse kadar getirir, elleri ellerinde dışarda bir süre konuşurlar... Konuşmalar elbette bir sevginin ifadesidir, sahneler hoştur ama eminim ki, konuştukları tüm gün boyu birlikte geçirdikleri zamanı dolduran ifadelerin tekrarından ileri olmayan şeylerdir. Kız, sanki bir daha görülemeyecek bir uzağa gönderiliyormuş gibi minibüse biner, oturur oturmaz eller camda buluşur, ayrılığın özlemiyle bir süre daha bakışırlar.

Yolcuları tamamlanan minibüs, iki sevgiliyi bir birinden ayıran zalim olarak ilerlemeye başlar. Baş döner ve son kezmişcesine geride kalan sevgiliye bakar. Eller son kez ve ayrılığın hüznü yüklenmiş bir ağırlıkla kalkar, usulca ve buruk bir bakışla sallanır. Az sonra aklını durakta bırakmış kızımızın telefonu çalar. Arayan esas oğlandır. Araya girmiş uzun günlerin, gurbette kalmış hasretlerin hiçle başlayıp hiçle biten sözcüklerine özlemler yüklenerek konuşulur. Ben yolun ortalarında bir yerde inerim. Sonrasında ne olur pek bilmem... Bunları, içinde duygu var, aşk var diye hoş görüp tebessüm ederim; gidilen mesafe toplamda 13 km, en kötü olasılık akşam görüşülecek olsa da...

Ama bir olay var ki, bu benim için iletişimin ve teknolojisinin zirvesidir. Ben yine minibüste uygun bir yere konuşlanmış, o gün neye tanıklık edeceğimin pususunda beklemekteyken, bir kız ve bir oğlan geldiler, minibüsün o anki nizamı yüzünden kız öne, oğlan en arka sıraya oturdu. Aralarındaki mesafe 3 sıra, bu da yaklaşık 3 metre diyelim. Oğlan iki kişilik parayı gönderdi, ardından cep telefonuna sarıldı. Buraya kadar herşey normal... Ama telefondan iletilen şu konuşma ne derece normal biri bana anlatsın, "Hayatım ben parayı ödedim, sen ödeme olur mu?" Telefonda yol boyu oyunlar oynayıp mesaj atanları, sanki şirket toplantısının uzağında kalmışcasına harıl harıl dedikodu yüklü laf olsun torba dolsun konuşanları saymıyorum.

Elbette, tüm bunları başta belirttiğim gibi bir sosyolojik gerçeklik olarak kabul ediyorum. Ne yazık ki gençlerin önemli bir kısmı konuşacakları konuları sınırlı olduğundan ve hiçlik duygusu yüzünden, telefon aslının ve işlevselliğinin ötesinde değerlerle kullanılıyor. Reklamı yapan doğru bir tespitle, hedef kitlesini varolan davranış biçimleriyle saptayıp doğru yerden yakalamış, onların tüketim eğilimlerini körükleyip ceplerindeki parayı şirketin kasasına aktarma konususunda gereğini yapmış; bunu da takdir ediyorum. Ama herşey kendi mantığında ne kadar hoş durursa dursun; insan, genç insanlar arasındaki tembel eksenli bir konuşma biçiminin reklam vurgusu olmasına üzülüp o reklamın başka içerikle yayınlanmasına mecbur kalınacak bir ülkeyi özlüyor. Ne yaman bir çelişkidir ki tüm bu eleştirilere rağmen şekillendirilen genç modeline de kızamıyor.

Çünkü ülkede yakın tarihli bir nokta koyma (12 eylül) döneminin ardından, farklı oyuncaklarla düşünmekten uzaklaştırılan, evcilleştirilmeye çalışılan, biçimlendirilen, düşünme ve tartışma alanları daraltılan ve bunda hiç bir sorumluluğu olmayan bir nesil bu... Ve hepimiz de biliriz ki insan algısı (merak duygusuyla, eleştirel ve sorgulayıcı bakmayı öğrenemediği sürece) sunulanlarla biçimlendirilebilir bir şeydir. Bu reklamda vücut bulan ve toplumun geniş katmanlarına yayılmış halin sorumluluğunu da o günkü koşulları yaratarak, iki farklı gruptaki insanların kendi mantıklarınca iyi niyetli mücadelelerine çanak tutarak, onları kullanıp birbirlerine kırdırarak yarattıkları kaosun sonucunda oluşturdukları rejimle, gençlerin baş kaldıran, dinamik ve sorgulayıcı akıllarını başka mecralara taşıyarak ciddi bir kültür erozyonuna uğratıp; ülkenin özgür düşünen, dinamik ve genç aklını yerli işbirlikçilerle üzerinden tanklar geçirerek yerle bir edenlerin, anne babaları da evlat acılarının korkularını yükleyerek evcilleştirmedeki ''başarılarına'' veriyorum.

Suçlular sahil kentlerinde resim yaparak emeklilik hayallerini gerçekleştirmenin keyfindeyken; gençliğinin önemli bir bölümü üç kelimelik konuşmalara sıkışmış bir hiçlikte olan ülkeye de bazen ''umutsuzca'' üzülüyorum. Ne ekilirse o biçiliyor çünkü...

Resim Marina Zobova'nın bir tablosudur.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Düş'e Alt Yazı...5: Arabesk Gönderiler;)



02:59:42 adamın e-postasına düş(tü)

........ .......


07:30:01 kadının e-postasına düş(tü)

geldiler yine sanırsam:))Uyandığında öfkesi mahmur gözlerine değip, ipi çeken parmaklarını avuçlarıma alıp, bütün bedenini içime çeke çeke sarar sarmalar, usul usul öperim seni ve geçer hepsi...ama bu usulluğun ötesi nereye gider onu hem biliyorum, hem de bilmiyorum:))Eğer birileri kızdırdıysa seni söyle onları kızgın şişlere geçirip mangalda uzak ateşte usul usul pişireyim:))Günaydın bebek,görüşürüz eğer saat 11 e kadar uyanmış olursan, x'le bugün sinema hamburger anlaşmamız var çünkü,en kötü ihtimal akşam görüşürüz...

seviyorum lan kadın senin varlığını ve hallerini:))....galiba:))


sabah çok güzel uyanıyor, güneşin kızıllığı göz hizamda, bide erken yatıp önceki gecenin hıncını aldım.Güzel uyumuşum ya, ondan çıktı bi kere laf ağızdan,silsem olmaz şimdi dimi:))yedim seni mıncık mıncık ,bay;)


11:35:52 adamın e-postasına düş(en)



12:10:01 kadının e-postasına düş(medi)

13:25:35 kadının e-postasına düş(medi)

15:17:16 adamın e-postasına düş(medi)

SONRA EPEYi DÜŞ(TÜ)

19:58:48 adamın e-postasına düş(en)



20:59:47 kadının e- postasına düş(en)

ben sana, bir tek taş devrildiğinde bütün taşlarımın devrildiği bir akşamda, güzel şeyler yazim,teselliyi sende arim;üstelik senden bir karşılık beklemeden...iyi kötü önemli değil senin sesinden çıkmış sözcüklerden ruhumu ısıtıp o ısınmış ruhumdan taşmış coşkun duygularla güzel sözcükler yazim;ve sen bana bunu yap,helal olsun:))...oysa yolun kenarında, yağmurun altındayı okuduğum an da; bende o yağmurun altında ıslanan sana şemsiye tutup, kolumun altına sıkıştırıp, saçlarına şarkılar söylemiştim:))ben yine de hiç sitem etmeden şarkılar söylüyorum; ve senle ıslanarak yürüyorum .Şemsiye ufak olduğu için sana değecek yağmurları bile kendime yağdırıyorum:))

21:11:23 adamın e-postasına düş(en)


21:19:10 kadının e-postasına düş(en)

iyi geldi bu:))...geldinmi eve:))

21:26:48 adamın e-postasına düş(en)


21:55:16 kadının e-postasına düş(en)

dertlerimin demindeyim; bir harmanım bu akşam...dı:))..dalmışım koltuğa kaykılıp ,
tv açık iyiyim şimdi:))uyku gözümün ucunda,uyut beni masal olup daha:))


22:33:09 adamın e-postasına düş(en)



22:59:34 kadının e-postasına düş(en)

benim uyuyup yarına kafamdakilerden sıyrılmış, normalleşmiş kalkmam lazım,kendimi yatağa teslim etmeliyim:))Aslında şu an teslim olmak istediğim bir insan evladı; ama ne çareki çaresizce yatağıma teslim oluyorum,ona dökülemeyeceğime göre televizyonun şevkati masal olup uyutsun beni:))Görüşürüz ,öpüyorum;son yazdıklarına sarılıp yatıyorum:)...lan bugün sabah beri arabesk bir adam oldum çıktım bak:)...iyi geceler:))

23:23:22 adamın e-postasına düş(tü)


07:15:39 kadının e-postasına düş(medi)


08:01:57 kadının e-postasına düş(medi)


09:17:16 kadının e-postasına düş(en)

Temiz parlak ve güneşli bir gün:))


sayende:))....günaydın;)

09:19:26 adamın e-postasına düş(tü)





11:03:36 muhtemel ki!...daha çok düş(ecek)


Müzik: Fikret Kızılok-Bir Harmanım Bu akşam

Resim Paul Barlow

11 Ocak 2009 Pazar

Çöküş...


Avrupa sinemasının Amerikan sinemasından farklı olarak, ele aldığı konuları bir aksiyon ya da kahraman yaratmadan, belgesel tadında ama asla ritmini kaybetmeyen sürükleyicilikte ve derinlikte anlatabilme geleneğinin en güzel örneklerinden biridir bu film.

İzlediğiniz süre içinde sanki bir film izlemiyormuşsunuz da, olayların içinde biriymişsiniz gibi hissedersiniz sahiciliği... Film çok objektif olarak çöküşe giden yolda kullanılan (faşist) argümanların sonuçlarını ortaya koyarken, sanıldığı gibi Hitler'in masumiyetini de ilan etmiyor. Aksine, diktatör ruhlu acımasız insanların bir iktidarın gücünü bu kadar acımasız ve sert kullanmalarının arkasındaki kişilik bozukluklarının niyelerini göz önüne seriyor.

Ve bu yok oluşa gidişte: Ruhun akla dayattığı körlüklerin arkasındaki zayıflıkların, itilmişliklerin, yaşanmamışlıkların, sevgisizliğin oluşturduğu aşağılık komplekslerinin faşizan bir karakterin oluşma nedenleri olduğunu ortaya koyuyor.

İnsanlara, özellikle çocuklara beyinlerinin yönlenmesi konusunda kör ve dayanıksız milliyetçiliğin yüklenmesinin minicik yürekleri bile nasıl katı ve düz yapabildiğini; ve bunun ne büyük bir acımasızlık olduğunu sergiliyor. Ve mutlak doğrucu ve sorgulanamayan bir yönetim anlayışının çocukları bile savaşın göbeğinde kullanabilmesinin insanlıktan, kalpten, sevgiden uzak halini; bu katılığın bir anneye bile çocuklarına doğru sandığı bir hayalin kör inanmışlığıyla, doğru olduğunu düşünerek nasıl bir yanlış yaptırabildiğini ortaya koyuyor (Çok dramatik bir sahnedir ve Corinna Harfouch tarafından mükemmel oynanmıştır)...

Film bir savaş sürecinin insanlığa verdiği zararların fonunda, buna neden olan karakter odağında, genel bir psikolojik yanılgı ve buna bağlı kör bir itaatin sorgulanmasına olanak sağlayan ''psikanalist'' bir filmdir. Bir masumiyet methiyesi asla değildir. Görkemli sahneleriyle savaşın ve çöküşe gidişin tüm boyutlarını ortaya koyarken; tüm bunları insanları odak alarak, ilişkiler, hayatlar ve karakterler odağında yapmaktadır. Çok sıkı bir filmdir, kesinlikle izlenmelidir.


Yönetmen: Oliver Hirschbiegel

Oyuncular: Bruno Ganz, Alexandra Maria Lara, Corinna Harfouch, Ulrich Matthes, Juliane Köhler

10 Ocak 2009 Cumartesi

Mim Karnında Bir Nokta...''En Sevdiğim''Yazar...

Bu kez mimim gelirken havada kokusu da vardı. Sevgili Beenmaya, topu bana doğru atarken kimi yazacağımı da tahmin ettiğini hatta bildiğini vurgulamıştı. Bunun aslında kendi yazacağından bir vazgeçişle; benim onu daha iyi yazacağımı düşünerek, boş kaleye topu yuvarlamaktan başka çare bırakmayan çok güzel bir pas olduğunun farkındayım. Bu aynı zamanda, onun bir gün birilerinin miminde benzer soruda yanıt olacak güçlü kalemi kadar, iyi bir okuyucu olduğunun da göstergesi. Çünkü daha önce; hatta blog yazmaya başladığımda, ilk yayınladıklarımdan biri en sevdiğim kitap ve o niye benim için en kitapla ilgili bir yazıydı. Gözden kaçmamış...

Aslında, en yazarlarından ziyade en kitapları olan bir okuyucuyum. Bir yazar takıntım olduğunu söyleyemem. Geniş bir yelpazade okumayı severim. Keşfetmek tutkumdur. Çoğu zaman, sadece kapağına bakıp, içinden bir iki cümleyle karar oluşturup satın aldığım kitapların ve yazarların, sonra geniş kitlelerle buluşamasalar da, adlarının çok saygın bir biçimde, popülaritenin ötesinde değerlerle anılması çok hoşuma gider. Kendimi sever, keşif yeteneğimin tadını çıkarırım.

Şöyle bir duygum ve inancım vardır kendimce: Her yazarın ''en'' bir ya da bir kaç kitabı vardır; ve bunlar, onların hiç bir popüler olma kaygısı taşımayan halleriyle sadece kendileri için, kendi heyecanlarıyla, yazmanın keyfinin başka kaygılarla beslenmeden tavan yaptığı anlarda yazılmış olanlardır. Bana ait bir düşünce olduğu için elbette yanılıyor da olabilirim ...

İlk okuduğum kitabından sonra diğer bir kaç kitabını aldığım; ve o kitaplardan da aynı tadı aldığımı söyleyebileceğim yazar sayısı çok fazla değildir. Benim özel bakışım ve nedenlerimden dolayı en sevdiğim kitaplar vardır; ve onlardan dolayı da yazarlar...

Şimdi gelelim, daha doğrusu mimin amacının özüne sadık kalarak sorunun yanıtına: Şu ana kadar söz ettiklerimin ışığında bu soruya düz bakarak bir yanıt vermem gerekirse; öteki sevdiklerimin affına sığınarak ve bir ayrımcılık değil de bir görev algısı olarak alıp bu durumu gücenmemeleri anlamında, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Milan Kundera diyorum; Pal Sokağı Çocukları ve Ferenc Molnar'dan çok ama çok özür dileyerek... Bir yetişkin bakışından bir yetişkin kitabı yazmam gerektiğini düşünüyorum çünkü bu mime...

Neden Milan Kundera ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği sorusuna vereceğim yanıt bir tekrar olacağı için, en uygunu önceki yazımdan bir bölümü taşımak diye düşündüm. Ama bu kez yazarla tanışma nedenim tesadüf değil. O günlerde kendi topraklarından çıkarak, bütün Avrupa'da hatta dünyada gündeme oturan bir yazar olarak verdiği röportajlardaki düşüncelerinin ilgimi çekmesi; ve ilk okuduğum kitabından sonra en çok kitabını satın aldığım yazar olmasıdır. Buyrun niye o ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği:

Bir ideolojinin ortodoks tavrına, sorgulayan, eleştirel ve anarşist aklımın başkaldırdığı bir ilk gençlik döneminde, karakter özelliklerimin ruh ikiziydi sanki romanın kahramanı... İlk gençliğin öykünen tavrıyla bireyselleşen kimliğin başkaldırıları arasında çatışan ve gelişen bir ruhun yolunu ışıldatan bir kitap olmuştu benim için.

İlk gençliğin meraklarıyla başlayan ve devam eden ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde, bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkın ayrıdına varma yolculuğundaki ruhuma güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettiren, ilişkiler üzerine bir beslenme sürecinde sorularımı netleştiren bir kitap da olmuştur aynı zamanda.

Hem siyaset sorgulamaları hem de ilişkiler odağında, ihraç edilmiş totaliter bir ideolojinin anaforları ile yalnızlık, aşk, tutku, cinsellik üzerine doğru yorumlar yapan çok hoş bir kitaptır.

Felsefi çıkarımlarla dolu, bitmekte olan insani değerler üzerine incelikli bir düşünme, aşk üzerine bir felsefe, empoze edilmek istenene bir başkaldırı, cinsellik üzerine sorgulamaları olan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği: Benim aşkımdır. Ötesi yok!..:))


Genelde bu tip (mim benzeri) olaylarda halkanın takılıp kaldığı nokta ben olurum; kimse kendini bir zorunluluk altında hissetsin istemem. Bu yüzden, zaten mim başka kanatlardan da atak halinde olduğundan daha çok gol çıkacağının güvencesiyle topu ortaya doğru atıp bu pası alıp gitmeyi hür iradelere bırakıyorum. Sevgili Beenmaya'ya da, lezzetli pası ve zevkle yazdığım bu yazı için teşekkür ediyorum:)

Resim Paul Barlow

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP