5 Temmuz 2010 Pazartesi

“Son Yılın Üç Mevsimi”nden

Başlığı ‘Son yaz’ olan bir yazıda aklıma düşeni, sonu nereye varacak diye düşünmeden yazıp duruyorum.

Şu İstanbul yarımadasının, Kadırga’dan Küçükcekmece’ye kadar uzanan coğrafyasının ve -kuşağımın bir bölümünün- etnografyasının son tanıklarından biriyim. Dilimin döndüğünce anlatmamın gereğini inanıyorum.

Nerelisin diye sorulduğunda, neden hep içimden Aksaraylıyım demek geliyor. Bunu zaman zaman düşündüğüm olmuştur. Benim Akasaray’ımdan bugün eser yok. O günlerin Aksaraylısı oraya buraya dağılmış. Yıllardır sadece gelip geçiyorum. Onbir yıl oturduğumuz apartmanın önünde çok ender, eğleşiyor, eski günleri anıyorum. Gençliğe orada adım attım, askere oradan gidip döndüm, iş yaşamına oradayken başladım. Köklü arkadaşlıklarım o dönemde edindiklerim. Yıkıntıların onarıldığı, acıların ve yaraların sarıldığı, savaşın oldukça geride kaldığı yıllardı, o yıllar. Tüm insanlık büyük bir coşku içindeydi ve dünya güllük gülistanlıktı. Tabii bu bana göre öyleydi. Bizim için batının kurtulması insanlığın kurtulmasıydı. İletişimsizlikten ne Afrika’da, ne Güney Amerika’da, ne de dünyanın neresinde neler döndüğünü bilmiyorduk. Maccarthyciliğin ne olduğunu, Rosenberglerin başına neler geldiğini bilip karşı çıkan büyüklerimizin seslerini kısıyorlardı. Bunları, -iş işten geçtikten- sonraları öğrendik. Çoğumuz Liz Taylor’a aşıktık, Marlon Brando’yu, James Dean’i taklit ediyor, Clark Gable gibi bakıyor, Nat King Cole ya da Frank Sinatra gibi şarkı söylüyorduk. Hepimiz en kısa zamanda Holywood’a kapağı atacaktık. İçimizden Paris’e yerleşmiş ressam arkadaşlara uğrayacak şaraplarını tadacaktık. Duygu yönümüzün bir parçası böyleydi. Ama Samatya’da içki içerken değişiyorduk, kimimiz Sait Faik’in yaşamına özeniyor, kimimiz Rüştü Onur gibi gencecik ölmeye. Birkaç kadehten sonra Ahmet Rasim’leşiyor, “Sakın geç kalma erken gel”lerle alaturkalığımıza bürünüyorduk. Veysel’e tutkunduk. Caz da saz da bizimdi. Divan, Attila İlhan kadar yakındı. Annabel Lee’yi Yahya Kemal, Vuslat’ı Poe yazmış gibi özümlemiştik.

Kırk, elli hatta üç yüz sayfa okuyup da bitiremediklerimin dışında, yılda elli küsur kitap okuyorum. Haftada ortalama bir kitap.

Çeşitli konuda yerli yabancı çok kitap yayınlanıyor. Dünyanın her köşesinden yeni yeni yazarlar tanıyorum. Eskiden bütün yayınevlerinin adlarını da yeni çıkan her kitabı da bilirdim. Şimdilerde alabildiğine yayınevi, alabildiğine kitap…

Dünyanın yazarları, edebiyatı, düşüncenin de, duygunun da sınırlarından aşırıp bir büyük okyanusa ulaştırmışlar. Bazı yapıtın koca bir mimarın elinden çıktığını görüyorum. Bazılarını da yine büyük bir iç mimarın bezediğini. O zaman bir kapalı iç denizde büyüdüğümün ayrımına varıyorum. Nasıl iç geçirmem? Zaman dar, artık çok geç, işte bu ‘Son yaz’ diyorum. Aklıma Pindarus’un sözü düşüyor: “Ruhum ölümsüzlüğü isteme, mümkün olanın alanını tüket!..”

İçimden geldiği gibi yazmaya devam edeceğim. Duygularımı ve düşüncelerimi zorlayıp kurgulamaya gücüm olaydı eğer, çok uzun zamandan beri içimden, yaz, yaz Skylos’u yaz, diye bağıran sese kulak tıkamaz, Skylos’u çağımıza taşıyan bir yapıtın uğraşına koyulurdum.

Skylos varlıklı bir göçer, bir İskit prensiydi. Karadeniz’de surlar içindeki Olbia kolonisinde Yunanlı bir karısı vardı. Kente girdiğinde değişiyor Yunanlı oluyordu. Bir Dionysos ayinini gizlice gözetleyen birkaç İskit onu Yunanlı kıyafetleriyle ayinin önünde döne döne yürürken görünce kendilerine ihanet etmiş saydılar ve Skylos’u öldürdüler. Neal Ascherson “Karadeniz” adlı kitabında “İki dünya arasında seçim yapmak istemediği, ikisinde aynı anda yaşamayı denediği ve başarısız olduğu için öldü” diye yazar. Hep bir arada türküler çağırdığımız sıra gecelerinden de, hüzzamlarla, hicazlarla meşk etmekten de, cazcıların doğaçlamaları jam session’lardan da aynı tadı alacak, çok yönlü bir kültürle büyümek ve aralarındaki gel gitlerle bulamaç bir kişiliği giyinmek…

İstanbul yarımadasında yetişmiş yaşıtlarımla belirsiz bir yaşam biçimiydi dramımız…

Ekmel Denizer

Henüz yayımlanmamış “Son Yılın Üç Mevsimi”nden...

1 Temmuz 2010 Perşembe

Ayinesi İştir Kişinin Fotoğrafa Bakılmaz!

Aslında bu türden konulara girmeyi pek sevmem. Sonuçta insani bir durumdur. O anların kendince gerçeklikleri vardır. Her insanın da hayata bakışı, duruşu, samimiyeti ile doğru orantılı olarak şekillenmiş korkuları, kaygıları, bunlara bağlı olarak da tepkileri ve savunma refleksleri vardır. Bu yüzden, bu haller iki farklı açıdan da değerlendirilebilir. Yani gördüğünüzden ve anın gerçekliklerinden ziyade, durduğunuz yerle doğru orantılı olarak, görmek istediğiniz noktalarından bakar ve oradan da okursunuz durumları...

Şu mevzide çömelme meselesiyle ilgili olarak benim de tepkilerim, okumalarım ve doğrularım vardı elbet... Olaya baktığım nokta şuydu ve bunu çok da anormal bulmamıştım, kendi gerçekliğinden ve kişinin hayata duruşundan bakarak... Evet orada bir güvenlik sorunu var ve bu anlamda başbakanı korumak da mantıklıdır. E başbakanda gürleyen ama bir türlü yağamayan biri olduğuna göre, görüntü normaldir. Ama bir kısım yandaş medyadaki sahiplenmeye, başkalarının oralara hiç gidemediğine atıflarla ve müstehzi gülümsemelerle alay edilerek yapılan savunulara, durumu parlatma ve olay üzerinden kahramanlık destanı yazma çabalarına bakınca, kendimi tutmam da pek mümkün olmadı. Sonuçta bu fotoğraflar, başbakanlık basın müşavirliği tarafından servis edilmiş, mesajı ve imajı olan bir halkla ilişkiler çalışmasıydı. Ki bu fotoğrafların bu şekliyle servis edilmesi, bence tam bir fiyaskoydu. Gerekçelerim de, sorduğum şu sorulara verilecek yanıtlarda kanımca...

Ülkesinin sınırları içindeki bir bölgede, üstelik tüm güvenlik tedbirlerinin en üst seviyede alındığı bir bölgede, ülkesinin en değerli birliklerinin koruması altında, havada sürekli güvenlik denetimleri yapan silahlı helikopterlerin dolaştığı bir mevzide kendini korumak maksadıyla çömelen bir başbakan görüntüsü, o ülkeye ya da bölgeye gitmeyi düşünenlerde ne türden bir algı yaratır? Ve o ülkenin vatandaşlarında, o bölgede askerlik yapan/yapacak çocuklarıyla ilgili olarak ne türden duygular oluşturur? O bölgede yaşayan, orada görev yapan doktor, öğretmen, polis, öğrenci, ana, baba, kısaca vatandaş olsanız, bu fotoğraftan yüklendiğiniz moral değerler ne olur?

Fotoğraflar üzerinden tartışma başlayınca; Ecevit'in başbakan olduğu dönemde yaptığı ziyaretin fotoğrafı üzerine yapılan yorumları kaçınılmaz bir biçimde hatırladım. Bu duruşu bir teslimiyet, karşıdakini efendi kabul etme hali olarak yorumlamıştı o gün, bir kısım medya ve siyasetçi.. Haftalarca süren polemikler yapılmıştı üzerine, fena çakılmıştı Ecevit'e...

Fotoğraftaki ve "efendi"nin karşısında hesap veren kişi; o "efendi" ve onun en yakın müttefiki İngiltere'nin karşı durmalarına ve üstelik de o adada bir İngiliz Askeri Üssü olmasına rağmen, soydaşlarını uğradıkları zulümden ve katliamlardan korumak için, ülkenin bugünkünden çok daha zor şartlarında, oluşacak her türden siyasi sonuçları ve ekonomik bedelleri ödemeyi göze alarak, hiç bağırıp çağırmadan, kimseye "van münüt" ayarları çekmeden, yani gürlemeden yağmıştı.

Haşhaş ekemezsiniz denmişti, ekeriz demişti.

Yine o "sinmiş" kişi, Suriye'nin kapısına orduyu yığmış, hiç lafı eveleyip gevelemeden hükümetinin ve ülkesinin kararlılığını sergilemiş ve sonuç almıştı. Üstelik de monşerlerle!.. Unutulmasın ki, terör örgütünün bir numaralı ve iki numaralı adamları bu ülkenin hapishanelerinde yatmakta...

Ve o kibar adam, 70 lerin sonunda, dönemin başbakanı Demirel tarafından, aynı zamanda bir koruma aczinin ifadesi olarak söylenmiş, "size suikast yapılacak, mitingi yapmayın!" telkinlerine rağmen sinmemiş, eşini de yanına alarak, ülkede hergün onlarca kişinin öldürüldüğü bir dönemde Taksim Meydanında kürsüye çıkmış ve konuşmuştu. Ki o adam Rumların hedefiydi ve Amerika'da bir suikasttan kıl payı kurtulmuştu.

Şimdi tekrar dönersem şu çömelme işine, şu soruları sormam elzem olur:

"Askerlik yan gelip yatma yeri değildir." diyen kişiyle şu fotoğraftaki kişi aynı insan. Değil mi?

Şu İsrail'e çakan, demediğini bırakmayan, gürül gürül gürleyen Ortadoğu Aslanı adamla; Dışişleri Bakanını -gazetelerin yazdığına göre- arayı düzeltebilmek için gizlice İsrail'li bakanla otel odalarında buluşturan, fotoğraftakiyle aynı kişi. Değil mi?

Bu fotoğraftaki kişi; daha geçen hafta, G.20 toplantısında Obama'yla ne kadar eşit, ne kadar arkadaş olduğunu futbol esprileriyle süsleyen, takımı elenen Obama'nın bu acısını, yaratmak istediği samimiyet imajıyla gözümüze sokarak paylaşan, bundan kendine bir iç siyaset görüntüsü yaratmaya çalışan, tribünlerine oynayan kişi. Değil mi?

Yanıtlar evet ise; iki bakanın gizlice görüşmesi ve bu görüşme talebinin bizden gelmesi hali, bir arkadaş ricasının yerine getirilmesi olayıdır!

Benim dostumu üzme, gönlü kırılmış, bir gönlünü alsan ricasıdır!

Bak! Sen onunla arayı düzeltirsen, biz de sana "dostun" olarak, şu tırmanan terörle alakalı, Kuzey Irak'da bir kıyak yapabilirizin iması(mı)dır!

Son günlerde yaşananlar, tırmanan terör; kesinlikle "ayağını denk al" ihtarı değildi! Ricaydı...

Başbakanımız arkadaşının ricasını kırmamak için tüm bu adımları attı, G.20 de sempati dağıttı, İsrail'le masaya oturmanın ısınma turlarını atmak zorunda kaldı. Papucun pahalı olduğunu farkedip çark ettiğini düşünen varsa içinizde, kesinlikle Ergenekoncusunuz. Hele bunu yaklaşan seçimlere yoruyorsanız. Hemen gidip bir aynaya bakın, acı gerçekle yüzleşin, içinizdeki Ergenokonu derhal görün.

Ha bir de şu ilginç tabii, neden bizim Dışişleri Bakanı ile onların Ticaret Bakanı görüşüyor. Hani ekonomi, ticari anlaşmalar falan filan, elin tersiyle masanın üzerinden şöyle en babasından bir "van münüt" çekilerek aşağı dökülemiyor mu?

Elimiz mahkum değildir canım!

Ayağımıza kurşun sıkıyoruz mu demiştim ben taa Davos'ta... Bir de ek mi yapmıştım, uluslar arası ilişkilerde gün olur devran döner diye... demiştim valla.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Unkapanı’na doğru

Kış, kimi zaman Balkanlar’dan, kimi zaman Kafkaslar’dan tüm zorbalığıyla saldırır, amanını keser İstanbul’un. Kışın zorlu geçtiği böyle bir şubat günü, Burhan Felek ya da Ulunay’ın eski kışları anlatan bir yazısından, Saraçhane’de karın at boyuna eriştiği aklımda kalmıştı.

Aksaray, Saraçhane, Şehzadebaşı, Zeyrek çocukluk anılarımı bıraktığım yerlerdi. İçimden turist rehberiymişim gibi, bir dolaşma isteği geçti. Yukarıya, Saraçhane’ye doğru düşsel adımlar atmaya başladım. İşte şurada, Pertevniyal Lisesi’nin bitiminde, Horhor’a doğru inen yolun hemen sağında, bir eski mezarlık olacaktı. Mezarların arasına kaçan topumuzu alırdık. Yanılsama mı bilmem, orada küçük bir cami olduğunu da anımsıyorum. Kimlerin mezarlarıydı ve varsa ne camiiydi ve ne diye yok edildi, onu da bilmiyorum. Saraçhane’de Hava Şehitleri parkıyla karşı karşıya iki güzel park vardı. Belediye binasının Nato toplantısıyla yapılacak olan açılışı 1960 ihtilaline rastladı. Hava şehitleri parkının arkasındaki itfaiye ve askerlik şubesi binaları mimarileri ile turizme kazandırılacak değerdedir. Şimdilerde karikatür müzesi olarak kullanılan Gazanfer türbe ve külliyesinin, binaları, yüzük taşı gibi küçük ve tipik Osmanlı güzelliğiyle, koca Bozdoğan kemerine yaslanmış, anasının kuzuları gibi görünür. Karşısında Vefa’ya yönelen yolun başında, çocukken hem okumakta zorlandığım hem anlamını bilemediğim Hıfzısıhha Enstitüsü’nden sonra ilk binasında Kuzgun Acar’ın madeni bir rölyefi bulunan, İtalyan mimarın yaptığı İMÇ binaları Unkapanı’na kadar bir zincirin halkalarıymışçasına salınır. Mimarın, çarşının ardındaki görüntüyü kapatmama düşüncesi hep saygımı çekmiştir. Binalar zincirine bir yerde ara vermiş, Süleymaniye’nin önüne geçmemiştir. Eski bir çeşme yok edilmemiş, süsleyecek şekilde binalardan birinin duvarına gömülmüştür. Unkapanı’na yaklaştıkça Bedri Rahmi’nin olduğunu sandığım, duvar süslemeleri görülür. Küçükpazar’a giden yolun başında -bu kez yalın- bir Osmanlı yapıtı; Şep Sefa Hatun Camii ve Külliyesi vardır. Tam karşısında Bizans sarnıcının kalıntıları ve onun biraz üzerinde Sedat Hakkı Eldem’in Ağa Han Mimarlık Ödülünü almış olan SSK binaları bir selsebil gibi akar. Ne var ki, -dış cephenin bakımsızlığının üstüne tuz biber eker gibi- önüne dev bir reklam panosu kondurulmuştur. Mimarinin görünüşünü engelleyen bu saygısızlık, bir bakıma utancımızı gizliyormuş gibidir. Bir kaç yüz metrelik yokuşta, biri diğerinin omzuna yaslanmış, ayakta durmaya çalışan binalarıyla yorgun bir tarih izlenir. Bizans sarnıcının kalıntılarının üzerinde Zeyrek Mehmet Efendi Camii’nin, İstanbul alındıktan sonra camiye çevrilen ilk kilise olduğunu ve adı Pentokrator olan bu kilisede bazı imparatorların taç giydiğini okumuştum. Bu yükseltiden bakıldığında gözlenen görüntü; Harem’den Sarayburnu’na bakıldığında görülen güzellikle yarışan, insana resmini yapma isteği uyandıran bir görüntüdür. Sonra adının neden Filyokuşu olduğunu bilmediğim dik bir yokuş ve bundan sonrasına “Merhaba Cibali!” denir.

Bir insan, sevdiği mimari bir yapıyı ya da bir heykeli sabahtan akşama kadar etrafında döne döne seyredebilir. Sonra aydınlatılmış meydanda akşamdan sabaha kadar tekrar seyredebilir. Bu yapılara, ışığın değiştiği her açıda, hangi açıdan bakılırsa nasıl değiştiğini görmek için usanmadan bakılabilir. Resim seven biri için de geçerli bu. Koltuğunun karşısındaki duvarda asılı duran tabloya yıllar boyu bıkmaksızın bakabilir, keyifle kahvesini yudumlayabilir. Bir insan, sevdiği bir şiiri öğrendikten ölünceye dek yüzlerce kez söyleyebilir. Bu, bir şarkıyı seven biri için de geçerlidir. Hatta, elleriyle ayaklarıyla ritim tutup ıslıkla bile mırıldanabilir. Roman ve yedinci sanatın ürünleri bu bakımdan şanslı sayılmaz. En sevilen film kaç kez seyredilebilir? 1960’lı yıllarda okuyup da beğendiğim “Gazap Üzümleri”ni tekrar okumak isteyişimde, kitabın kalınlığı gözümün önüne geldikçe, isteğimden caymışımdır hep. Okuyamadığım daha bunca kitap varken onu ancak başka bir kitabın bulunmadığı ıssız adada yada hapsedildiğim bir odada tekrar okuyabilirim, diye düşünürüm. Tekrar tekrar okuduğum kısa romanlar ve seyrettiğim filmler yok değildir. Teknolojinin çılgınca gelişmesine baktıkça en kalın kitapların da beş dakikada okunabileceği günlerin -hem de çok yakında- geleceği şaşırtmıyor beni. Ne ki, yaşamımın o günlere erişmeyeceğini biliyorum..

Ekmel Denizer

Henüz yayımlanmamış Son Yılın Üç Mevsiminden...

25 Haziran 2010 Cuma

Mustafa Özkent ve Orkestrası ile kahve kokusu, yanında bir de kitap

Onu tanımıyorsanız dahi, eğer iyi bir Türk Filmi izleyicisi iseniz ya da yaşınız TRT'nin siyah beyaz günlerine ulaşıyorsa, şarkıları dinlediğinizde hemen hatırlayacaksınız.

Üsküdar'a gider iken

Benim Mustafa Özkent adını öğrenmem, yaklaşık üç yıl önce okuduğumda şaşırdığım bir gazete haberiyle mümkün oldu.

Köşeye sıkışmış haber; 1973 yılında çıkardığı Gençlik ile Elele adlı albümün, aradan geçen onlarca yıl sonra başta Amerika olmak üzere pek çok batı ülkesinin müzik listelerinde yer bulmuş olmasıydı. Üstelik  mesele sadece bu da değildi. Albüm, dünya müzik otoritelerince ve camiada kült kabul ediliyor, 2007'de müzik eleştirmenlerinin en iyi 10 albüm listelerinde kendine yer buluyordu. Mevcut kayıtları da Amazon.com'da satıştaydı.

Merak edip tıklamıştım. Ve "maymun kapaklı" bu albümü orada görünce, pek de sevinmiştim. Bu yazıyı o zaman niye yazmadım, hayret! Neyse, haberi olmayanlar duysun, duyanlar duymayanlara duyursun.

Burçak tarlası

Yine gününde yazmam gereken ama yazamadığım bir kitaptan, hem de dünyanın en ucuz ama aynı zamanda en yararlı kitabından haberdar edeyim sizi. Belki gazete köşelerinde rastladınız ya da bankanın duyurularıyla haberdar oldunuz. Buna rağmen, belki "adam sende" yaptınız. Çünkü az daha biz de yapıyorduk. Kitap, "Karneni göster kitabını al." sloganıyla sürdürülen kampanya çerçevesinde, -görme engelliler dahil- ilköğretim öğrencilerine hediye edilen "Yazarlarımızdan Öyküler". Ben elimden düşüremedim. Binlerce öykü içinden, adam sendecilik yapmaksızın, emek vererek bu kadar güzel bir seçki oluşturanları ve buna sebep olan T.İş Bankasını kutlamak gerek. Kitap, sadece Doğan Hızlan'ın "Güzel Öykülerle Baş başa" başlıklı sunuş yazısı için bile edinilmeye değer. Yazarlarımızdan Öyküler; özellikle kitaplara uzak duran küçüklere, sadece bu sunuş yazısı ile bile gaz verecektir, emin olun.

18 haziranda dağıtımına başlanılan kitap kalmış mıdır banka şubelerinde bilmiyorum. Her bir öykünün önünde yazarıyla ilgili olarak hem üslubu, hem yaşamı, hem de eserleriyle ilgili kısa ama içerikli bilgiler de var. 132 sayfalık, hazine değerindeki bu kitapta kimler yok ki... Bir kaç isim verirsem, bu seçkinin ne kadar lezzetli bir başlangıç kitabı olacağı; çocukları, Türk Edebiyatının bu çok değerli yazarlarıyla erken yaşlarında tanıştırarak onlara, ne kadar güzel bir yol haritası oluşturacağı daha iyi anlaşılabilir.

S. Faik Abasıyanık, Adalet Ağaoğlu, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Necati Cumalı, toplam 15 yazarın 15 öyküsünün yer aldığı bu güzel kitabın ilk aklıma gelen isimleri.

Kendi çocuklarınız ilköğretim çağını aşmışsa, ya da çocuklarınız yoksa, etrafınızdan bir çocuğun elinden tutun ve karnesiyle bir İş Bankası şubesine götürün. Onun kitaplarla süslenecek serüveninde ilk ayak izi siz olun.

Lorke lorke

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP