seyyah olduk bu alemi gezeriz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seyyah olduk bu alemi gezeriz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2019 Cuma

Şehrin Fısıltısı

Öncesi

Ertesine dönmüş gün, mavi gecenin tatlı soğuğunda yürümek, günün bıraktığı paha biçilmez izler, gecenin renk ahenk fısıltıları ve mutlanmış insan hallerimizle giriyoruz otelimizin narince okşayan sıcaklığına... Sanki hep burada yaşamışız gibi kuvvetli, güvenilir bir ilişki onunla bizimki. Çıkıyoruz balkona... Tonlarından daha açığına biraz daha vakti var, skalası geniş mavinin...

Fazla değil ama derin bir uyku benimki... Uyandığımda saatlerce uyumuşum sandığım, rüyalarımın tadına bayıldığım ve onlar yüzünden uzun sandığım ama saate bakınca uyandığım ve sevdiğim, derin uykularım. Ömrü uzatan, ömürden ayrı zamanları kısaltan, tok, aydınlık, güzel ve dolgun ama kısa uykular...  Ya sarıldığım eşsiz sıcaklık.

Dışarıdan odaya dolan jeneratörün ahenkli, Ali Farka Toure ile aşık atacak ve aynı ritimde süre giden basları, ve ayrıca onunla ilişki halindeki martıların bir karmaşa ahengiyle ve gülümseten bir acelecilik bürünmüş, afacan soloları... Bir sevinç anını müjdeliyorlar. Bir davet de bu aynı zamanda! Beni balkona çağırıyorlar...


Gün henüz mavi. Sabahın erkeni. Şehir uykuda. Ninni tadında ve susmayan jeneratörü ve şehrin şefkatli soğuğunun eşsiz şarkılarını dinliyorum.

Dönüyorum odanın sıcaklığına, alıyorum elime kitabımı, uzatıyorum bacaklarımı rahat yatağa... Saraybosna Marlborosu. Muhteşem bir savaş romanı! Aslında bir öykü kitabı; ama küçük insanların büyük öyküleriyle örülmüş, hiç canınızı yakmadan bir savaşın dramını, ne olduğunu cilt cilt kitaptan daha detaylı ama hayata dair hikâyelerle ve karakterle anlatırken gülümsetebilen...  Fena halde o coğrafyada olma isteği yaratan, savaşın soğukluğunu insanın sıcaklığı ile bütünleyen, üzerine bir yazıyı ayrıca hak eden enfes bir kitap. Ve henüz minik bir öğrenciyken arkadaşlarla gittiğimiz, şimdi yerinde yeller esen sinemada izlediğim filme adını veren, sonraki yıllarda pek çok romanda önüme çıkan izi daim bir direnişin öyküsü, Neretva Köprüsü... bir kez daha! Sabahın bu hoşluklarına ilaveten, kulakları ayağa diken, hayran hayran dinleten ulvi ses tüm fısıltıları öteleyen bir kutsiyetle odayı dolduruyor.


Muhteşem bir okuyuş, ve muhteşem de bir müziği olan bu ses doğrudan ruhuma akıyor. Her şeyi terk edip onunla baş başa kalıyorum. Bu muhteşem okuyuşun temiz ruhlu karakterini resmediyorum. Haluk Bilginer'in oynadığı Polis* filmindeki ânı da aşan bir hayranlıkla dinliyorum genç olduğunu düşündüğüm bu aydınlık yüzü. O biter bitmez de güne katılmaya hazırlanan esnafın fısıltıları düşüyor sabaha...  jeneratörse aynı ahenkle devam ediyor. Balığa çıkan ya da balıktan dönen küçük teknenin patpatları başlıyor o ara... Atıyorum kendimi balkona. Martılara balık festivaliyse tümünü tıka basa doyurma gayreti ile aralıksız devam ediyor.


Mendireğe park etmiş teknede şenlik var. Bereket var. Ve ganimetin kardeşçe paylaşımı... Denizden güzel ve Allah bereket versin bir nafaka ile dönmüş tekne; ambarları dolu. Meleklerin payına ise meleklerin hücumu... Gülümseten bir şefkatle izliyorum. Bu şehir gerçekten çok güzel be! Martıları çok mutlu... Emeklerini meleklerle paylaşanlar da... Peki jeneratörün hiç düşmeyen, Ali Farka Toure ile aşık atan ritmine ne demeli?! Peki tüm bu güzellikleri uyumlu kılıp güzel bir ahenkle sunan sabaha... ve tüm güzellikleri daha da parlatan, kokulu kılan ve geceden kalmış yağmura... Ne demeli?!!


Enn sevdiğim kadın balkonda. Otelde kahvaltı istememiştik ki bir planımız var. Gün öğlene yaklaşıyor. Şehir pazar uykusunda. Huzurlu bir sessizlik... Sırt çantamı toparlıyorum. Küçüğüne de yağmurluğumu, kitabımı ve fotoğraf makinesini atıyorum. Enn sevdiğim kadının toparlanma süresini de balkonda değerlendiriyorum. Teknedeki brunch tüm hızı ile devam ediyor... Büyük teknedeki jeneratör aynı ritimle güne müzik yapmaya devam ediyor... Hava gri. Fakat bu da bir tatil günü sessizliğine yakışıyor.

Çıkıyoruz odadan, kat görevlisine "Günaydın" ve "kolay gelsin," diyor, asansöre biniyor, resepsiyondaki sahibesi hanımefendiye anahtarı bırakıyor, biraz sohbet ediyor, bazılarının şikayetçi olacağı, çok müşkülpesent olmayınca göze görünmeyen banyodaki yenilenme ihtiyacına rağmen, bizim senaryomuza çok da uygun ve onu güzel ve anlamlı kılan, bizi de memnun eden, çok da sevdiğimiz Mola Otel'den teşekkür ederek, ayrılıyoruz. Çantalarımızı, otoparkta tatlı tatlı uyuyan, illaki mavi, enn sevdiğim kadının pek şeker ve çekik gözlü kuşuna bırakıp, bir süre caddede yürüyüp, kıyıya geçiyoruz.


Elbette ki CHILLIN PUB'ın önünde kalıyoruz. Bir fotoğrafı olmalı! Öbür köşedeki Liman Başkanlığına zaten bayılıyoruz ki üzerine dün akşam rakı masasında, yaşamın doruğunda ve denizin üzerindeyken ne hikâyeler yazdık. Kıskandık! Ama küçük şehirlerin küçük tren garlarındaki yaşamları da ihmal etmedik. Kendimizi liman başkanı ve gar müdürünün çocukları sandık... Ve hatta az önce Saray'ın ve Barınak'ın önünden geçerken hemen köşedeki mekânı da aklımızın bir köşesine yazdık.


Kalenin içinde bulunduğu park, şehrin ölçeği ile uyumlu ve sevimli binası ile Şehir Kulübü ân itibari ile sessiz olsalar da muhtemelen açan havayla birlikte dolacak buralar. Kalenin burcundaki masadan günün batımını izlemeyi ihmal etmemek gerek. Eşi az bulunur bir güzelliktir ve soğuk biranın ya da demli bir çayın arşa erdiği anlardan biridir; demir korkuluklarının ardında yaşanan zaman!

İskele sabah mahmurluğunda, Zeki Müren Parkı ıslak ve boş, bir kaç genç kız ve erkek ki muhtemelen öğrenci, şakalar yaparak dolaşıyorlar. Martılar sadece kendilerine kalmış iskelenin tadını çıkarıyorlar. Dünden beri kafayı taktığım, önce lüks bir yolcu gemisi sandığım ama en sevdiğim kadın sayesinde yük gemisi olduğunu anladığım gemi açıkta ve günün grisine saklanmış. Kütüphaneye yaklaşmışken kenardaki dürbünü görüyoruz. Atıyoruz bir lirayı. Gemide işler yolunda... Neredeyse de Samsun görünecek.


Bir zamanlar gözdemiz olan Teyze'nin Yeri'nden geçiyoruz. Fazla büyümek, işi fazla büyütmek, biraz da fabrikasyona çevirmek güzel mi acaba? Şu köşedeki, eskiden  Sinop evlerinin bulunduğu, Karakum'un Karakum olduğu ama bu boyutta otellerle, eşsiz güzergahın da sitelerle dolmadığı yıllarda ona doğru giderken keskin bir virajı aldığımız ve ardına bayıldığımız noktadaki  apartmanın altında günün batışına bakan, ruhları dürten saatlerine de pek yakışan bir pub var; üst kat balkonu yıllardır aklımı çelip duruyor. Ama ne demişlerdi filmde, "Bekler her şarap belli bir anı!"

O virajın hemen dibindeki ara sokağa kıvrılıyoruz ve yeni mantıcımızın bir kaç basamaklı merdivenini çıkıyoruz. Melahatın Mutfağı'ndayız. Giriş katı bozularak oluşturulmuş, diye düşünüyorum. Mutfak arka tarafta ve bir koridordan geçiliyor. Samimi, sıcak ve sevimli buluyorum mekânı. Üstelik cam önündeki masadan deniz görülebiliyor. Bir beyefendi geliyor.

"Bir Sinop Mantısı ama yarım porsiyon olsun lütfen."

"Benimki bir porsiyon ve karışık olsun lütfen." 

"İki kola, biri şekersiz lütfen."

Geliyor eve gelmiş misafir titizliğinde hazırlanmış tabak ve bol porsiyonlu mantılar. Görüntü fazlası ile ipucu veriyor: Misss gibi tereyağı kokusu, ev hanımı bonkörlüğündeki miktarı ve özellikle bizim damak zevkimize yakınlığı ile pişme düzeyi... Mesela bir kaç hafta önce yoldaki tabelasıyla aklımızı çelen, Gümenez'deki  pek hoş mekânda yediğimiz mantı bir ân ravioli etkisi yapmıştı bende... bizim mantıya göre bir tık diri olduğunu düşündürtmüştü. Üstelik tam bir Sinop mantısı  olsun diye karışık istememiştim ve üzerindeki yoğun ceviz belki de o dirilik hissini veriyordu. Bu mantı ise tam benlik ki tabağımın yoğurtlu kısmını sonraya bırakıyorum. Ama kesin olan bir şey var; daha iyisi ortaya çıkana kadar, bizce Sinop'da mantı Melahatın Mutfağı'nda yenir.


Bitirince cevizli kısmını biraz nane, biraz sumak eklediğim yoğurtlu tarafına geçiyorum. Hımmmm... muhteşem. Pişme kıvamı mükemmel, akışkan kıvamıyla üzerine eklenmiş yoğurdu lezzetli; tereyağı ve eklediğim baharatlarla ortaya çıkansa kocaman bir mutluluk. Gönlübol porsiyon nefes kesiyor. Allahtan yapılmamış bir kahvaltı var ve bunu iki öğün bir arada kabul edersek, masaya düşmemem normal.

Çay içeriz elbette. Islak bir hava. Sert olmayan bir soğuk. Sıcak bir mekân ve aradan görülen şahane bir deniz. Bir pazar günü sakinliğinde, ev sıcaklığındayız.

Ödemeyi yapıp mutfağa geçiyoruz.

"Teşekkür ederiz, çok güzeldi, ellerinize sağlık."

Virajın öte yanına niye dönmedik ki?! Bir ân yok olmuş evleri düşünerek, acaba içerilere dalsak rastlar mıyız, isteği oluşuyor bende. Muhtemelen biraz önce sahilden gelirken sokak arasından gördüğüm, şehircilikle hiç alakası olmayan ve orada ne alaka dediğim dev hastane binası nedeniyle komuta merkezimdeki kurmaylar, seveceksen eksik sev diyerek sahile atıyorlar beni. Ah bizim bu inşaat... inşaat... inşaat aşkımız. Oysa bir çok şehrimiz gibi bir tane Sinop'umuz var. Bir ta-ne!


Dün aslında, yazarımızın kitapları var mı Sinop'da diye kitapçı ararken özellikle giriş kapısı muhteşem Pervane Medresesine de uğramıştık ve hemen girişin sağındaki bir mekân dikkatimizi çekmişti, hoş bir yeme içme noktası ve belki de bir sabah kahvaltısı için akılda bulunmalı, Sinop Sofrası. Ve aynı mıntıkada, medresenin hemen karşısındaki Alaaddin Cami: hem hacmiyle hem de düzeni ile bayıldığım bir yerdir ki altını çizmeliyim. Türk kahvesi derseniz de bu muhteşem medresenin içindeki Kahveci Baba mutlak. Bir zaman yolculuğudur ki canlı müziğe denk gelirseniz çok âlâ olur.

Kahve demişken... kahvemiz geliyor! Gün usuldan usuldan açıyor. Aşıklar Caddesinin palmiyelerinin altından yürüyoruz. En bayılınası, sadeliği ve hoş mimarisi ile şehre yakışır, devlet burada hissi yaşatmayan, halka bütünleşmiş vali konaklarından biri yol üstünde. Asıl sahiplerinden sonraki hali geçmişi ile tezat ve yıkılmış Melia Kasım'ın yeri ne ola ki?! diye düşünürken bir süre önce yenilenen 117'nin kapısından içeri giriyoruz. Mekân pazar sabahı ve henüz yeni uyanan bir şehir sakinliğinde. Bir biz varız. Bir de bizi görünce kenara çekilen Abbas. Eski haliyle şimdisi arasında dağlar kadar fark olan ama her daim şehrin simgelerinden birindeyiz. Neden 117'yi de anlatmıştım enn sevdiğim kadına. Genç bir çocuk var, bir kaç basamakla çıkılan ve çok hoş düzenlenmiş, mutfak- bar kısmında. Abbas an itibari ile enn sevdiğim kadının kucağında... Hooop oradan benim kucağıma. Erkek erkeğe bir muhabbet gerek anladığım ona. Gözleri denizde... uzaklardan bir hasrete bakar gibi. Yüzünde düşünce. Bense çocukluk yıllarımı anımsatan dekorasyona ve renklere hasta! Çok beğeniyorum, bunun altını tekrar tekrar çiziyorum.


"İki filtre kahve lütfen."

Kaptanı otelin hoş teknesi 117 ile ilgileniyor. Hemen kıyıdaki otele ait şirin masalı ve banklı mini bölüm yazın gelmesini bekliyor. Tam da bu arada kahvelerimiz geliyor. Abbas yolcu!

Neden 117?!

Evvel zaman önce ama çok evvel zaman önce, henüz cep telefonları hayallerde bile yokken, belki de şehrimize TRT televizyonu yeni gelmişken numaralar; Ankara, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde beş, bizimki gibi şehirlerde dört rakamlıyken, taşrada, küçük kentlerde manyetolu telefonlar ve üç rakamlı numaralar kullanılırdı. Yazlık niyetine yaptırıp da burayı çok sevdik, şehre dönmeyelim deyip, kaldığımız evdeki telefon da şehre 10 kilometre mesafede olmamıza rağmen üç rakamlıydı. Sonraları, teknoloji geliştikçe, beş olanlar altı, yedi, üç olanlar dörde ulaştı. Şimdi ise malum! Kısacası bu otelin 117 olan adı, telefon numarasıydı. Bana inanmazsanız şu anki  telefonunun son üç rakamını bakın!


Fincanlara bayılıyorum. Mavisinin üzerindeki minicik yaldızlar, yıllar yıllar önceki kira evden ana cadde üzerindeki kendi dairemize gelen sehpaları hatırlatıyor. Duvarlara vurulmuş turkuaza yakın maviyse kıskandırmaya devam ediyor. Masa ve sandalyelere çoktan bayılmışım. Otelin eski halini de bilen biri olarak ki geçmişe sadakat duyan ben, bu otelin yenilenmesini çok ama çok başarılı buluyorum. Konumu zaten muhteşem; ama denize bakan odalar bir başka elbette. Bir sonrakinde burada mı kalsak acaba?! Ne dersin;)

Kaç saattir buradayız bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki yaşadığımız her dakika ve baktığımız manzara film karelik. Bu süre içinde sadece üç kadın arkadaş geldiler ve Türk  kahvesi içiyorlar. Ödememizi yapıp, baristamıza teşekkür edip, elbette Abbas'la vedalaşıp, çıkıyoruz deniz kokusuna... Uğramam-ız gereken bir nokta daha var. Onsuz olmaz. Gerçi kafam karışık. Öncelikli bir isteğim var ama biraz hava, biraz da mevsim etkileri kafa karıştırıyor. Gerçi pek takmam da bu aralar ne yazık ki eklerle de aram iyi. Değişik değişik mekânlarda ekler yiyor, tercihim limonata olmasına rağmen bazıları mevsim nedeniyle menülerinden çıkardıkları için çayla yetiniyorum. Ara sokakların, yat, tekne, kotra ve bilumum deniz araçlarının küçük kopyalarını yapan mekânların, balık tezgahlarının arasından pastanelerin hasına doğru yürüyoruz. Önüne varıyoruz ki bayılınası yan sokakta kazı alanı tabelası! Gitmek mecbur gibi, iki güzel evle kalenin bu yandaki duvarları da çağırıyor. Kazı alanındaysa küçük bir su gölünden başka bir şey yok. Karşısındaki evin kapı önü çiçekleri muhteşem. Pastane biraz daha bekleyebilir...

Ve ne yiyeceğime karar verememiş biçimde giriyorum içeriye... Mantı önümü kesmiş gibi... Kararsız karasız bakınıyorum, dondurma dolabı ıssız duruyor.** O bu derken bir kararsızlık kararı veriyorum.
  
"Bir şekerpare lütfen."

"Bir de revani lütfen."


Sanırım abartıyorum bu kez... Enn sevdiğim kadın ucundan alıyor. Bana biraz fazla tatlı geliyor. Oysa ben ne götürürdüm bunu...  Kahveyi, çayı ve kolayı uzun zamandır şekersiz içiyorum, bu hallerini daha çok seviyorum ve sanırım o nedenle "bayılıyorum." Bir çözümüm var ama! Küçükken ve sonraları da revaninin pandispanyasına bayılır, sünger gibi çektiği şerbetini bastırarak dışına atar, öyle yerdim. O an aklıma gelmiyor bu...  Çile çekiyorum ama bitiriyorum. Eğlendim de üstelik.

Sinop'a veda vakti geldi... arkamızdan su döker mi acaba?! Otoparkta tatlı tatlı uyuyan, enn sevdiğim kadının pek şeker ve çekik gözlü kuşu uyanmış. Çıkıyoruz yola. Yağmur yağacak ama nerede?! Hoş sohbet gidiyoruz. Alaçam'ı geçiyor, küçük koruluğun içindeki pazara uğruyoruz. Ofis için bir şeyler alacak enn sevdiğim kadın. Dilbaz, cabbar ve halk eğitimde öğretmen abla kapıyor hemen. Bir kaç tezgâh daha nasiplendirip, reçellere falan göz atıp, park ettiğimiz ot, toprak alandan çıkıyoruz tam yola ki arkadaki araba selektör yapıyor. Yanımıza gelince de lastiği işaret ediyor. Muhtemelen bir şey batmış, az önce.

Çıkarıyoruz yedek lastiği, koyuyoruz arabanın altına, bu bir tedbir; düşerse hani krikodan! Oturtuyoruz krikoyu yuvasına destekliyoruz kuşu şimdilik. Bu bijon anahtarlarını niye koyarlar ki arabalara, demiyoruz tabii ki. Garibim bijon anahtarları, makineye karşı! Bana mısın demiyor, doğal olarak bijon. Anahtarın üzerine çıkıyorum, zıplıyorum, nafile. Akıbet belli ama yine de deniyorum, tık yok. Köylülerden yardım, bir lastikçiye telefon ki yarım saat sonra gelebilirmiş. Numarasını alıyorum, arabaya dönüyorum. Usul bir yağmur başlıyor. Arıyorum lastikçiyi, işini bırakıp geliyor. Tank paleti olsa sökecek alet edevatı çıkarıyor bagajından. Çekik gözlünün bijon anahtarına gülüyor. Ah bu otomobil fabrikaları!... Dörtlü istavrozu takıyor bijona, istavrozun ucuna kamyoncu borusunu da geçiriyor; ilk hamle tık yok. Makinenin sıktığı bijonla, kol gücü yarışıyor. İkincide Abi, ilk gırççç sesini alıyor ki önemli olan bu. Sonrası iyilik güzellik ve iyi kalpli ustadan öneriler: İstavroz bijon anahtarı almalıymışız, ama kesinlikle İzeltaş olmalıymış ve bir de boru... ama uzun. Fizik bilgisi süper. İzeltaş'ın altını bir kez daha çiziyor, biliyorum, diyorum. "Neredeyse otomobil dünyasına doğdum, orada büyüdüm ben," demiyorum ama bu durumu kibarca ifade ediyorum. Önümüzdeki ilk benzinlikte mekânı. Lastiklerdeki havayı ölçtü, eksiği olan var ki, biri takılan. Güzel bir adam ama... temiz bir esnaf. Geldi, söktü, taktı, salmadı, lastiklere hava bastı, çay ikram etmek istedi ve borcumuz ne kadar diye sorunca da 30TL dedi.

Yol boyu yağmur yağıyor. Sonuçta ben yolcu, tadını çıkarıyorum. Cumartesi ve pazar yağacaktı aslında; biz Sinop'tayken... Dedim ya, Rabbim ikimizi de çokk seviyor.


Not: Mavi pencereli ve kayıklı fotoğraf yazıda bahsi geçen, şimdiki adı ile Yakakent, benim için her daim Gümenez'deki Nigar Abla'nın Yeri'ndendir.

*Polis filmi üzerine bir yazı

**Pastanenin dondurmasından sonlarına doğru bahsedilen yazı 

16 Aralık 2019 Pazartesi

Sarayda Çarpan Tava

 Öncesi

Günün en güzel battığı, günü devralanına da paha biçilemez bu güzel şehre yolcu gemisi her yanaştığında, zaten şehirle iç içe olan, şehirle yaşayan ve bu birlikteliğin kıymetli olduğu iskele şehrin güzel insanları ile dolar, Tarzan kesin orada olur ve gemi, bando ve alkışlarla karşılanırdı. Bu şehrin olağanı olan bu durum biz "taşralılar" için emsalsiz bir ritüeldi, çünkü bizim limanımız güzeldi ama doğal değildi ve şehrin canlı alanlarından kopuktu. Sonraki yıllarda Karadenizin en ucundan İstanbul'a varan seferler yeniden başladı ki benim için harikaydı. Gerçi 24 saat sürüyordu ama olsundu; iş yolculuklarımı, aciliyeti yoksa gemiyle yapmaya başladım. Ama bu kez gemi şehirdeki yolcu yokluğu nedeni ile uğramıyordu Sinop'a, ya da ben denk gelmiyordum yolculu zamanlarına... İzleyicisi olduğum ritüelin, yaşayanı olamamıştım. Hele bir de arkadaşlarla hem iş hem de maç için yaptığımız yolculukta, bir başka grubun, tam da boğaza girmişken, Beşiktaşlı olduğunu öğrendikleri kaptanın köşk camını boydan boya kapattıkları, sonra da geminin en görülür yerine astıkları Samsunspor bayraklı bir yolculuk var ki çok eğlenceliydi. Ve o yolculukta, bu ülkenin en büyük şirketlerinden birinin patronu ile aynı masada denk gelmiş, İran Irak savaşı üzerinden şahane de sohbet etmiştik. Deniz nedeni ile ancak ikindide açılan lokantasında, bir kadeh rakısının tadını çıkarışına hayran kalmıştım. Çok gençtim, yaşama fazla hızlıydım ve deneyerek öğrenmek için daha zamanım vardı!

Ne garip... üç tarafı deniz olan ülkenin denizlerinde, şimdi yolcu gemileri yok. Onca saçmalığa kaynak bulan, onları sübvanse eden koca devlet, hiç değilse haftanın bir günü denizlerinde gemi yüzdüremiyor! Oysa ne büyük bir keyif!..

Şu iki sevgilinin etrafa kayıtsız ıssızlığı her şeyi yeniden güzelleştiriyor. Öyle güzel bir yerden öyle güzel bir manzaraya bakıyorlar ki... insanın bu hisse ve hayatı böyle yaşayanlara da kadeh kaldırası geliyor!


Sokağa vardık, Barınak'ın önünden geçtik ve iyice yaklaşıyoruz mekâna. Birinci endişem, o donuk garson altını çizmemize rağmen, eğer eleştirilerdeki mantıkla hareket ettiyse ve iki kişiyiz diye bize istediğimiz yerdeki masayı vermediyse noktasında... İkincisi yok, çünkü diğer her şeyi kabullenebilirim. Hoş masa olmasa da ağlayacak halim yok, araziye uymayı becerebilirim. Mekânın dış masalarının olduğu yerde rezervasyonumuzu alan şef garsonla karşılaşıyoruz; gülümsemeyi ara ki bulasın... Ya hayal ettiğim masa değilse?!! 


Bu mudur? 

İşte!.. Evet!.. Budur! Tam da hayal ettiğim yerde tam da hayal ettiğim masa, yaşasın! Rabbim ya, beni sevdiğini biliyorum, enn sevdiğim kadını da... Biliyorum sevdiğini yoksa dinimizin en önemli insanı ile aynı günde doğmama vesile olmazdın, sağanak yağmuru güneşe çevirmezdin, demiyorum o an ama... usul usul ilerlerken bu güzel akşam, şakasını yapıyoruz enn sevdiğim kadınla.

Soğuk görünümlü ama sevimli garsonumuz, bizi yerleştirdikten sonra bir kez daha geliyor. Ben denizin üzerindeki mekâna ve oturduğumuz masanın sunduğu manzaraya çoktan bayılmış vaziyetteyim.

Elbette ki rakı!

Enn sevdiğim kadın 50'liğe yakın, bense sabah içtiğim bir ilaç nedeni ile bu akşamlık iki tekle kalma düşüncesindeyim. O nedenle duruma göre!

"Bir 35'lik rakı lütfen." 

"Yeni Rakı lütfen."

"Bir semizotu lütfen." 

"Bir pilaki lütfen." 

"Bir de beyaz peynir lütfen." 

Dört bir yandaki camlardan manzara doluyor içeriye, etraftaki teknelerden denize açılanlar olursa, usul usul dalgalanıyoruz. Mutluyum... hem de çok mutlu!

Donanıyor masa ki peynir tabağı göz alıcı, hizmet hızlı, eleştirilerin aksi bir hoşluk içindeyim. An itibari ile tüm camlar açık. Bir gemideyiz, güvertede kolumuzu küpeşteye dayamış, uzaklara bakarken yaşam soluyormuş gibi...

"Tek lütfen." 

"İki parmak kalana kadar su ve iki buz lütfen." 


Gün aheste aheste geceye doğru yol alıyor, rezerve masalar yavaş yavaş doluyor, çalan şarkılar kararında bir sessizlikte ve çok güzel. Rakının en güzel akşamlarından birinde olduğumuzu seziyorum. Hemen yakınımızdaki küçük teknede bir kıpırtı var. Ama manzara, ama felekten bir gün çalmış hava, havamıza hava katıyorlar. Yine her şey planlanmış sanki... O halde?! 

Yoğurtlu semizotu diri ve çok hoş, peynir on numara beş yıldız ki hoş bir tabakta hoş da bir dilim. Pilaki pilaki gibi, havucu patatesi içinde, bir tık baygın olmasa tamamdır diyeceğim ama olsun, sonuçta bu akşam Rakının.


Gün batımının, mezelerin hakkını teslim eden bir keyifle usul yudumların ardına eklediğimiz usul kelimelerimize kahkahalar atıyor, bazen derin konulara, bazen ana, bazen şehre, bazen bir kitabın sayfaları arasına gire çıka... ve sapına kadar hissederek yaşadıklarımızın kıymetini, gülümsüyoruz zamana. Ve içimizi fazlası ile ısıtıp sıcak kılan bir şey daha var: hemen dibimizdeki küçük teknede dört insan. Farklı yaşlarda, muhtemelen esnaftan, dört güzel insan. Küçük teknenin kıç tarafında, küçük bir çilingir sofrasının etrafında, hararetli ama tatlı bir sohbetin ortağı, rakının hakkını veren, efendiden ve esnaftan dört insan.

Yarasın!...

Hani şuradan çıktığımızda bir uğrasak, bir kadehi de onlarla parlatsak dediğimiz; bu halktan, bu ülkenin güzel insanlarından, esnaftan... dört, güzel, insan. Şerefinize!...

Hımmmm... sanırım Rakının Akşamında as solistin sırası geliyor! Ama önce şunun altını çizmeliyim, bu akşam nedense rakı zihnimde fazlası ile öne çıkıyor, bu akşamın özelinde farklı ve özel bir anlam kazanıyor. Mesela bu mekânda hiç bir ilk akşamda bir başka içkinin aklımıza gelmeyeceğini hissediyorum; dünyanın en nadide şarabı bile olsa burada elimi sürmem diye düşünüyorum. Bu akşam Rakıya konukluğumuz, çok keyifli.

"Bir Çarpan Tava lütfen." 


Kıyılmış marul, özel bir tarator ve bir parça limonla servis ediliyor Çarpan Tava ki bu mekânla anılan, bilinen adı İskorpit olan, üzerindeki dikenlerin el değince yaşattığı his yüzünden Çarpan adının verildiğini öğrendiğim lezzetle tanışma zamanı. Gelen tabağı çok beğeniyorum. Taratorun altını çiziyor enn sevdiğim kadın ki bunun içinde ceviz yok; ince ince kıyılmış, diri ve lezzetli ve ne olduğunu bilmediğim ve sormadığım bir kaç ot var. Çatalımın ucuna alıyorum çarpan parçasını, dokunduruyorum taratora, atıyorum ağzıma... hımmmmm çıtır çıtır bir lezzet, bir gram yağ çektirmeden enfes tavalanmış, üstelik ilk andaki çıtırlığın ardından gelen, kıvamında ve lezzetli bir balık. Ana yemek balıksa eğer, bu enfes bir ara sıcak ki bizim rakı akşamlarımızda sıklıkla yer bulmaz ana yemek. İki tek niyeti ile oturduğum masayı dörder tekle nihayetlendiriyoruz sonuçta ve kabul ediyorum ki hayatımın en güzel tanışmalarından biriydi bu sevimli tabak. Tatlı zamanı yaklaşıyor, soruyoruz garsonumuza ve veriyoruz kararımızı.

"Bir helva lütfen." 


Balkanlardan gelenlerin yaptıkları sert ve dilimlenerek servis edilen helvaların ki Nurhan yengem harika yapardı, yine kalıp halinde ama o kadar sert olmayan bir benzerinin irmiklisi geliyor masaya. Görüntü, dozunda tatlılığı, muhtemelen vanilya dokunuşu ve miktar final için uygun. Beğeniyoruz ve ikinci için arafta kalıyoruz. Kahvelerimizi sokağa bakan dış masalarda içmeye karar verip, hesabı da istiyoruz. Turuncu ama kırmızı yoğun hoş fincanlarla geliyor kahvelerimiz. Ben geceden ve mekândan hoşnutum, insanlar da hoşnut ki sezon olmamasına rağmen mekân gecenin şu vaktinde, gidenlerin yerine gelenlerle dolu. Eleştirenlerden ve yaşadığımdan anladığım şu: Özellikle sezonda, kesinlikle rezervasyon yapmak gerekiyor ki biz, özellikle hafta sonunu da göz önüne alarak, gün içinde ayırtmıştık masamızı. Çat kapı gidildiğinde verilmeyen masaların nedeni, rezerve edilmiş olmaları kanımca. Saray'ı eleştirip de yandakine geçtiklerini ve çok memnun kaldıklarını söyleyenlerin öne çıkardıkları mekânsa, ilginçtir, bomboş.

Siyah, önünde K.Atatürk imzası olan tişörtü ile geliyor; güleryüzlü, yakışıklı, kahve siparişini verdiğimiz sempatik genç garson; toplama bakıyor ve genel memnuniyetimizin gönlümüzden koparttığı bahşişi de koyuyoruz zarif, deri kaplı cüzdanın arasına. Bir mekân hizmetteki samimiyetiyle ve özeni ile sevdirmeli kendini önce! Aslında bu bahşiş meselesi ile ilgili taa yıllar öncesinden, İstanbul'un en en özel ve en havalı, en zengin insanların gidebildiği mekânında çalışmış bir arkadaşımın anlattığı bir yaşanmışlığı var ki yeri gelmişken bahsetmeliyim!


Evet bu akşam tartışmasız Rakı'nındı... İlk yudumdan itibaren hissim, bu geceyi onun planladığı, onun organize ettiği üzerineydi. Gün henüz batmamışken geldiğimiz masadan kalktığımız gecenin şu vaktine varan öyle güzel bir yolculuktu ki yaptığımız, öyle keyifli kelimelerle dolaştık ki akşamın içinde, ve öyle güzel çizdik ki mutluluğun resmini gecenin paydaşlarına... anlatılır gibi değil! Ya gecenin ruhları kışkırtan şu saatlerinde denizin kokusu, denizin müziği eşliğinde hâlâ dolu mekanların, ışıkları hâlâ yanan  ama boş tekne restoranların, sallanan kayıkların arasında bu sakin şehri hissederek yürümenin tadı!.. Peki şu gelen ve yolumuzu kesen, ruhumuzu kışkırtıp, aklımızı ele geçiren müziğe ne demeli?!!


Oysa biz, kahvelerimizi içerken geceye 117'nin barında devam ederiz diye düşünüyorduk; üst kattan denize bakarken, sıcağın konforuyla bir şeyler içer, yüreğimizin götürdüğü yerlere gider, sonrasına da bakarızdı fikrimiz. Önünden geçerken, gözümüz seyirmişken ve eylemin farkında değilken, meğerse O ve gelen müzik zokayı atmışlar çoktan... 117'nin önüne varıyoruz. Bir adım sonra içerideyiz... Ama?!!

İlk anda gözümüze çarpan küçük mekânı, daracık yaya yolunun deniz tarafındaki brandalarla kapatılarak yağmurdan korunmuş küçücük alanı ile az önce zokayı yutturan pub, kapıdan çeviriyor bizi. İyi de yapıyor. Bu gece oyunu kuran, saptığımızda ne güzel ki bizi hemen oyuna çekiyor.

Hemen giriş kapısının yanındaki, şirin sokağın köşesindeki, korunaklı ve yüksek masalı ve yüksek tabureli bölümünde oturan ve yüzleri mekâna dönük, ağırlığı genç insanlarla temaslı sevimli masaya oturuyoruz. Yine tatlı, efendi, gençten ve üzerini sağlamlaştırmış bir garson geliyor.

"İki bira lütfen."

"Çerez ister misiniz?"

"Evet, lütfen."

"Şal getirebilirim, ister misiniz?"

"Gerek yok, teşekkürler."

Duvara yaslanmışım, montumun fermuarını çekmiş, arkamdaki sokaktan gelen cereyandan sıyrılmış, biramı uzun aralıklarla ve usul usul yudumluyorum. Bu sevimli ve küçük mekândan çıkarak dışarıdaki küçük ama sevimli kalabalığa, hemen kapının kenarında oturan bize, hem kapıdan hem de şirin pencerelerden ulaşan ve geceye çok da yakışan müziği dinliyoruz. Öyle de güzel çalıp söylüyor ki genç adam. Üstelik seçtiği şarkılar şahane. Nedense aklıma Bodrum'daki Mavi'nin, Ortaçgil'li ilk yılları geliyor. Bir de benim için bu ülkenin en büyük solistlerinden, o henüz gencecikken ve tıfıl benim o ana kadar varlığından haberdar olmadığım yıllarda, hiçbir barın hatırı kalmasın konseptimizle girdiğimiz Big Ben'de, dalgaların neredeyse ayaklarımıza değdiği, denizin sesinin vokal olduğu o eşsiz geceyi ve Nükhet Ruacan'ı hatırlatıyor... ve elbette solisti olduğu Emin Fındıkoğlu Trio'yu. Bir an ödüm kopuyor! Yazları Sinop'da gördüğüm ve artık Sinopluları bile rahatsız eden ve ne yazık ki kentin aidiyetlerinin ve ruhunun farkında olmayan popülasyonu düşününce!..

"İki bira daha lütfen."

Biralar gelmeden, enn sevdiğim kadın kalkıyor ve içeri giriyor. Bir şarkı istiyor. Tam karşısındaki bölümden istenen bir şarkıya bilmiyorum diyen genç adam, gitarının tellerine dokunmaya başlıyor. Enfes bir melodi usul usul akıyor.


Öyle de güzel çalıyor ve söylüyor ki.. Şarkılara katılmayanlar bile eşlik ediyor. Bir grup birbirini tanımayan insan, kolektif bir lezzet ortaya çıkarıp, biz bize söylüyoruz imzasını, atıyorlar geceye. Ama şarkı da şarkı! Üstelik şehrin genel siyasal kimliğine ve çekmişliklerine yandaş. Usulca ve soldan soldan gelip saklı bir dere gibi ve bir mavzer çığlığında akıyor içlerimize ve geçmişimize. Hüzünlü de bir saygı var sanki seslerde.

"Bir bira lütfen." 

Birazını kendi bardağıma aktarıyorum, oysa ki dükkânı kapatmıştım. Biraz daha kalıyoruz. Son yudumların ardından ödeme için içeri geçiyorum. Bir genç adam ve bir genç kadın; "Beğendiniz mi," diye soruyorlar, "evet," diyorum. "Solistiniz muhteşem," diye ekliyorum. "Hem gitarı çalma biçimi hem de şarkıları söyleyişi ve elbette repertuvarı."  "Bozuğum yok, hesabı düzleyin ve öyle çekin lütfen, üzerini de tip box'ınıza atın," diyorum. Kaç kere teşekkür ediyor, ayrıca teşekkür ettiğimiz Güzel Adam. Sevdik burayı ki 117'nin kapısından dönüp de geldik. Güzel Adamla birlikte üç kişiler, güzeller, mutlular ve sözlerimizin yüzlerinde oluşturduğu gülüşleri çok tatlı. Ortaklaştığımız bu güzel gece için içeriye ve de kolektif bir lezzet oluşturduğumuz branda korunaklı bölümdeki paydaşlarımıza da teşekkür edip, iyi geceler dileyerek, kayıkların, teknelerin ve yalı kahvelerinin arasındaki dar sokaktan, sokulgan adımlarla, yeni güne dönmüş manzarası müthiş otelimize doğru yürüyoruz.

"Güzeliz be!.."

"Hem de... çok... güzel!"

"Ama..."

"Şehir de çok güzel be!"



Yazının devamı, Şehrin Fısıltısı için buradan lütfen

11 Aralık 2019 Çarşamba

Sinop Mavisi

maviliklere süreceğiz çocuklar, 
   ışıklı maviliklere 
         
                  süre- 
                    
                      -ceğiz...*


Enn sevdiğim kadına diyorum ki "Hafta sonu Sinop'a ne dersin?" Elbette benimki lafın gelişi... Bayıldığını biliyorum. Üstelik iki hafta evvel Sinop Lakerda Festivali'ndeydi, üstelik rakının mekânında Çarpan'ın dibine vurmuştu!.. Oysa ben, en çok gittiğim şehirlerden biri olmasına rağmen Aslan Amca ve hanımefendilerin âlâ'sı Necmiye Teyzelerin** teras katının dışında Sinop'ta rakı içmediğim gibi Çarpan'ı ile meşhur lokantanın önünden çok kere geçmiş olmama rağmen bir kez bile oturmayı düşünmemiştim. Şu dünyada bir Çarpan da ben yemeliydim!

Oda ayırtacağım ama hava yağmurlu, üstelik de sağanak yağmurlu! Yine de enn sevdiğim kadına bir sorayım, diyorum... ve yanılmıyorum. Değil fırtına, kıyamet dahi kopsa, söz konusu Sinop'sa fark etmez, biliyorum. Oda cepte lakin neyle karşılaşacağımı bilmiyorum?!! Gerçi seçtiğimiz oteller konusunda bugüne dek boşumuz yok, üstelik enn sevdiğim kadın, biliyor! Bense meteoroloji uzmanıyım, havaya bakıp tahmin yapabiliyorum! Bir de rabbimin sevdiği kullarından olduğumuzu, biliyorum. Bir gün sonra, sağanak yağmur bilgisi yağmur şeklinde revize ediliyor, meteoroloji tarafından.

Cumartesi sabahı güneşe uyanıyorum ki bizim havamız zaten güzel. Ya Sinop?!! Her ne kadar fark etmez desek de ben güneşini seviyorum.

Yıllarca, ağırlıkla iş seyahatlerinde hep direksiyonda olmuş şahsım için yolun o güzel akışını, yan koltukta oturmanın tadını çıkarma zamanı! Her ne kadar kahvaltıyı Gerze'de yaparız demiş olsak da, benim aklıma gelen: ev özeni ile düzenlenmiş muşamba örtülü masalarına bayıldığımız, bir kaç yıl önce arşınladığımız küçük ilçenin sokaklarından birinde rastlaştığımız ve direk daldığımız, fırın içindeki tandırda pişmiş, sorulduğunda isteğimiz üzerine ayıklanıp gelen, tabağın kenarına döktüğümüz kekik ve pul bibere dokundura dokundura götürdüğümüz kelleye mest olduğumuz, sonra da vazgeçilmezlerimizden biri olan minik lokantada çorba içmek. Kaptan şoför, her zamanki benzinlikte, benzin ve duman için durmuşken, biraz kafamda tartıyorum; "Olur mu?" diye. Söylüyorum...

Bir kez daha bayılmaya gidiyoruz...


"Merhaba!"

"Hoş geldiniz!"

"Nasılsınız, epeyidir görüşemedik."

"Bize iki çorba lütfen."

"Sirke sarımsak olsun mu?"

"Benimkinde sarımsak olmasın lütfen."

"Benimkinde ikisi de olsun lütfen." 

Güneşin vurduğu dış masalardan birine oturuyoruz. Bayıldığımız melamin tabaklara oturtuluyor miss gibi çorbalar. İlk yudumlar ve bayılmaca... bu kadar lezzetli ve kıvamlı bir suyu olan başka bir yerde başka bir kelle-paça varsa, beri gelsin. Bir kez daha sade suya tirit olmayan, eti bol, olağanüstü bir lezzet. Enn sevdiğim kadın pul biber serpince, ben de az karabiberle birlikte ilave ediyorum. Bu mekânda masalarda sirke sarımsak şişeleri yok ki bu çok iyi. Çünkü ustanın ölçüsü süper, yeterki siz isteyip istemediğinize karar verin! Tazecik ekmeklerle götürüyoruz, lezzeti arşa değen çorbaları. O ara tepsiye yerleştirilmiş ve fırından yeni çıkan kelleler sıcak vitrindeki yerlerini alıyorlar. İnşallah yakın bir zamanda!

En sevdiğim kadın, ustaya takdirlerini bir kez daha ifade ediyor. Önlüğü ve başındaki aşçı kepi bayılınası Abi alçak gönüllü ve gururlu, kemik suyunun altını çiziyor... Çaylarımız da ince belli bardaktan. "Ellerinize sağlık, teşekkür ederiz," deyip, koyuluyoruz yeniden yola.


Dağların tepelerine tırmandığımız, virajlarını döne döne çıktığımız, denize tepeden baktığımız, arada bir dibine indiğimiz eski yolu saygı ve sevgi ile anıyoruz; lakin çevre dostu, eskinin kıymetini bilen kadın, sürüş ve zaman kolaylığı sağlayan bu yeni yol konusunda benimle aynı fikirde değil.  Ne olursa olsun doğadan parçalar kopması yüreğini sızlatıyor. Ve ne yazık ki eski yolu biliyor!

O'nun deyimi ile Küçük Prens'deki boa yılanı çizimini andıran görüntülerini izlerken, Gerze ve Sinop'un; küçük kayığında balık tutan ve nispeten açıkta duran yalnız adamın keyfine... ve balıkta olan kırmızılı takanın aheste süzülüşüne, selam çakıyoruz. Ve, ne yazık ki Mal Göl'ünde piknik yapanların eskiden, sanki alanın bir parçasıymış gibi içinden geçen dar yol yerine, denize inen ağaçlar kesilerek yapılan çift şeritli kocaman -yeni- kara yolunu aşarak varabildikleri, piknik alanı ile bağı kopmuş, o birliktelik duygusu yok olmuş denizin kıyısında; Samsun'a hoşça kal, Sinop'aysa biz geldik, merhaba, noktasındayız. Bir süre güneşin ve manzaranın tadını çıkarıp, düşüyoruz yeniden yola. Küçük koylardaki balıkçı barınaklarının eskilerde içinden yol geçmeyen saklı köyleri ile yol yüzünden ayrışmış ve açığa çıkmış hallerine üzülüyoruz.

Eski yoldan inip de yolun düzeldiği ve yanından geçmeye bayıldığımız bir başka balıkçı köyüne bu kez yine eski yolun açısıyla fakat yeni ve geniş yoldan inerken, onu doya doya ve biraz uzaktan seyretmek için kenara çekip duruyoruz. Yoldan merdivenle inilen, çakıl taşları ile ama her biri sanat eseri çakıl taşları ile kaplı, çam ağaçları arasındaki kıyıya varıyoruz. Bu kez o köye, ama Bob Rose'un resimlerinden biri tadındaki köye kıyıdan bakıyoruz. Piknik yapıp da plastik tabaklarını ve şişeleri orada bırakanlara -elbette-  ağzımızdan geleni ardımızda bırakmadan, sayıyoruz. En sevdiğim kadın ganimet peşinde, kazağımı altından çevirip torba yapıyorum. Denizin elinden çıkmış küçük, orta ve büyük taşlar olağanüstü. Ya artık iyice hissedilen Sinop'un kokusu?!


Gerze'yi dışından geçiyoruz. Oğuzlar Petrol'de mola mutlak! İniyorum arabadan, bir kimsesizlik kokusu! Yokluğun negatif izleri...  Her zaman pırıl pırıl ama şimdi öyle olmayan lavabodan çıkıldığında sağda kalan ev ve bahçesine göz atıyorum; hayvanların özgürce dolaştığı bahçesinin yerinde yeller esiyor, oyun parkının da. Terk edilmişlik hissi buram buram. Tüm devlet erkânının uğramadan geçmediği, her daim cıvıl cıvıl ve şenlikli alanda kocaman bir yalnızlık. İçim eriyor. Cengiz Abi'nin, yaşam zevkini yansıttığı, aslında gelirine hiç de ihtiyaçları olmayan bu alandan çok zevk aldığını biliyorum. Kendi odası sayacağımız yerin önündeki tezgâhlara yerleştirilmiş, çiftlikten gelen meyve sebzeleri, yine çiftlikte yetişen domateslerle Tokat'daki Olca'ya yaptırılmış salçaları, peynirleri, tıpkı küçük bir çocuğun yol kenarına dizdiği bahçelerinin ürünleri gibi satmaktan zevk aldığını da biliyorum. Bu terk edilmişlik hissi, bu boşluk fena. Oysaki hayatımın en unutulmaz sütlü kahvelerinden birini burada içtim ben.*** Ya fuları boynundan eksik etmeyen Cengiz Abi'nin ısrarla, daha henüz oturmuşken, karnınınız aç mı yemek getirtim, tekliflerine, tokuz cevabımıza rağmen içeri seslenerek getirttiği enfes tostlar...****

Tam giderken içeride ve onun odasının sol duvarında asılı fotoğraf geliyor aklıma, duruyor en sevdiğim kadın. Onlarca insanın çalıştığı alanda ıssızlıkla birlikte tek bir genç var. Soruyorum fotoğrafı, tarif ediyorum. "Şuradaydı, şu duvarda," diyorum. Dış kapının önündeki duvara yaslıyken görmüş onu! Bir aile fotoğrafıydı, çok ama çok eski... Sonradan büyütülmüş ve muhteşem renklendirilmiş bir fotoğraf. Asil ve soylu bir geçmişin fotoğrafı.

"Bir ADAM ölünce, her şey ölüyormuş, demek ki," diyorum, en sevdiğim kadına.

Neredeyse yol boyu Cengiz Abi'yi konuşuyoruz. Ondaki anıları dinliyorum daha çok. Aynı özelliklerin tadının, altını çiziyoruz. Sinop'un kokusu iyice hissediliyor. Bir yazar arkadaşının kitapları var mı diye bakacağız kitapçılara, yerlerini konuşuyoruz. Biraz şehrin geçmişinden söz ediyorum. İyice yaklaştığımızda "Girişine en bayıldığım şehir," diyorum. Her ne kadar yeni ve çift şeritli ve genişlemiş yol o tadı kısmen eksiltse de enn sevdiğim kadın, katılıyor. Otelimizin önüne çıkacak yola dönüyor kaptan ve bir tepeden inerken durup, bakıyoruz şehre. Otelimiz işte şurada!


Arabayı önce iskelenin yanındaki otoparka, otelden bilgiyi alınca da hemen yanındaki, otel müşterisine ücretsiz, otoparka bırakıyoruz. İki adım sonra kapıdan içeri süzülüyoruz.

Odaya bayılıyorum. İçim ısınıyor hemen, resepsiyondaki sahibi hanımefendi tatlı, güleryüzlü ve sıcaktı zaten. İlk izlenimler ve otelle kurduğum bağ ve onun samimiyeti önemli, o zaman kusur aramaya da gerek yok. Perdenin ardındaki mavilikse başka... bambaşka! Çantaları neredeyse yatağın üzerine fırlatıp atıyoruz; kendimizi de balkona. Sola dönsek deniz, sağa dönsek yine deniz...ve şehrin sahiplerine kaldığı, bizce en güzel mevsimi. Pırıl pırıl bir güneş!


Sinop mantısı ile efsane pizza arasındayız. Öğleni geçtik. Akşam masası belli. Net! Mantının akşamı da düşününce fazla geleceği fikrine katılıyorum ve barınağın kenarı boyunca, güzel güzel tekneler, yalı kahveleri ve kafelerin arasından yürüyerek efsane mekân Barınak'a varıyoruz. Denizin kenarındakilerden ve güneşin ısıttığı masalarından birine oturuyoruz. Tatlı bir genç kız geliyor.

"Bir orta boy pizza lütfen."

"Bir bira ve bir de kola, şekersiz lütfen."


Bu pizzanın en önemli tat dokunuşunun sırrını biliyorum, sormuştum yıllar önce, özel hazırlanan ve peynire dokundurulan bir sıvı. Mekân epey eski bir mekân, ta radar zamanından, pizza tarzı Amerikan ki şehrin genel havasında ve hoşluğunda radarın etkisi mutlak. Tıfıl bir çocuk da olsam, son Amerikalıları hatırlıyorum. Ve elbette şu an yıkılmış olan çok klas otel Melia Kasım'ı ve orada, ve o otelde bulunmanın dışında çok da izi kalmayan, ama izi kalan şatobiryanlı ve kırmızı şaraplı geceyi!


Zeytin ilaveli pizzalar geliyor. Yıllardır tadı hiç değişmeyen pizzanın görüntüsü muhteşem fakat tabanından, özellikle orta kısmından aldığım tat bildiğim tattan ziyade hazır pizzaların fırından çıkmış, bisküvi gibi dağılacakmış hissi veren kıtır haline benziyor. Pişirme hatası olduğunu düşünmek istiyorum. En sevdiğim kadın da benimle aynı fikirde. Her ne kadar uzun zaman oldu diye düşünsem de, yanılacağım hissi yanıma bile yaklaşmıyor.  Kenarlarda ve malzemelerde geçmiş yaşıyor fakat, yine de bir şey var. Ama ne olursa olsun, bu eşsiz alanda gözler ve damaklar hayatın tadını çıkarıyor.

Kasada hâlâ aynı abi, ödemeyi yapıyor, kendisine ve ustalara teşekkür ediyorum. Şimdi Aşıklar Caddesinin ucuna gidip, dönme zamanı. Ama önce yazarımızın kitaplarının Sinop'da olup olmadığını öğrenmemiz gerek. Her şehrin başına gelen Sinop'un da başına gelmiş; işe yarar bir kitapçı buluyoruz ki o aynı zamanda sahaf; sevimli bir dükkân, yandaki garajı kiralayabilirse kitap okunabilen bir kafesi de olacak. Heyecanı güzel fakat bizim yazarın kitapları yok. Samsun'dan bile müşterileri olduğunu beyan ederek anında piar çalışmasını da yapıyor genç adam. Bu arada ona ulaşmak için geçtiğimiz Sinop'un en faal caddesindeki yayalara daha fazla alan açan düzenlemeyi sevimli buluyorum. Şimdi Aşıklar Caddesine geçebiliriz.

Varınca caddeye, sonradan satılan Aslan Amcalar'ın terasını göstermek istiyorum fakat eğer doğru tespit ettiysem, yenisi yapılmak üzere yıkılmış apartman. Yolun kenarındaki palmiye ağaçları epey daha uzamış. Şehrin ilk ve en popüler mantıcısı Teyze'nin önünden geçiyoruz ki o artık büyük bir mekân, muhtemeldir ki yan tarafa doğru biraz daha uzayacak. Yarınki mantıyı bu işe yeni el atan, sokak arası bir mantıcıda yemeyi planlıyoruz. En sevdiğim kadından okeyi aldı iki hafta önce ki Sinop eskilerinin önerisi de burası. Şen Pastanesinin tam da Kütüphanenin karşısındaki şubesi çağırıyor ama bizim tercihimiz kadim yerindeki! Karşıya geçiyor, dünyanın en güzel manzaralı kütüphanesinin hemen hemen duvar dibine ve beton üstüne attığı küçük masalı, kaldırım gasplı mekanda çay satan genç adamın  masalarından birine çöküyoruz. Günün ruhları dürtükleyen saatleri.

"İki çay lütfen."



Akşama yaklaşan günün renkleri muhteşem, poz poz fotoğraf çekiyorum, çay bardağını düz alsam ufuk çizgisi eğik duruyor, onu düzeltsem çay bardağı eğri. Kaç fotoğraf sonra durumu paylaştığımda eğri duranın sehpa olduğunu öğreniyorum ki allahtan benden daha sabırlı davranan ve gereğini yapan ve de ikisini de düz çekmeyi başaran varmış! Ben ha gayret fotoğrafla uğraşırken çayımı içmediğimi fark eden genç adam, beğenmediğimi düşünüyor ve soruyor.. cevabı verince de rahatlıyor. Sevmediğimi söylesem ayar yiyeceğim kesin! Sonra da çenesi bir açılıyor bir açılıyor. Kayaların üzerine dökülmüş beton yer yer kırılmış, sanki buraya kondu gibi yerleşmemişçesine bir sahiplenme içindeki genç adam, serzenişlerini sıralıyor: buraya betonu kendi dökseymiş, düzleseymiş, elektrik su verilseymiş, daha güzelleştirip öyle işletseymiş. "Öyle düzgün, kafe gibi olsa biz gelmemiş olurduk misal," diyorum, "bu halini sevdik de geldik, öteki türlü bir sürü yer var bak! Üstelik elektrik, su, kira?!.." Sanki aklına yatıyor.


Kıyıdan yürüyoruz. İskele kalabalıklaşmaya başlıyor, parkın içindeki kafeler pırıl pırıl parlıyor, insanlar gün batımının tadını çıkarıyor, hayat biraz daha kalabalıklaşıyor. Doğanın sunduklarına ise paha biçilemez. Ufak adımlarla akşamın mekânına doğru yürüyoruz. Gezinti tekneleri usul usul denize çıkıyorlar. İskele gittikçe yükünü alıyor. Kale her zamanki gibi muhteşem. Her saati başka güzel şehrin akşam şöleni gittikçe coşuyor. Şu teknenin burundaki tahta koltukları da benim aklımı başımdan alıyor. Hayal ediyorum; bir Akliman ve Hamsilos turunu, fiyortların arasındaki denizin ve kıyıdan gelecek mangalların kokusunu.


İskeleye kıvrılıyoruz. Uçak inse yeridir bir iskele ki genişliğine bakınca uçak gemisindeymiş hissi veriyor. Bacaklarını denize sarkıtıp günün batışını izleyenler, el ele kol kola dolaşanlar, denize bıraktıkları oltalarına nafakalarının gelmesini bekleyenler, atlayan zıplayan çocuklar ve birbirinin sıcağına sarılmış sevgilileriyle hayatın tadını çıkaran, eskilerde yolcu gemileri yanaşan ve bu yanaşmanın çok şenlikli olduğu, Sinop Tarzanı ile hatıralarda ayrı bir yer tutan iskele...  Fena halde bir şeyi çağırıyorlar; bizim için!


Rezervasyon saatimizin içindeyiz. İlk kez mekânda olacağım, ilk kez Çarpan yiyeceğim!.. Gelmeden önce okuduğum mekânla ilgili yorumlar endişe verici, en sevdiğim kadın iyi biliyor ama ben bu eleştirileri söylediğimde kendilerinin de benzer bir şey yaşadıklarından söz etmişti. Ama iki hafta önce buradaydı. Öğlen rezervasyon için uğradığımızda garsonun tavrı soğuk gelmişti bana. Belki de aklıma yüklediğim eleştirilerdendi kim bilir?! Meraktan ölüyorum ama masanın ve akşamın heyecanı da buram buram.  

Hadi hayırlısı!



Devam yazısı Sarayda Çarpan Tava için buradan lütfen...


*Nazım Hikmet'in Güzel Günler Göreceğiz, Güneşli Günler, adlı şiirinden.

  **Hanımefendinin âlâ'sı Necmiye Teyze

***Beni ayağa diken kahvenin tadı bahisli yazı.

 ****Tostlardan ve eski yoldan bahisli bir yazı.

Mal Gölünün içinden geçen eski yolun ve dünyanın en güzel manzaralı kütüphanesinin fotoğrafları ise  bu  linkte.


18 Temmuz 2019 Perşembe

Hoşçakal Derken İstanbul'a... Bir İlk Daha!

Öncesi


 4 Haziran 2017

Çiğ tanelerinin kokusu sinmiş odaya... Tazelenmişiz üstelik! Bahçe henüz kıpırdanmış, konak çalışanlarının sesleri tatil sabahı tonunda. Perdelere yansıyan günün ışığı parlaklık vaat ediyor. Sevgi dolu, paylaşımcı, şefkatli ve serotonin yuvası konağın köşe odasında, kalabalık sofralara alışkın bir konaktaki Pazar sabahının yüzlerimizde açtırdığı gülücüklerin, tadını çıkarıyoruz. Uzun ve kıymetli bir masalın misafirleri olarak yaşadığımız anların hikayemizi nasıl çoğalttığının, ona ne türden renkler ilave ettiğinin fazlası ile farkındayız. Bu mutluluk uyanışı ile güne merhaba diyoruz.


"Günaydın."

"Günaydın."

"Kahvaltıyı bir kişilik alalım lütfen,  fazlası ile Mükellef çünkü."

Eğer hayatınızın önemli bir kısmını müstakil bir evde yaşamışsanız ve sevgi dolu bir aileniz varsa, ve bu sevgi geniş ailenize de sirayet etmişse özellikle pazar günlerinizin anlamı, o günlerdeki çocukluk yıllarınızın tatları bambaşkadır. O tatların tüm yaşamınıza kattıkları da... O yüzden bu konakta ya da Ottoman Suites by Sera House'da* yaşayanları tanıdıkça, yaşadığımız hiç bir an şaşırtıcı gelmiyor. Oysa ki kalınacak yer seçimini yaparken, olaya sadece ticari bir işletme-müşteri ilişkisi noktasından baktığımızdan -doğal olarak- farklı bir his yaşayacağımız beklentimiz de yoktu. Sürpriz, bir otel konaklaması içinde değil de bildik, tanıdık bir evde misafir olmamızdı ki bu vurgu bile tanıklıklarımıza haksızlık oluyor... biz bu evin halkından biriyiz ve bu konağa aitiz duygusu aslında hissettiğimiz! İstanbul'a karıştığımız her anı daha da anlamlı kılan, onunla bağımızı çoğaltan, şehre, huzur bulduğumuz bir evden çıkıyor olmaktı.


Mükellef  Kahvaltımız istemediğimiz ikinci tabak yerine muhteşem bir menemen ilavesi ile geliyor. Menemene muhteşem demek hakkımız ve yetkinliğimiz var; çünkü onun en iyi yapıldığı, bu konuda namı olan, hatta menemencilerinin sıra sıra olduğu emsalsiz bir yol üstü lezzet coğrafyasına, Çakallı'ya sahip bir şehirde yaşıyoruz.

Su damlaları tazeliğindeki bir bahçede güzel güzel kahvaltımızı yapıyoruz. Sırt çantalarımız hazır, odada bizi bekliyorlar. Planladığımız tarihte bir kazaya uğramasın diye aylar öncesinden rezervasyon yaptığımız odanın konaklama bedelini ödemek için kafeterya bölümüne geçiyorum. Gülşah Hanım orada.  Uzatıyorum kredi kartımı. O "İçime sinmiyor, kur farkından oluşan kısmı almayacağım," diyor. "Sonuçta Booking.com üzerinden yaptığımız rezervasyon bir akit bizim için ve oradaki para biriminin TL karşılığını ödemeyi kabullenmişiz ki buradayız," diyorum. O yine de oluşan farkı eksilterek tahsil ediyor kartımdan konaklama ücretini. Bir de kahvaltı sonrası kahvesi ikram ediyor; güzel insanların içtenliği ile.

Bu ülkede bu fırsatı yakalamış kaç insan o tümün içinde önemli bir miktar tutan paradan vazgeçer ki?

Bir cevabım var aslında: Yüreği güzel atan, ahlaklı, şefkatli, esnaf tavrı muhteşem babaların esnaf tavrı muhteşem çocukları.

Bu aile olma duygusunu iyi bilen biz iki kişi odadan sırt çantalarımızı alıyor, güzel anlar yaşatan bu güzel odaya görüşmek üzere, diyor ve kilitleyip her daim bayıldığımız holde kalıyoruz. Yüreği güzel kadın konağın defterine menemenin de altını çizen güzel cümlelerini yazıyor. Anahtarları teslim edip, memnuniyetimizi ifade eden cümlelerimizin altını bir kez daha çizerek vedalaşıyoruz. Bakkalımızla selamlaşmayı ihmal etmiyor, Mevlüt'ün** uyarısı ile biraz hızlanıyor ve bizi Kadıköy İskeleye götürecek otobüse biniyoruz.

Geniş bir Üsküdar turu atarak, yeşil ve ulvi yerler, Stadyum, alışveriş merkezleri, canlı çarşılar, sakin caddeler geçerek vardığımız Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Numune'nin ruhu dinlendiren şefkatli yeşilliklerinin teskin ediciliğini hissediyor, Haydarpaşa Garı'ndaki trenlerle bir otobüs penceresinden vedalaşarak iskeleye varıyoruz.


Tadını çıkararak vapurun ve sabahın, Karaköy'e geçiyoruz. Bu kez İstanbul Modern'e uğramıyor ama buralara ne zaman gelsek mutlaka uğradığımız küçük ama çeşit çeşit hediyelik eşyalar satan iki kapılı köşebaşı dükkana giriyoruz. Tünele gitmek için beklediğimiz bol trafik lambalı ama senkronizasyon sorunlu kavşağı ışıklar yeşil olunca da geçiyoruz; hani bir de treni kollamamız gereken noktadaki! Ve bir kez daha tüneldeyiz. O olmazsa olmazımız! Kimileri için Füniküler bizim için Tramvayla İstiklal'e varıyoruz. Sanki hâlâ sağ çamurluğunun yolcu tarafından görünebilir yerindeki mekanik taksimetreleri ile Amerikan menşeli taksiler... ya da taksi dolmuşlar  geçiyor caddeden.


Galatasaray Lisesi'nde pilav günü. Bahçe şenlikli. Saint Antuan'da ise pazar ayini. Çok kere önünde kaldığım, parmaklıklarının arasından baktığımda bu zamandan değil de bir başka boyuttanmış hissi aldığım  kutsal alanın daha önce görmediğim, bilmediğim bölümleriyle tanışacağımdansa habersizim. Usulca giriyoruz. İlk şaşkınlığım kapının içeriden görünüşüne. İnanılmaz bir hayranlık içindeyim ve sanki bir başka ülkedeyim. Apartmanlarına ve özellikle huzurlu renklendirmelerine bayılıyorum. Kilise binası ile şekillenmiş algım tasavvurlarının ötesinde hoşluklarla karşılaşınca kocaman bir şaşkınlık yaşıyor ve bunu kendi gerçeklikleri ile eşleyemeyince de olan biteni rüya sanıyor...


Onun çocuk şirinliğindeki karmaşasıyla bir masala dahil edilmiş ben, Antuan'ın öyküsü ile de zenginleşince; kemerler, binaların romantik, masal yumuşaklığındaki renkleri, pencere önlerindeki çiçeklerin bu görsel bütünlüğe verdiği hoş katkı, zarif ve göze sokulmayan nakış işçilikler ve tüm bu detayların birlikteliği ile ortaya çıkan güzelliği gülümseyen bir şaşkınlıkla ve tane tane izliyorum.


İçerideyse dua var ve sessizlik konusunda özellikle uyarılıyor insanlar. İstanbul doğumlu İtalyan Mimar Giulio Mongeri tarafından inşa edilmiş olmasına şaşırmıyorum; çünkü sandığım bir başka ülke de İtalya. Ama buraların kilise inşasından önce bir eğlence mekanı olduğunu, daha sonra da tiyatroya evrildiğini öğrenmek sempatimi kat kat yukarı taşıyor. Komuta merkezimin canlandırmaları beni o mekanların içine de sokuyor; görüyor ve yaşıyorum.

Mumlarımızı alıyor, yakıyor, gömüyor ve kendi dualarımızı ediyoruz. Hatta sıralardan birine oturup bir süre bu ulvi alandaki ulvi loşluğun ve tatlı ama sessiz bir tonda gelen, usulca da bir yankısı olan ulviyetli sesin tadını çıkarıyoruz. En sevdiğim kadın tecrübeli ki daha görkemlilerini, Yeni Yıl ayinini görmüşlüğü var. Bense bir ilk yaşıyorum. Gelir amaçlı olarak çıkıştaki masalara yerleştirilmiş olanların içinden Müslümanlar Arasında St.Antuan Küçük Çiçekleri adlı kitaptan iki tane alıp yeniden ve biraz daha zenginleşmiş olarak caddeye karışıyoruz.

Plak ve Kaset satıcılarından gelenlerle, sokak çalgıcılarının müziklerinin oluşturduğu kakofoniye kulak kesilmişken yanımızdan geçen damalı Chevrolet'lerin -ama 64 modellerinin- içindeki Yeşilçam yıldızlarımızı işaret eden genç erkek ve kızların heyecanlı bakışlarına, arabalar durduğu anda bir imza için koşuşturmalarına, onlarla birlikte aynı noktalara odaklanan insanlarımıza siyah beyaz gülümseyen gözlerimizle bakıyoruz.  İçimizi şefkatli bir özlem, sıcacık yapıyor.

Biz iki taşralı İstanbul'u hak ettiği gibi yaşıyoruz! 

Sanki?


Gözlerimiz binaların yukarılarına bakarken; mimarilerinin güzelliği üzerine konuşurken; ufak ufak caddeyi adımlarken ve bütün bu güzel hissiyatları ruhumuza çizdiren anlatılarımızın ardından gözlerimizi yere indirdiğimizde bir bakıyoruz ki  Çiçek Pasajı'ndayız! Ne garip değil mi? Hay bizim haylaz ayaklarımız!

Hayat bu kapağın altındaysa bize de tadını çıkarmak düşer, deyip, biraz da hayatın içinde olduğu için hemen caddeden girişteki mekana, çöküyoruz.

"İki fıçı bira lütfen."

Efes'in yeni bardaklarının tasarımını klas buluyoruz.  Mekanı da beğeniyoruz. Kutsiyetli alanlardan sonra canlı hayat kaymaklı ekmek kadayıfı oluyor. Biz mutlu mesut sohbet ederken  pasaja pilav gününden sıyrılmış, eski günleri yad eden ablalar-abiler geliyor. Kelli felli, kariyerli, resmiyetli hallerini çıkarıp atmış abiler, ablalar tümüyle o günlerin ruh halinde, okuldan kaytarmış ve yasak şeylerin tadında, felekten çalınmış bir güzelik katıyorlar an'ımıza. Yudum yudum içerken buzzz gibi biralarımızı; öğrenci afacanlıkları, hoca dedikoduları, kopya hikayeleri, kim kimi seviyordular, şen kahkahalar, genç sesler dolu cümlelerle şenlendiriyorlar masamızı.

Öte yandan Pasaj da bir yakalandı mı bırakılası değil hani. Hele uzaktan sevmek zorunda olunca insan!

"İki fıçı bira daha lütfen."

Bizden daha içerde ve çaprazımızdaki mekanda donanımı yerinde bir masada oturan Abi belli ki ahali tarafından değer verilen, güngörmüş, masanın tadını çıkarışından anlaşıldığı üzere eski günlerin tozunu yutmuş, hafiften kabadayı, gönül zengini olduğu kadar dünyalığı da olan şahane bir karakter. Masanın donanımı racona yakışır. Abinin içme biçimi şahane. Usul usul bir öğle rakısı, şişe bir büyüğün neredeyse yarısı. Bir 35'lik ilavesi ile de tamamlanır sanki masası... Bir başka karakterle birlikte içiyorlar ki diğeri; Abinin sessiz olmasın diye masa, ne söylese dinleyecek, haddinin farkında, derdini ya da serzenişlerini ya da anlattıklarını  taşımayacak, aynı klasmandan olmayan ve bam teline dokunmayacak, daha genç,  garip ama yakışır da bir kalender.


Sonra tüm bu güzel karakterleri ve Pasajı geride bırakarak yaptığımız kısa bir İstiklal turunun ardından Kafe Ara'da Ara Güler'in fotoğraflarına bakıyor, oradan Galata Kulesi'ne doğru yürüyüp Karaköy'e çıkıyor, ilk vapurla da Kadıköy'e geçiyoruz. Dönüş klasiğimiz için uğramamız gereken yerler var!


Önce Baylan'a. Marleyleri nedense kiradan kurtulup da satın aldığımız, fiziksel olarak da bizim dediğimiz ilk evin sıcaklığını ve o yılları hatırlatıyor bana. Bir de şimdi yerinde yeller esen Sümer Pastanesi ile hâlâ yaşayan Birtat'ı...

Oturuyoruz masalardan birine... uzantılarını gördüğümüz ama öncesini sadece filmlerden bildiğimiz bir zaman diliminde bugünü yaşamak ne güzel. Fakat! Olağanüstü güzel döşenmiş, yuvarlak masalarında güzel örtüler, tavanlarında görkemli avizeler olan, ahşap zeminli, sandalyeleri bizimkilere benzemeyen ve kolçaklı; Rus sandığım,  topuz yapılmış gümüş parlağı sarı saçları, kulağındaki inci küpeleri, boynunda üç sıra kolyesi ile orta yaş üstü, uzun boylu ve hatları düzgün 44 beden haliyle bir hanımefendinin servis yaptığı; yazmaktan ve anlatmaktan bıkmadığım bir çocukluk anısı Sümer Pastanesi'nin yerini hiç biri tutamaz!  

"Bir kup griye lütfen."

"Bir sup lütfen."

"İki de limonata lütfen."



Şimdi gelelim Kadıköy'e gelindiğinde yapılacak şeyler listemizde her daim kendine yer bulan ve dönüş vaktinde yapılması mutlak alışverişlere.

"Vişne likörlü çikolata lütfen."

 Şimdi sevdiklerimiz için  Hacı Bekir'e.

"Kaymaklı lokum lütfen"

"Badem ezmesi lütfen."

"Sakızlı akide şekeri lütfen." 

Bir kez daha İstanbul'a Kadıköy'den veda vakti. İstikametimiz Havabüs.  Hava ilk yaz güzelliğinde. Yürürken birer çikolata. Tadımlık. Bütün halinde ağıza atma, ısırık, dağılan çikolatanın içinden çıkan likörün eşsiz ferahlığı, kakao ile yarattıkları kontrast şu alemdeki en şahane tatlardan biri olan vişneyi çekirdeğinden ayırma eylemi ve bu kolektif lezzet yüzünden ölmeye hazır iki damak.

"Ölelim o halde!"


Güzel uçuş... Karadeniz'in üzerine uzamak üzereyken uçak, evi görme çabası... denizin içindeyken ve daha da uzayacağını sanırken uçağın sağa usul usul yatması... burnunu düzeltip de alçalmaya devam ettiği andan itibaren tüm sahil şeridini izleyerek şehirle aşkın tazelenmesi... iyice açılan flaplarla az sonra tekerin değeceği son dakikaya kadar denizin ve içindeki küçük teknelerin sunduğu manzara... beklenen ve beklendiği anda betonla buluşan tekerlerin temas anıyla birlikte asılınan frenler... pist sonunda taksi hızına eren uçak... sabırsız yolcuların rahatlamış hareketliliği... bagajdan gelen sırt çantaları ile buluşma... havaalanından çıkar çıkmaz içilen sigarının dumanı.

Bir kez daha...

Ne güzel! 




 *O tarihte, Ottoman Suites by Serotonin olan ad, muhtemelen bir itirazla Sera House olarak değiştirilmiş.
**Cep telefonu olmayan benim, yol arkadaşımın telefonundaki Moovit uygulamasına taktığım ad.


9 Temmuz 2019 Salı

İstanbul'da Bir Mükellef Cumartesi

 Öncesi

 3 Haziran 2017

Pırıl pırıl bir güne uyanıyoruz. Bahçeden gelen cıvıltılar, çekili perdeleri aşan güneş, günlük işlerin kıpırdatan sesleri eğlenceli bir gün vadediyor. Bir bayram sabahına uyanmış gibiyiz. Üstelik bu seyahati kurarken bilmediğim ama oralarda olmayı hep sevdiğim yerdeki bir etkinliğe gidecek olmanın heyecanıyla uykunun ve suyun tazelediği bedenlerimizi alıp misler kokan, şahane bahçemize geçiyoruz.


Küçük kediler sabahın erkeninde pek afacanlar, belli ki karınlarını doyurmuşlar, şirin yuvalarından bahçeye sızma niyetindeler... Yuvadan kaçma gayretleri çok sevimli lakin henüz onu itecek güce sahip olmadıklarından, iki kedi de çabalasalar kapıyı azıcık aralamaktan öteye geçemiyorlar. Şimdilik yardıma ihtiyaçları var ama bir kaç güne kalmaz kirişi kırarlar. Annelerinin disiplin uygulamalarına saygılıyız, bu nedenle de yardım taleplerine duyarsız... Ama bu kendileriyle günaydınlaşıp sohbet etmeyeceğiz anlamına gelmiyor. Uyku gözlerinden akıyor olsa da türlü cinlikleri ve masumiyet göndermeleri ile yufka yüreklerimize dokunup, ayartmaya çalışıyorlar.


Kahvaltı alanımız çok güzel; doğallığı bozulmamış, sevimli objelerle kararında zenginleştirilmiş,  yapaylık hissi ve göze sokulma duygusu yaratmayan sıcak, bakımlı bahçenin hoş bir bölümünde hoş bir masa. Amerikan servisler yaratıcı ve sevimli. Sulanmış bahçeden gelen serin koku tazelik katıyor. Yumurtalarımızın birini rafadan diğerini de sahanda tercih ediyoruz.

Hoş bir sunum, gülümseten iki tabak; zengin, samimi, sıcak ve hikayeyi katmerleyen adıyla müsemma, Konakla bağı çoğaltan, ona da pek yakışan bir kahvaltı. Mükellef Kahvaltı!


Özenle seçilmiş, yapılmış ve müştemilatın üst kısmında oluşturulmuş mini bahçede yetiştirilen domates, biber ve saltalıklarla birlikte ruhumuzu ısıtıp güne hazırlayan enerjik kahvaltının keyfini çıkarıyoruz. Öyle mükellef ki tabaklar, bitirebilmek için biz gibi en az iki kişi daha lazım. E gönlü zengin, eli açık, güngörmüş, gülümseten bir Konak sonuçta burası!

Emeği geçen herkese teşekkür edip, "Görüşmek üzere," diyerek mahallemizin durağına doğru yürüyoruz. Mevlüt, hedef noktamıza gidecek otobüsün üç dakika içinde durağa varacağını söylüyor. Sözünün eri, otobüs görünüyor. Siyami Ersek  üzerinden varıyoruz etkinlik alanına, çok yakın bir durakta iniyor, biraz yürüyor, güvenlikten geçerek giriyoruz Fuar alanına. Garda Kitap... Ne güzel!

Biz erkenciyiz sanırım. Bir kaç dakika sonra anlayacağımız üzere henüz resmi açılış yapılmamış. Garda, üstelik en sevdiğimiz garda, Haydarpaşa'da trenlerin ve kitapların arasında, üstelik özgürce desenlenmiş ve renklendirilmiş vagonların içinde bir cumartesi ve o cumartesinin erken saatlerinde kitaplarla güne başlangıç! Göz atarak stantlara, dolaşıyoruz Kadıköy Kitap Fuarı'nın garda ikinci, toplamda dokuzuncusunu...


Trenler ısrarla çağırınca da -sanki çağırmasalar sırnaşmayacakmışız gibi- vagonlara geçip oturuyoruz. Güneşin vurduğu alanlarda kalanların içi fazlası ile sıcak, uzun süre kalmaya izin yok. Serindekilerde yazar okur buluşmaları ve hoş sohbetler var ki an itibari ile henüz yoğunluk olmadığı gibi, önünde kalabalık kuyruklar oluşmuş yazarlar da yok. En sevdiğim kadının beklediği yazarsa maalesef gelemiyormuş. Benim zaten öyle bir derdim yok! O arada çok güzel bir canlı müzik sesi geliyor. O yöne doğru yöneliyoruz. Çocuklar şahaneler. Kulağımıza uzak olmayan şarkılar çalıyorlar. Biraz dinleyip biraz daha yoğunlaşan stantlara dönüyor, ilgimizi çekenleri kurcalıyor, arada fotoğraf çekiyoruz. En sevdiği eylemlerden biri kitap satın almak olan okur, bir kaç tane alıyor. Sonrasında soğuk içeceklerimizle vagonlardan birine geçiyor, alınan kitaplara göz atarken trende olmanın tadını çıkarıyoruz.


Terk etmeye hazırlanırken fuarı, orkestranın olduğu yerde bir hareketlilik başlıyor, oraya yönelip bakarken ne olup bittiğine; belediye başkanı açılış konuşmasını yapıyor. Onun ardından Kadıköy'lü olduğunun altını sıklıkla çizen, hâlâ  tek bir kitabını bile okumamış olduğum Firuzan; duygulu, sıcacık ve etkileyici bir üslup ve küçük bir kız çocuğu tazeliğinde, doğrudan yüreğe işleyen kelimeleriyle ruhumuzu ısıtıyor.

Tam bu duygu sağanağı altındayken şahane orkestra, çok hoş ve etkileyici bir tempoyla İzmir Marşı'nın introsunu çalıyor, ardından muhteşem koroyu oluşturan pırıl pırıl çocuklar orkestra ile birlikte giriyor İzmir Marşına. Kalbinizin ritmine ve diken diken olmuş ruhunuza duyarsız kalabilirseniz... ve elinizden geliyorsa... bu coşkun sele katılmayın!

Sonrası alkış kıyamet.


Usulca çıkıyoruz fuardan. Yakıcı bir güneş eşliğinde Kadıköy İskeleye doğru kurumuş dudaklarımıza su arayarak, yine biz gibi fuardan ayrılmış kalabalıkla birlikte yürüyoruz. Allahtan,  samimiyetsiz binaları yok kılan, zamanın yozlaşmalarına direnemeyen sokaklardaki yeni yetme evleri devre dışı bırakan, eskinin dokusuyla uyumsuzları bizden saklama konusunda çok becerikli gözlerimiz ve onları aynı başarı ile yönetebilen komuta merkezimiz var. Bu sayede bugünü dünün güzellikleri ile yaşayabiliyor,  ruhumuza ve görsel hafızamıza yerleştirdiğimiz eskinin şıklığı ile kendi yaratığımız dünyanın içine saklanmayı başarabiliyoruz. Bu yüzden İstanbul biz iki taşralı için kusursuz güzel. Üsküdar'a dönüyoruz.



Ama nasıl? 



Vapurlara binmeden dönülen bir İstanbul seyahatinin  anlamı olabilir mi? Bize göre olmaz. Kişisel tarihlerimize tek tek bakılsa bir tanesinde bile Vapura binilmemiş olan yoktur.

Hava nasıl olursa olsun, binilince vapura, hemen sağa ya da sola kıvrılıp boş olan bir yere oturulur. Oturuyoruz. Sonra, o surata boğazdan gelen rüzgar vuracak. Vuruyor.  Burun denizin kokusunu çekecek. Çekiyor. Ve mümkünse denizden sıçrayan bir iki damla bedenin bir noktasına değecek. Bugün fazlası ile değiyor.

Tadını çıkara çıkara gidiyoruz; Kadıköy'den Üsküdar'a!

Elbette ki içerde, özellikle üst katta oturmanın tadı da bir başka... Tartışmasız! Gönül isterse ki kışsa  arada bir ister. Onu asla kırmaz, başımız gözümüz üstüne der, o ambiyansın bütün gereklerini de yerine getiririz. Mesela dolaşan çay tepsilerinden "İki çay lütfen," diyerek, geçmiş bir zaman dilimindeymiş gibi çay içeriz. Tıpkı biz daha dünyada yokken, İstanbul bu kadar büyük değilken,  yazarların  tasvirlerinden bildiğimiz anların içindeymiş gibi; elimizde kitap ya da gazetelerin akşam baskıları ile yaşarız vapuru. Güzel de yaşarız! İşten dönüyormuş gibi bile yaparız. Her gün birlikte dönüyormuşuz gibi selamlaşırız insanlarla... Yorgunluğu vapura bindiği anda terk etmiş gülen yüzlere hal hatır sorup, sohbet bile ederiz.

Sanki biz taşralılar İstanbul'u eskide yaşamayı çok iyi beceririz!


Aslında bugün deniz bayağı sert, rüzgar hakkıyla esiyor. Şu sakin görünen yelkenli aslında arada bir yelkenleri suya indiriyor. Yatıyor ve kalkıyor. Yelkenler suya değdi değecek derken, içinde bir gayret başlıyor ve belini doğrultuyor tekne. Sonunda bir denge oluşuyor ve herkes rahata eriyor. Eminönü görünüyor. Usulca yanaşıyor vapur, acelesi olanlar hopluyor karaya. Bizim acelemiz yok. Galata Kulesi seyrediyoruz; sanki birazdan Hezarfen uçacakmış gibi. 
 

Sonra sakince inip vapurdan, Üsküdara'a gidecek olana binmek üzere yürüyor, bu kez aynı kısmın solda kalanına oturuyor, Karaköy ve Galata Kulesi izlemeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. Birazdan martılarla yarışırken, şakalaşacağız da onlarla...

Varıyoruz Üsküdar'a. Sonra şu soru üzerine düşünceler üretip kendimizle eğleniyoruz; Kadıköy'den Üsküdar'a Eminönü üzerinden giden kaç İstanbullu vardır acaba?

Öğle yemeği planımızda Kanaat Lokantası var fakat dönem itibari ile kapalı olduğunu görüyoruz. Bir alternatifimiz de var ama!..  Önce otobüsü bulmalıyız. Mevlüt işe yine el atıyor. Neredeyse kalkmak üzere olduğunu söyleyince hızlanıyor, o hızla birine falan yere giden otobüs neredeki? diye soruyor, yetişiyor ve biniyoruz.

Çengelköy'e gidiyoruz.


Güzergaha bayılıyorum, algı boyut değiştiriyor, değişen boyut beni bir kademe yukarı taşıyor. Zenginleşiyorum. Bir metropolde olduğum duygusu zihnimi gönüllüce terk ediyor. Hayat dışımızda da dinginleşiyor. Güncelin kirliliklerinden steril bir dünyaya adım attığımızı hissediyorum. Tek bağım, iş için her İstanbul gelişinde kesinlikle uğrayıp Çengelköy Hıyarı aldığım Çiçek Pasajı'nın yan girişindeki manavla sınırlı olan Çengelköy'le yıllar sonra tanışıyorum.

Doğrudan sahile, Tarihi Çınaraltı Çay Bahçesinin olduğu alana geçip, ona değil de denizin kenarına oturuyor, oradan Boğazı ve Çengelköy'ün kıyılarını seyrediyoruz. Çengelköy Börekçisi'nden börek alıp çay bahçesindeki Çınarın gölgesinde çay eşliğinde yeme niyetimizse hayal oluyor. Aklımızı çelen pek çok yer var aslında, öte yandan Konaktaki sabah kahvaltısında fena doyurulmuş insanlar olarak bizim de bir tek seçim hakkımız var. Önünden geçtiğimiz kokoreççiler nasıl çağırıyor, nasıl da güzel gözüküyorlar ama asla gaza gelmiyoruz. Caddeden devam ediyor bir ara sokağa giriyor ve O'nu görüyoruz. Sokağa bayılıyor, mekanla da hemen kaynaşıyoruz.


Meşhur Köfteci Recep Usta. Sevimli dükkan. Oturuyoruz dışarıdaki masalarına... Konseptimiz Köfte Sokakta.

"Birer porsiyon köfte lütfen."

"Bir piyaz lütfen."

"İki de ayran lütfen "

Ana caddeden girilen sakin sokakta, bir sokak genişliğince ana caddeye bakıyorum. O aralıktan hızla geçen hayatı izlemeyi seviyorum. Hemen karşımızdaki binanın üst katlarından bir sepet iniyor. Bisikletinden inen küçük çocuk iki ekmek ve artan para üstünü koyuyor sepete. Çekilirken sepet yukarıya, "Hızlı sürme, sokaktan ayrılma ve terine dikkat et," diye bir ses geliyor geriye. Kır saçlı bir abla benim görüş alanımda; kapının hemen yanında, uzaklara dalmış bakışlarıyla serin serin bekliyor; paket olup eve, belki de torunlara gidecek ekmek arası köfteleri.


Köfteler güzel görünüyorlar. Piyaz da öyle. Bir geleneğin devamı olduğunu her hali ile belli ediyor mekan. Eskinin tadını hissettiren lezzetli köfteler... Domates ve biberlerle hoş da bir tabak. Piyaz kimilerinin sevmediği türden ama bizim için önemli olan lezzeti ki bu piyazdan şikayetçi değiliz. Doğru kıyma ile elde yoğruldukları belli köfteler doğru pişirildiklerini de hissettiriyorlar. Hoş bir sokakta dededen toruna kadar uzayan bir esnafın masasında mutluluğa tebessüm ederek, götürüyoruz köfteleri.

Bazı hikayeler devam etmeli. Onları, bir takım tuzaklarla başka ve yapay tatlara yönlendirilmiş damaklarımız ve oynanmış algılarımızla ukala cümleler kurarak eleştirmemeli, tadını hissedip anlamaya çalışmalıyız ve bunu anlatmalıyız yeni nesillere diye düşünüyorum. Bu geçiş evresini hayatımızın ilk yıllarında yaşamış biz, bu kıyası yapabiliyor olmanın keyfini çıkarıyoruz şu an. Karşımda bir köfte uzmanı var ve onun gözlerinde görüyorum köftenin aldığı notu. İz bırakan bu an için ellerinize sağlık diyor, teşekkür ediyor ve çıkıyoruz caddeye. Doyurulmuş insanlar olarak bu kez kokoreçlere, sanat eseri gözüyle bakıyoruz! Kesinlikle muhteşem gözüküyorlar.

Deniz tarafındaki ara sokaklara giriyoruz sonra ve onlara teslim ediyoruz kendimizi. Çaycı İzzet Efendi dikkat çekiyor, hoş mekan. Müzelik de öyle. Fakat Çikolata Kahve* çağırıyor. Çünkü geçmişi hissettiriyor. Vitrin, cephe, vitrindeki çikolatalar, pencere doğramalarındaki yumuşak ve hoş yeşil buyrun lütfen diyorlar. Buyruyoruz... Ve içeriye bayılıyoruz.

Genç bir çocuk karşılıyor. Ulvi loşluk, pencere önündeki masalar, fincanlar, avizeler, koltuklar, bardaklar, tezgah cezbediyor. Duvarlardaki ayetler, hadisler, dekorun genel hoşluğu, şadırvandan akan gül suyu, fal bakmak yasaktır levhası, mescit, şerbetler, helal sertifikası,  daha neler neler alıp götürüyor bizi. Çok heyecanlanıyoruz.

"Biri orta şekerli biri sade iki kahve lütfen."

Kibar çocuk, kibarca o saatte servis yapmadıklarını söylüyor. Şaşırmıyor, hatta konseptle uyumu nedeni ile de o saatte servis olmamasını, aylardan birinin sultan olduğu dönem nedeniyle çok da anlamlı buluyoruz.

Hayal ediyorum, hayalim heyecanlandırıyor ve bir iftar saati sonrasında orada olmanın tadını görüyorum ve yaşamak istiyorum. Yaşıyorum da... Mekanın hoşluğu üzerine konuşmaya devam ederek ana yolun deniz tarafından yürüyoruz. Binalar gittikçe seyrekleşiyor. Manzara muhteşem. Bu seyahat için kalınacak yer seçerken çok aklımı alan, sanki boğazın içinde bir gemideymiş hissi yaratacak Sumahan On Water'ın önünden geçerken, seçimimin bu gezi özelinde doğru olduğunu görüp rahatlıyorum. Kesinlikle muhteşem bir manzara... ama bizim bu seyahatte yaşamayı düşündüğümüz alanlar için kullanışlı değil. Del Mare'sa bulunduğu nokta itibari ile akıl çelen bir restoran. Bir yeni plan için aklın bir köşesinde bulunabilir. Çengelköy Bostanına Gider levhasını da görüyorum ama onu bir başka, belki de bura ve sonrası merkezli bir seyahate saklıyorum.


Ve Kuleli görünüyor. Önünde kalıyoruz! En sevdiğim kadın anlatıyor. İçeride ve gelecek zamandan  biri olarak bir köşeye çekilmiş, izliyorum. Piyano kalbe dokunan tangolar çalıyor. Jilet gibi protokol üniformaları içinde disiplinli liseliler, şapkaları sol kollarının altına sıkıştırılmış, sağ eller göğüs hizasında, kol dirsekten zarifçe bükülmüş şekilde, Kandilli Kız Lisesinin aynı heyecanları paylaşan öğrencilerinin önünde ter basmış bir kalp çarpıntısıyla çakı gibi ama çekingen bir tebessümle duruyorlar. Pencerelerden efil efil boğaz akıyor. Genç kızlar pırıl pırıl. Kalplerin nasıl attığını, buluşmuş ellerin nasıl terlediğini, yüzlerdeki utangaç kırmızılıkları, kalplerin seslerini, o an başlayan aşk kıvılcımlarının bir süre sonra başları nasıl omuzlara yasladığını görebiliyorum. Dans ediyorlar... belki de hayatlarının en unutulmaz dansını. 

Sonrasında, bu güzel binanın önündeyken bugünün benzeri bir tavırla, o coşkun gençlerin bir üst okula geçip de Harbiyeli olduklarında hayallerinin nasıl söndürüldüğünü... ve travmalarını hissedebiliyorum. Yarım bıraktırılan Harbiye'sinin ardından edinilmiş bir hak sonucunda yeniden Üniversite'ye başlayıp sonrasında devletin önemli bir kurumunun önemli bir mevkisinde görev alan... aynı devletin İngilterelere, japonyalara gönderdiği birisinin; güzel kızına bu binanın önündeyken anlattığı andan ve o genç kızın dilinden görüyorum her şeyi.


Sahil boyunda balık tutan insanlarla Boğazı ve Boğaziçi Köprüsünü ve elbette Çengelköy'ün şirinliklerini aynı kareye hapseden gözlerimizin eşliğinde geriye doğru yürüyoruz, o ara Mevlüt uyarıyor. Bu uyarı ile önümüzdeki ilk durakta kalıyoruz, bir kaç dakika sonra bindiğimiz otobüsle Çengelköy'ün çarşısından geçerek Üsküdar Meydanın'da iniyoruz.

Akşam yemeği, belki bir iki mekan, belki yüreğimizin götürdüğü yerde kalma, bazı yüklerimizi odaya bırakma fikrimizle az sonraların heyecanına gark olurken bir dolmuşa atlıyor, akşamın, akıp giden hayatın, yokuşumuzun tadına vara vara eve geliyoruz. Bahçe ve Konak bir tatlı huzur içinde.


Sonrasında, tüm işleri hallettikten sonra yani, doğrudan Kadıköy'e gidiyoruz. Mevlüt sağ olsun ki bizi hiç duraklarda bekletmiyor. İnince meydanda İskeleye uğruyor, akşamın kışkırtıcı güzelliğinde binasını, Haydarpaşa Garı'nı, Vapur'u, mendireğin ucundaki sakin feneri ve martıları bir araya getiren ve çirkinlikleri silen komuta merkezimiz sayesinde doya doya izlerken manzarayı, birlikte olmamızın bütün bu anları nasıl yükselttiğinin tadına vara vara ve kasıla kasıla Kadıköy'ün kalbine doğru yürüyoruz.

 

Tramvayın aşağı inmiş vatmanı ve yolcularını raylarla kaldırım arasındaki arabanın başında görünce kaza olduğunu düşünerek oraya yöneliyoruz. Sonra yurdum insanının kural tanımazlığı ve üstün zekası ile karşılaşıyoruz. Bu insanımız Moda Tramvayının güzergahı üzerinde, üstelik de en görünür yerde raylar ile kaldırım arasındaki daracık aralığa arabasını park etmeyi düşünebilmiş! Bu zeki insanımızı görmek, tanımak üzere vatman, yolcular ve bir kaç meraklı insan dikilmiş bekliyoruz. Benim tercihim, ön kısmı biraz dışarıda kaldığı için engel teşkil ettiğinden, tramvayla oraya dokunup arabayı içeri doğru itelemek. Fakat vatman, üstelik yolcular fena halde sakin. Bir süre bekledikten ve bir aksiyona tanık olamadıktan sonra olay yeri seyrimize son verip barlar mıntıkasına doğru yürürken ve henüz Baylan'a bile varmamışken... uzaktan duyduğumuz sese yöneliyor ve ekmeğini sokakta sanat icra ederek çıkaran genç adamın önünde kalıyoruz. 


Kendi yazdığı, ya da kurguladığı mı yoksa Yunan Tragedyalarından biri mi olduğunu bilemediğim bir gösterinin ortasındayız. İyi olduğunu düşünüyor olmalı ki  arada bir attığı melodik tiradında ses, rampa çıkan BMC kamyon gibi güçten düşse de sanatçı duruşu pek iddialı. Ahenk yer yer bozulsa da, sonradan girdiğimiz hikayenin ne anlattığını kavrayamasak da bu ilginç çabaya saygı duyuyor, küçük kalabalıkla birlikte bir süre önünde kalıyoruz. Finalde tabii ki alkışlıyoruz. Ölen Barış Manço kuklasının sırrına da ulaşamıyoruz.


Tabletin ne olduğunu ise şu an bir türlü hatırlayamıyorum ama sanki tek kişilik oyunu ile kalbimizi çalan sanatçının dekorunun bir parçasıydı...** Hatta bu dahil diğer objelerle birlikte oluşturduğu görsellik için kendisini takdir etmiş, para kasası olarak miğferi tercih etmesine de gıybet yapmıştık! Sahne performansı arızalı gibi dursa da, müzikal kısımlar arızalı gelse de sahne düzenini, dekor kostüm emeğini sevimli bulmuş, eleştirel gözlerimizi kapatarak bu çabanın sokak için zenginlik olduğunun altını çizmiştik.

Yeme içme mıntıkasına, nam-ı diğer barlar sokağına ulaşınca, neredeyse tüm sokaklarında geniş bir tur atıyor, bir kaç bildiğimiz yere girip çıkıyor, kafamıza uygun bir masa bulamıyor, neredeyse kolumuzdan tutup mekanlarına oturtacak mekan simsarlarının arasından başarıyla sıyrılıyor ve sonuç itibari ile bir mekanın sokak masalarından birine oturuyoruz. 

"Bir midye tava lütfen."

"Sigara böreği lütfen."

"İki de bira lütfen." 

Aynı yağda kaçıncı kere kızartıldığı belli olmayan sigara böreklerimiz ve midyelerimiz geliyor. Allahtan biralar garanti. Masanın lezzeti hayalimizin çok gerisinde; hani çok güzel bunlar yahu kategorisine taşısak bile -ki bu konuda becerikli olduğumuz malum- yine de gideri yok. Sarmıyor masa. Biralarımızla akan sokağın tadını çıkarıp, başka bir yer için düşüyoruz yola. Bu kez garanticiyiz ve zincir mekanlardan birine gidiyoruz. Üstelik güzel de bir yerde, seyir zevki var ve tramvayın son durumunu da görebileceğiz.

Varıyoruz Benzin'e, manzaralı ve rahat masalardan birine oturuyor, fabrika ayarlarımıza dönüyoruz. Araba kaldırılmış, tramvay ve yolcuları da evlerine ulaşıp huzura ermiş üstelik. Güzel bir müzik çalıyor.

"İki kişilik atıştırmalık tabağı lütfen."

"İki de Tuborg Malt lütfen."


Kadıköy'deyiz! Önümüzden akan cadde seyre değer, karşıda deniz, uzakta Haydarpaşa, sakin bir akşam, müzik güzel, mekan sakin bir kıpırtı içinde, malt Tuborg zaten sevilesi, e tabak da göz doldurucu... daha ne olsun.

Güzel bir gecenin güzel bir anını uzun uzun yaşıyoruz. Sonra parka geçiyor, havuzun kenarında durup da su içen kediyle selamlaşıyor... ördekleri izliyor... fotoğraflarını çekiyor... bir banka oturup deniz esintili Kadıköy'ü hissediyoruz. Giden ve gelen vapurları seyrederken günden kalanları konuşuyoruz. Neşeyle otobüslere yürürken Mevlüt'e danışıyor, gece manzaralı ninni tadında yolculukla durağımıza varıyoruz. Konak uykuda, sessizce bahçe kapısının anahtarını bulup onu açıyor, biraz bahçede oturuyor, sonra yine sessizce konağın kapısının anahtarını bulup içeri süzülüyor, hole bir kez daha bayılıyor, yine sessizce bizim odanın anahtarlarını bulup kilidini çeviriyoruz.


* Bu Çikolata Kahve ile Kuzguncuk'daki ayrı işletmeler; diğerinde iki kelime arasında "&"işareti var!
**Yol arkadaşım tarafından oyun dekoru değil de  Kadıköy'deki Timsah Heykelinin kitabesi olduğu şeklinde düzeltildi..


Yazının devamı Hoşçakal Derken İstanbul'a... Bir İlk Daha! için buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP