15 Ekim 2011 Cumartesi

Film Gün ve Hissiyat

Geceden yağan yağmurun soğuttuğu bir sabah... Kızılırmak Deltasındaki cennete göç eden kuşların konaklama alanlarından birinden, artık kuş ve ağaç sesleri yerine; testere, demiri kesen pense, kalıba dökülen beton, yerde sürüklenen demir ve çivinin ensesindeki çekiçin sesleri geliyor. Tüm bu sesleri uzağa koymak ve yoğunlaşmak için müzik gerekli. An itibariyle düşünmekteyim; bugüne, bu yazıya ve önceki günden aktaracaklarıma ne yakışır diye...

Öyle bir müzik olmalı ki; bu soğuk, kamyon sesli, ıslak ama yine de güzel günde bana gaz olsun. Madrugada ile Madeleiene Peyroux arasında gidip geliyorum. Lyambiko geçiyor aklımdan... ama onla iki gece önceyi paylaşmıştık; üç shot Zubrowka ve bir shot Lubelska eşliğinde...

Hala bir karar veremedim. Bir yandan da kahve saatimi bekliyorum. 23 dakikam var. Kararım kesin: Kahve, pencereden giren deniz ve toprağa bulaşmış yağmur kokusunu müzikle çoğaltacağım.

Sonunda, her dinlediğimde gaz pedalını dibe vurdurmama neden olan Chris Rea'da karar kılıyorum. Doğru seçim! Baba ne zaman jazee Blue dese, ben kendimi şehrin dışına atar, km saati tırmanırken, bakabildiğim son nokta 205 olur... du.

İki önceki gün:

Geceyi benle geçiren tırtılı kışlık diye tanımladığı eve bırakıp dönerken, üniversitenin durağında tren bekleyen kalabalığa neşeyle müzik yapan gençlere kulak kesiliyorum. O esnada, sol yanımdan gelen sese dönüyorum ve elime bir broşür tutturuluyor. Evet! Oyundan haberdardım ve küçücük afişini geçen yıl bizim mahalledeki duraklar ve elektrik direklerinde görmüştüm. Bu kez elimdeki broşürü iyice inceliyorum ve zaten geçen yıldan beri aklımda olan mekanla tanışmaya karar veriyorum. Soyundukları işin ne kadar meşakkatli olduğunu biliyorum. Böyle bir mekan açmaya cesaret edenleri takdir ede ede eve geliyorum.

Gün akşam ve hava karanlık, pencereyi açıyorum, denizi eve dolduruyorum. Madrugada'nın albümünü koyuyorum. Sıra ona geldiğinde üç kez şarkıyı başa alıyorum, hatta birinde iki hoparlörün dibine ve tam ortalarına oturuyorum. Sırtımı bu kez, çektiğim koltuğa veriyorum. Öyle dinliyorum. Derin ve etkileyen sesiyle her şarkıyı sahne sahne yaşatan, dünyadaki vokallerin çok çok iyilerinden biri olduğunu düşündüğüm Sivert Høyem'in bir cümlesinde asılı kalıyorum. O esnada klibini bulup bloga koymaya karar veriyorum. Sonra bu karardan vazgeçiyorum ve onu Mahala Rai Banda'nın Ghetto Blasters albümü ile değiştirip huzura eriyorum. Gece Lyambiko eşliğinde devam ediyor.

Hafta başından beri sinemaya gitme ve iyi bir film izleme fikrim var. Bu arzuyla My Bilet.com'daki hesabıma giriyorum. Seçtiğim filmi tıklıyorum; seansı seçiyorum, kredi kartı bilgilerimi giriyorum. Onaylamam istendiği anda vazgeçiyorum. Siteden çıkıyorum. Hayra yoruyorum, bıyık ucu tebessümüme takılı kalıyorum. Niyetime, bir ziyaret planı da ekleyerek perşembe günü saat 14.15'i koyuyorum.

İki önceki günden sonraki gün:

Bembeyaz bir gün. Beyaz sayfa açmak diye tanımlanan bir günün sabahı... mail'lerime bakıyorum. SDOB'dan gelen mail'e gülümsüyorum. İnce ifadelerle bir teşekkür ve bir hatırlatma. Hatırlatma kısmına hınzır bir tebessüm koyup, bir yanıt yazıyorum. Yazılarıma verilen değere seviniyorum. Gülümsememin neye olduğunu kendime saklayıp, yazmıyorum.

Bugün uzun bir aradan sonra ilk kez sinemaya gidilecek. Yalnız ve kimsesiz!

En zevkle yaptığım şeylerden birini yapmak için klavyenin başına geçiyorum. Net üzerinden bilet almaya bayılıyorum; eğlenceli ve heyecanlı buluyorum ama sebebini bilmiyorum. Üzerine uzun uzun düşünmeli, "bileti net üzerinden almanın tadı" diye bir yazı yazmalıyım. Elimde kahve kokusu, ritüel tadı bir keyifle My Bilet com.daki hesabıma giriyorum. Mekanlarımdan sinemayı seçiyorum. Salon bomboş, seçim şansım sınırsız. Üstelik seçtiğim film Salon 1' de; şehrin sinemalarındaki en sevdiğim üç salondan biri. Önü koridor olan, bacaklarımı yayabileceğim sıranın en ortasındaki koltuğu seçiyorum. Kredi kartı bilgilerimi giriyorum. Onaylamam isteniyor. Tereddütsüz bir coşku, heyecan ve arzuyla onaylıyorum. Şapşahane bir keyif, hain gülümsememin kenarından en lezzetiyle akarken; uzun düşünüşler, adlandırmalar, kararlar, anılarla çoğaltacağım biletimin çıktısını alıyorum.

Antrakt...

Gün Film ve Hissiyat

14 Ekim 2011 Cuma

Paris'de Gece Yarısı- Fragman!

Şu buraneros, hani şu yazıları yazan kişi; şimdi gelecek, klavyenin başına oturacak, cümlelerine başka başka anlar yerleştirip, lafı dolandıra dolandıra, pragmatizmden uzak, 'beğendiysen beğendim de kardeşim!' tavrı takınmadan, benim gibi net ifadelerle kısa yoldan anlatmak yerine, aslında özü şu olan uzun cümleyi kuracak: "Hayatımda gördüğüm en muhteşem final sahnelerinden biriydi bu..."

Owen Wilson'ın oynadığı Gil karakterinin altını çizecek, onun hayata bakışına, duruşuna, mizahla tatlandırılmış bu tavrı sevdiğine vurgu yapacak... ve filmin geneline hakim olan duygusu da şu olacak: "Bayıldım bu filme..."

Ve muhtemelen, hatta muhtemelen değil kesin: İçinde bulunduğu konjonktür birebir aynısı olmasa da, başka bir evreye geçiş sürecinde izlediği bu filmi, hissiyatını, aldığı keyfi; başka koşullar altında başka duygularla izlediği, ama detoks etkisi aynı olan
bir başka film ve günle eşleyerek, ve beğenilerinin altını sıklıkla çizerek , özü şu olan cümleyle tanımlayacak: "Cahil Perileri izlerken aldığım tat ve günle bu filmden aldığım tat aynıydı."

Filmi tazeliğinden dolayı top 50 listesinde standart bir yere oturtamamış olsa da, çok iyi bir deneme yazısı tadındaki bu filmin listesinde yer aldığını, ve bu filmi çok sevdiğini, bu kısa anın bıraktığı lezzetin zamanda ve onun içinde daha da çoğalacağını, tüm bu anları bu blogdaki yazılardan birine düşülmüş bir yorumdan aldığı derin ve öz bir cümleyle, o cümlenin açılımlarına ve yağmura sıklıkla vurgu yaparak; ben gibi "Güzel bir gün yaşadım." demek yerine, ballandırarak anlatacağını bir hissiyatım olarak özellikle belirtmek isterim.

Saygılarımla...

o klavyeyi elinden almadan tüyen ve adamını iyi tanıyan pragmatik kişi


Gelecek Program: Film, Gün ve Hissiyat

BU FİLMLE İLGİLİ ÇOK GÜZEL VE AYRINTILI BİR ANALİZ OKUMAK İSTERSENİZ BURADAN LÜTFEN

28 Eylül 2011 Çarşamba

Cenneti Gördü

Öncesi


Kanter içinde bir buzkesmişliğin izleri donmuştu pencerenin üzerinde... Loş odanın buz tutmuş camından, binanın hemen önündeki sokak lambasının aydınlattığı kar yığınına bakıyordum. Gecenin mavisine huni çizmiş sıcak ışığın içinde dans eden kar tanelerinin, uçuşan keyfine yudumluyordum içkimi: Shot viski ve bira... Sert adam hallerine ne de yakıştırırdım ikisini...

Birden, kar tanelerinden birine bindirilerek, en serseri akşamlardan bir bara yollandım. Derinlerden gelip odanın tamamını dolduran şarkıyı söyleyen kadını getirdim gözümün önüne; nefesini ensemde hissettim, göğüs uçlarını sırtımda; ve geride kalmışlığına çektim buzz gibi biradan bir yudum. Sokağın bir başından öbür başına göz atarken, silahımın kılıfının içinde ve omuzumda asılı olduğunu farkettim. Ona ihtiyaç duymayalı ne kadar da uzun zaman olmuştu. Barut kokusunun uzağına düşmüş olmanın huzuruyla pencerenin önünden ayrılıp deri kanapenin üzerine oturdum; biraz kaykıldım ve kafamı geriye, kanapenin baş kısmına bıraktım. Gözlerimi kapattım. Zamanda yol alıyordum ki "Hadi bakalım kolay gelsin" diyen telefonun ziline hareketlendim.

Gecenin bu vaktindeki telefonlara telaşım uzun yıllar öncesinden başlamıştı; uzun bir süre, geceleri fişten çekmiştim telefonu. Bana söylenmeyen ama hisettiğim ölüm haberini aldığım bir gecenin yarısında, tirtir titreyerek kalkmıştım yataktan. Ankara'nın ayazında, sağdan soldan bulunan tektipi giymiş, nöbetçi amirinin jipinde, gecenin fermuarını açan bir hızla bırakılmıştım otogara.

Oysa uyandırıldığımda bana söylenen, yılbaşı iznine gönderildiğimdi. O koşullarda ve gecenin o yarısında mümkün olmayan bu izni yememiştim elbet! Yol boyu otobüsün camına dayadığım kafamdan binbir kaza sahnesi geçirmiştim; beni görmeye gelirken yolda kaza geçirdikleri üzerine senaryolar kurmuştum. Kimler ölmüştü ki? Arabamıza olan güvenimden ve babamın sürücülüğünden teselliler yaratıyordum. Sabahın en ayazında şehrimize vardığımda bindiğim taksi ve duraktaki herkes tanıdıktı. Bana bir şey hissettirmeseler de biliyordum, emindim, ama kimdi, kimlerdi? Cevabı kapıdan girip annemin yüzüne ve yerde üzeri örtülü olana baktığımda almıştım. Arabayı sağlam görünce anlamıştım; gelen cennetti.

Ben ölümü hissediyordum. Henüz 9 yaşımdayken, oluşan telaşın ardından halam komşu evdeki telefona koşarken de, yakınlarımızı haberdar etmek için gecenin bir yarısına yollanırken de hissetmiştim. Dişlerim kontrol edemediğim bir ritimle takırdarken, tir tir titremişti bedenim.

Telefonumdaki ses tanıdıktı ve telaşlıydı. Kaygılarımı yenmeye çabalayıp iyi şeyler aklıma getirmeye çalışırken son viskiyi yolladım aşağıya; onun önce ısıtıp sonra yaktığı tüm hücrelerimi de birayla soğuttum. Arabaya atlayıp olay yerine giderken iyimser mesajlar yolluyordum aklıma. Dişlerimin takırtısına inat bedenim sıcacıktı. "O daha gencecikti" diye tekrarlar uçuşuyordu aklımda. "Lütfen Tanrım"ların altını ısrarla ve tekrar tekrar çiziyordum.

Evinin önünde gördüğüm sirenin mavisi, ekip, ambulans ve olay yeri inceleme buz kesmeme yetti. Titremem durdu. "Neden.. neden!" diye çarparken ellerimi torpidoya; üç gün önce anlattıklarını, anlatıklarımı ve neşesini düşündüm. Olay yeri inceleme yakışıklı bedeni taşırken cennetin merdivenlerine, ceset torbasından ekip arkadaşlarına attığı mesaja kulak kesildim: " Bir yemeği anlamlı kılan, mekânın çok yıldızlı olması değildir! Bir yemeği unutulmaz yapan; gözlerinde ve sözlerinde yok olduğunuz kişinin sizde bulduğu anlamdır. Defalarca tekrarlanmış çeşit çeşit hallerden bazılarının tüm öteki yaşanmışlıklardan farklı olduğuna inanan bir saplantılı, Ikea'da şahane bir kadınla bir yemek yemiş, tutmuş koparmış."

Onca ceset görmüş gözümden yaşlar dökülürken, kahretsin diyen aklımın klavyesini aldım. Tuşlarından, bu gencecik ve yakışıklı bedenin tebessümlerini de ekleyerek, uzun bir süredir benimle paylaştıklarından yola çıkıp miras bıraktığı kelimelerini akıttım.

"Okuyunca ne cevap yazacağımı bilemedim. Nerede durmam gerektiğini ve nereden durup da bakmam gerektiğini bilmeden, duygularımdan yola çıkarak, bence bir cevap yazmak istemedim. İlk aklıma gelenlerden ve duygularımdan bir şeyler karalayacakken, "Dur!" dedim, "10 a kadar say sonra yaz!" Yani sonraya bıraktım.

"Araf nedir, bilmem ki ben, sanal aleme takılmaya başlayınca bildim kelimeyi, özellikle kadınlar tarafından ona yüklenen anlamı. Yok anam, araf bana göre, bana dair durumları anlatabilen bir şey değil; ben ötekini düşünen, onun için iyi olduğuna, onun iyi olduğuna sevinen bir bukalemunum; elbette elinden tutup, yanına çekip alan olmak isterim. Ama onun için üzülmek de istemem. Bir yazı, belki çokca yazı yazacağım. İlk aklıma gelen yazının başlığı şu idi: "Güzel kadınlar tanıyan bir adam tanıyorum." Neyse kesim burada; dedim ya, düşünüp, zararsız, kafa karıştırmayan, yanlış anlaşılmalara yol açmayacak bir cevap yazmalıyım. İyi bak kendine. Öperins"

Bütün bu kelimeler bir sahne yazarken aklıma, aklından bir kadın ses yankılandı: "Araftayım demiştin bir kere.. o yüzden dedim öyle."

Sese durdum, ceset torbası zamana gülümsedi, anlar resmi bir geçit yaptı ve aklımın klavyesinden döküldü kelimeleri: "Demişimdir; alemin diline bulaşmış popüler bir kelimeyle benim olmayan bir duruma ıslık çalmak, kendi kelimelerimle uzun uzun anlatabileceğim bir halle dalga geçmek için kullanmışımdır. Ama özüm der ki: "Araf beni anlatmaz" Bir de, şu sanal aleme bulaştığım günden beri en çok duyduğum cümle: "Yüreği aşkla dolu güzel adam..."

Hımmm! Bu cümleyi bir daha duymak istemediğim bir yol çizmeliyim. Bir kadının teninden ve nefesinden uzak durmalıyım. Yüreğine değmemeli, yüreğime değdirmemeliyim, hep sakınmalıyım. Çünkü benim şartlarımdan bakınca bir ilişkinin arkası yok... gerçek bu. Bildiğim ama yok saydırılan gerçek. Zaten o yüzden hayatın kenar mahallelerinde ıslık çalarak kendi halimde dolaşıyordum. Ben yine aynı kenar mahalleme dönmeliyim.

İki küçük kadeh limonçello türevi, şimdi markasını hatırlamadığım bir içkiden içtim. Çok da keyifliydi içimi. Birleşmiş dudağımın sol yanını yukarı doğru kaldırarak ve dolu dolu gülümsüyorum. Sarhoşluğa uzak, çakır bir masal akıtıyorum promtırımdan ... güzel bir masal... hani bi yemek masasında "ben beş yılda bir kez bile karşılaşsam, sanki o beş yılın her gününde onları yaşamışım gibi hissederim" diyen adamın masalından..."

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP