21 Ocak 2010 Perşembe

Bir Aşk Masalı

Yıllar önce bir Amerikan Dizisi olan Acil Servis'in bir bölümündeki diyalog aklıma kazınmış ve bu kısacık an, arkadaşlarla (eğitimde ve sağlıkta) özelleştirme konusunda yaptığımız pek çok tartışmada kullandığım en önemli örnek olmuştu.

Söz konusu bölümde hastanenin patronu acil servis doktoruna röntgen servisinin zarar ettiği konusunda serzenişte bulunmuştu. Pardon! Serzenişte bulunmak patron lugatına uygun düşmediğinden doktorlara ayar vermişti diye düzeltiyorum cümleyi.

Kapitalist dünyanın nimetleriyle teslim alınmış doktorlar bu ayarın ardından, her vakayı röntgene yönlendirerek kısa sürede bölümü kâra geçirip patronlarının yüzünü güldürmüş hem de kendi geleceklerini(!) kurtarmışlardı.

Bu arada yazımın gidişatından yola çıkarak tam gün yasası dolayısıyla doktorları günah keçisi yaparak hedef tahtasına döndürüp kamuoyunun şimşeklerini sürekli onlara yönlendiren sağlık bakanı ve başbakanla aynı düzlemde bir duruşla doktorlara giydireceğim anlaşılmasın.

Fotoğrafını çekmek istediğim durum şudur: Sağlıkta ve sosyal güvenlikte yaptığı atılımlarla övünen iktidar -ki benimde hoşuma giden bir icraattı- sosyal güvenlikten yararlanabilen vatandaşları çok küçük bedeller karşılığında özel sağlık kurumlarına yönlendirerek bir anlamda müşterinin ayağını özel hastanelere alıştırdı. Bu potansiyeli fark eden, elinde sermayesi olan ve tıpla doktora gitmekten öte uzak yakın bir alakası bulunmayan bir çok (tüccar)insan; elbette o alandaki kârı gözeterek ve tümüyle ticari önceliklerle sağlık alanına da el attı.

Her işe dalmakta üstüne olmayan plansız programsız esnaf mantıklı Türk işadamları(!) sayesinde pek çok şehirde ve kasabada çok sayıda özel sağlık kuruluşu ve hastane ortaya çıktı. Doğal olarak bu hastaneler popüler doktorları marka değerlerini artırmak için hastanelerine transfer ettiler. E insanlarda mevcut iktidarın sözde sağlık reformları sayesinde para ödemeden ya da düşük bedeller karşılığı -üstelikte devlete ait hastanelerdeki keşmeşkeşten kurtularak- özel hastanelerden hizmet almaya başladılar. Vatandaş durumdan memnundu. Aşkını tazeleyip diğer bir takım yemlerin de gazıyla daha yüksek oylarla iktidarı pekiştirdi.

Şimdi görüyoruz ki sağlık bakanlığı, pasta küçülünce bağırmaya başlayan hastanelerden gelen baskılar üzerine, daha açıkcası iktidara yakın cenahtaki insanların bu hastanecilik işine girmelerinden sonra katkı paylarını artırarak hizmeti bir bakıma paralı hale getirdi. Üstelik de hastaneleri hizmet ve teknolojik özelliklerine göre sınıflandırıp % 70 ile % 30 arasında değişen katkı payı oranları belirleyerek sağlık hizmeti alacaklara paran kadar konuş dedi ve kendi sorumluluklarının oranını azalttı.

E şimdi durup bir düşünelim! Konu sağlık olduğunda, kim sevdikleri için neyi var neyi yok elden çıkarmayı göze almaz ki? Üstelik de özel hastane rahatlığının demosunu yaşamışken...

Hani bir fıkra vardır; insanlar ölürler ve öteki dünyaya giderler. Mahşer günü gelir ve kimi günahkarlara cehennem gösterilir. Neşeli, içkili ve eğlencelidir cehennem. Zihinlerin idolü pek çok seks yıldızı, bir sürü güzel erkek ve kadın da orada ikamet etmektedir. Camdan bakıp içeriyi görenler sevinirler cehennemin bu haline ve dalarlar kapısından içeri. Yaşadıklarının, gördüklerinden çok farklı olma halinin acısıyla cayır cayır yanarken de sorarlar: "O gördüklerimiz neydi?" Yanıt manidardır: Onlar reklamlardı!

Sağlık hizmetlerinin özelleştirilip yaygınlaşmasının ve kalitesinin Türkiyeye dönük bir sağlık turizmi başlattığı söylenmekte. Ortadaki rakamlar da bunu doğruluyor. Kapitalizmin kar mantığından baktığımız da tablo başarılı da addedilebilir. Bir de hepimizin fark ettiği üzere hızla yeni hastaneler yapılmakta... Bu da pastanın gittikçe daralacağı anlamına geliyor. Türk tüccarının kalitede rekabet etmek gibi bir sorunu olmadığını da göz önünde tutarsak, yüksek karlara alışmış Türk sermayesinin yakın bir gelecekte ellerindeki hastaneleri yabancı şirketlere satacağını öngörebiliriz. Devletin, öncelikle sosyal devlet olması gerektiği olgusundan yola çıkıp ve de otellerin ve turların yabancıya ucuz vatandaşa pahalı hallerini göz önüne alıp ''görünen'' geleceğimizi şimdiden görebilir(miy)iz!

20 Ocak 2010 Çarşamba

Adam(lar) Yapmış Abi!

Altın Kürede ödülleri toparlayarak Oscar konusunda önünü açan Avatar için söylenebileceklerin özeti yazının başlığındaki cümledir.


Merak ediyordum ama önceliğim değildi Avatar... Oldum olası insan dışı karakterlerin olduğu filmlerin animasyon dışındakilerini sevmem. Buradan yola çıkarsak yaratılmış dünya filmlerini -başta Yüzüklerin Efendisi serisi olmak üzere-basından izlemek dışında bir eylemde bulunmadığım anlaşılabilir. Televizyondaki onca tekrarlarına rağmen başından sonuna izlediğim herhangi bir bölümü yoktur. Dolayısıyla Avatar'a ilgim senaryosunun dışında sebeplerdendi: Başta James Cameron'un hayatında tuttuğu yer, filmin görselliği ve kullanılan teknoloji üzerine çıkan yazıların oluşturduğu meraktı. Film boyunca senaryo üzerinden hareketle filmin ana felsefesini kapmak için diyaloglara dikkat etmeye çalıştım. Hikayenin ne aşk ne de kahramanlık kısmı bana yeni şeyler anlatmadı. Bunun sonucunda da kendimi tümüyle filmin görselliğine bıraktım. Bu bütünüyle bana özel ve bu tür filmlere olan ilgisizliğimden kaynaklı olabilir. Dolayısıyla türü sevenler filmin bütününden hoşnut kalabilirler.

Bugüne kadar izlediğiniz pek çok filmde varolan; kadın, o kadını içten içe seven kendi toplumundan savaşçı bir erkek, o topluluğa dışardan gönderilen esas oğlan, esas oğlanla rekabet halinde olan kadını seven savaşçı , esas oğlanı topluluğun içine iyi ve bilimsel niyetlerle gönderen bir grup, sonra ortaya çıkan ergenekoncular(!), sonra onların niyetini farkeden kahramanımızın öteki tarafa doğru dönüşümü, filmin ilerleyen bir bölümünde aşık kadının 'sana güvenmiştim' cümlesini kurma hali gibi klişelerin tekmili birden bu filmde de olduğunun altını çizmeliyim.

Bir de filmin ilerleyen bölümlerinde üzerine kurulu olduğu felsefenin ana eksenini oluşturan doğaya buldozerler bulaşmaya başlayınca, ne hikmetse benim aklım doğrudan Zümrüt Ormanı filmine gitti ve yüreğim John Boorman diye atmaya başladı.

Açıkcası senaryosu ve verdiği mesajlardan yola çıkarsak Avatar bana yeni bir şey söylemedi. Bu minvaldaki tüm filmlerde olan iyiler, kötüler, aşk, kahramanlık, yurduna sahip çıkma, yapılanın haksızlık olduğunu farkedip ötekilerin savaşına önderlik etme hallerinin hepsi bu filmde de vardı.

Üç boyutlu hali elbette filmi uçurmuştu ve muhteşem bir sinema şöleniydi. O dünyanın en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış hali, efektler ve aksiyon mükemmeldi. Filmin bir çok sahnesindeki manzaraları, onların üç boyutlulukla kazandıkları görkemi görünce aklıma düşen bir çok filmin üç boyutlu halllerinin ne muhteşem olacağıydı. Ve sanıyorum ki ortaya koyduğu teknoloji ve görsellik açısından bu film: Avatar'dan önce ve Avatar'dan sonra diye tanımlanacak bir sürecin miladı oldu. Muhtemeldir ki bundan sonra her türden fazlaca sayıda üç boyutlu film göreceğiz.

Filmin son bölümündeki savaş sahnelerini nefesim tutulmuş bir vaziyette, büyük bir heyecanla ve içimden gelen alkışlara engel olmaya çalışarak izlediğimin altını çizmeliyim.

Bu tür filmler konusunda benimle aynı arızalara sahipseniz de filmi mutlaka (üç boyutlu) izleyin ve bir milada tanıklık edin. Adam gerçekten yapmış.

19 Ocak 2010 Salı

Kemik Sızlatan...

Abdi İpekçi öldürüldüğünde; katiline, onun vasıflarına ve ucuzluğuna bakıp üzülse de durumu kabullenmişti muhtemelen...

Dün, eminim ki kemikleri o gün sızlamadığı kadar sızladı.

Onun kemiklerini sızlatan; sıradan tanımının bile üzerinde abartı bir ünvan gibi duracağı katilin davul zurnalarla karşılanması, en güzel otellerde kahraman muameleleri görerek ağırlanması değildi eminim ki...

Onun kemiklerini sızlatan: Bambaşka bir ahlak ve uslup kattığı medyanın; ülkenin en karanlık döneminin yolunu açanların maşası bir kanlı katilin yıldız muamelesi gören anlarını, pespaye bir magazin uslubuyla uzun uzun haber yaparak onu, değeri olan adam sınıfına yükselten bugünkü haliydi.

17 Ocak 2010 Pazar

Sihirbaz Oz

L. Frank Baum'un bizim kitaplıktaki adına göre Oz Büyücüsü adlı kitabından uyarlanan, Hale Küntay tarafından dilimize çevrilen ve Doğan Çelik'in Sihirbaz Oz adıyla sahneye koyduğu oyunu dün devlet opera ve balesinin büyük sahnesinde izledik. İnsanın yaşadığı yerin; bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki -opera binasına sahip- kentlerden biri olması kıvanç verici bir şey... Ve bu binanın konumu ve manzarası anlamında Türkiye'deki tek olduğunun altını da özenle çizmek gerek...

Bu hoşlukları bir yana bırakıp oyuna gelirsek: Sahneye koyan Doğan Çelik'in çizgi film formatıyla canlı performansı birleştirme fikri; oyun içinde kullanılan dekor ve özellikle kasırga efektlerinin sahnenin arkasındaki dev sinema perdesinden yansıtılması, perdede akan görüntüleri ve dekorları senkronize bir biçimde destekleyen ses ve ışık oyunları ile bütünleşince muhteşem bir görsel şölen kaçınılmaz oldu. Bu noktada dekor ve kostümleri tasarlayıp uygulayan Aydan Çınar ve ekibini -bu oyun dışında bu tür bir oyun kurgusunun denenmemişliğini de göz önüne aldığımızda- kutlamak gerek.

Oyunun tümünde, bütün karakterlerdeki oyuncu performansları üst düzeydeydi. La Paragas çocuk oyunları ve animasyon danışmanı Tırtıl'ın, haftasonunu şehir dışında geçirecek olan Naz'ın son dakikada bize katılamaması dolayısıyla oyunu izleyememiş olması hali üzerine "Naz çok şey kaçırdı" cümlesini kurması, oyunun kendileri tarafından çok beğenildiğinin bir göstergesi oldu. Buradan yola çıkarak oyuncu performanslarını beş yıldız üzerinden değerlendirmesini talep ettiğimizde, Dorothy, Kötülük Perisi, Korkuluk ve Teneke Adam beş yıldıza hak kazandılar... Sihirbaz Oz (oyunculuktan ziyade karakterde en azından bizim algımıza oturmayan bir oyuncu kullanılmasından dolayı)üç yıldızı biraz zorlamayla dört yıldıza çevirken , oyunda çok az görünmüş olmalarına rağmen Em teyze ve Henry Amca iyi oyuncular olduklarını belli ederek beş yıldıza layık görüldüler. İyilik Perisi ve Aslan dört yıldızla yetinmek zorunda kalırken, müzikleri düzenleyen Ömer Özcan, Kareografiyi yapan Zeynep Bengier / İdil Şengül danışmanımızdan beş yıldız almayı çoktan haketmişlerdi.

Sihirbaz Oz'un, çocukları da zaman zaman sorular sorarak oyuna katan bir kurgu üzerinden şekillenmiş olması önemli bir artıydı. Salondaki doluluğu oluşturan çocukların yaş gruplarının farklılığı hoştu. Birinci perdenin sonunda annelerin yanlarında getirdikleri mamalarla 1,5- 2 yaş civarındaki çocuklarını beslemeleri salona renk kattı. Ama bir salonda, oyun başlayınca dijital saatlerin ve cep telefonlarının kapatılması ve hiç bir şekilde fotoğraf çekilmemesi konusunda uyarı anons yapılması uygar insanların olduğu yerlerde akla gelmeyen bir şey olsa da, bizim büyüklerimize bu türden anonslar az geliyordu.

Çocuklar oyun boyunca bütün konsantrasyonları ile oyunu izleyip yaşarken... Coşkularını açık edip oyuna katılırken... Büyüklerin bir kısmı, birer kötü örnek olarak flaş patlata patlata fotoğraf çekip cep telefonlarıyla kayıt yapmaktaydılar. İçimden bir başka canlı türünün adıyla hitap etmek gelse de bu şahsiyetsizlere, hayvanların bile bir düzen içinde yaşadıklarını göz önüne alarak onlara saygımdan suskun durdum. Oyuna vaktinde gelip salonda yerini almış izleyiciyi hiçe sayan görmemişin soysuzlarına da, oyunun 10 dakika geç başlamasına neden oldukları için ne diyeceğimi bilemedim.

Bütün bu olumsuzluklar sinir katsayıma katkı yapmış olsa da bir ikisini bakışlarımla berteraf etmeyi başardım. Sdob'un gayretli halkla ilişkiler müdüresinin çabalarına bakıp, en azından salonun dolu olmasının olumluluk halini göz önüne aldım. Gün gelir terbiye olurlar umuduyla densizlerin olumsuzluklarını silerek...

Güzel bir oyunla taçlanmış günün keyfini devam ettirmek için; belediye tarafından İ.B.Belediyesinden satınalınıp kafe ve lokanta amaçlı düzenlenen tarihi şehirhatları vapurunun kafesinde dalgaların ninnisini hissede hissede pizza yiyip kola-bira içmek üzere, yağmura düşen akşam ışıklarıyla birlikte sahile doğru yürüdük; Tırtıl ve Ben.

Okuyucuya Not: Işığı, ses ve görsel efektleriyle müzik ve danslarıyla daha önce denenmemiş konseptiyle başarılı bir oyunun ve günün keyfini çıkarmak istiyorsanız: zaten sağlam bir öyküsü olan bu oyunun takipçisi olun ve çocuklara izlettirin.

Günün En Hoşluğu: Nazı'da hesap ederek üç bilet almıştık internet üzerinden. Son dakikada Naz'ın gelişi iptal olunca biletlerden birini bir başka oyun için değiştirmek niyetiyle gişenin önündeydim. O sırada 11-13 yaşlarında dört çocuk geldi ve gişe önünde kuyruk oldular. En öndeki, elindeki üç lirayı uzatıp bilet istediğinde gişe görevlisi fiyatın beş lira olduğunu söyledi. İzlenimimce yetiştirme yurdundan ya da yoksulluktan geldiklerini hissettiğim çocuklardan önde olanı 'öğretmenlerinin biletlerin üç lira olduğunu söylediğini' iletti.(Büyük oyunlarında ya da konserlerindeki öğrenci indirimi kastedilen). Gişedeki görevli de durumu açıkladı onlara... Hayatlarında ilk defa oyun izleyecek bu çocukların, bir çok cocuğun kapısından bile geçmeyi düşünmeyeceği bir mekana girmeleri ve bu konuda ki arzuları etkileyiciydi. Onca hevesin ve heyecanın yıkılmışlık hali ve yüzlerindeki umutsuzluk görülmeye değerdi. Durdurdum çocukları, dört kişi 12 lirayı göze almışsınız zaten dedim, üç lira daha toparlayabiliyor musunuz aranızda diye ekledim. Sonra elimdeki fazla bileti değiştirmekten vazgeçip onlara verdim. Bu eylem gerçekleşmeden önce çocuklardan birinin 'size bir bilet ben vereceğim' teklifim üzerine şaşkın bir soru şeklinde 'beleş mi' diye sorması da düşündürücü ve aynı zamanda çok hoştu.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Düğün

Sokak arası barı cayır cayır yakan gitarlara eşlik eden gümbür gümbür davulu ılık bir yel gibi saran sesiyle teslim almıştı solist... İçkinin rehavetine binmiş yorgun bir çalışma haftasının son akşamında kendi tünellerimizde dolaşıyorduk. Yorgun mesailerin dumanını tüttürüyor, kendi gündemlerimizin dış mahallelerinden sohbetler ediyorduk.

Bıyıkucu bir alaycılığa şahane bir boşvermişlik yüklediği tonda sıralıyordu aşk sözcüklerini sahnedeki kadın. Kısacık boyunun aksi bir gümbürtü ve heybet fışkırtıyor; her bir masada çoğalarak masalardakileri tek tek ele geçiriyor, herbirini dumanı tüten hikayelerinde gezdiriyor, uçan halılarına bindirerek kendi düşlerine yolluyordu. Bütün bu koyvermişliği bozan, masadaki sigara paketlerinden birinin yanına bırakılmış telefonun yarattığı titreşim ve kötü haber müjdesi gibi yanan ekranı oldu. Telefondan gelen her bir sözcükte daha da soğuyan bakışlarını masaya göndererek kapıya doğru yönelenin işareti; rehavetin jeneriğine düşen 'son' yazısı oldu.

Dışarının ayazı suratıma vurduğunda montumu üzerime geçirmiştim. Soğuk bir betonun buzu gibi vuruyordu gecenin ayazı... Kanımın sızladığını, ve damla damla sarmaş dolaş ruhların adımladığı kaldırım taşlarına dökülüp donduğunu, telefondan gelen her bir sözcükle içimin çekilip daha da soğuduğunu hissediyordum.

Olay yerine vardığımızda yeteri kadar bilgilenmiştim. Sevgilinin üzerine uyumuş gibi yatan bedenin mutlu gözlerine takılıp, kafamı sekizinci katın ışıkları yanmış camlarına kaldırdım. Elindeki bir tek gelinciğe yapışıp kalan gözlerimi geri alarak, hızlı adımlarla asansöre yöneldim. Dairenin kapısından girdiğimde duvardan gülümseyen kadının bakışlarındaki anlama asılı kaldım. Açık balkon kapısından geçip aşağıda yatan; kalabalık ve meraklı soruların önünde bütün aleniyeti ile aşkına sarılmış, bıkkınlığının tutunduğu saçların kokusuna gömülmüş, dudaklarındaki sıcaklığın dumanıyla gecenin buzlarını çözen bedenin huzuruna baktım. Balkondan odaya döndüğümde, işaret edilen bilgisayarın açılmış sayfasından dökülen satırların içinde kayboldum. Sonra onların herbirini toparlayıp yanıma aldım.

Aşağı doğru inerken, meraklı ve panik dairelerin herbirinin balkonunu titizlikle kontrol ederek; düşerken, her bir balkonun korkuluğuna çarpan elinin bıraktığı çiçekleri, sağa sola dağılan her bir kelimesiyle birlikte tek tek toparladım. Olay yeri inceleme naif ve sevgili bedeni soğumasına izin vermeden kocaman bir aşka saygının el sallayışı ile balayına doğru uğurlarken; çekilen fermuarın aydınlığa kapanışı anındaki yüzün yardım isteyen son gülüşüne 'merakın olmasın' gözünü kırptım. Ceset torbası ambulansa doğru taşınırken; ben, şaşkın ve yorgun gözlerinde damlalar sıralı genç kadının hüzün yüklü ellerine bıraktım; toparladığım tüm kelimelerini ve çiçeklerini...

Konuşabilme; aynı şeyleri konuşabilme adına eksik kaldığımı biliyordum. Konuşmasız, neşesiz, en çok da sırdaşsız müebbet günlerin avuntusuydu hissettiğim. Bu yüzden sana geldiğimde zaten, 'bir karşılığım var ve bu çok güzel' duygum tamdı. İnan seninle öpüşürken hissettiklerim çok güzeldi. Saftı. Temizdi. Ben senin duygularına karşılık verme çabasındaydım. Bana sunulanın
şaşkınlığı içindeydim. Müthiş güzeldi herşey... İnan, büyük bir hayranlıkla izliyordum her anı...

Kafasında, benzer sahneleri kendini acıtmasın diye gömmüş bir adam açısından sunulanın neler hissettirdiğini anlarsın sanırım.


Ama ben, içinde aşk duygusu olan, karşıyı insanca da önemseyen, ona çok ama çok özel
değerler veren biri olduğum için; ilişkinin biraz daha beslenmesi gerektiğine inanan da biriyim. Yaşadığım pratik bu! Çünkü; özel biriyle sevişmekle, sadece sevişme arzusuyla ve onun önceliği üzerine kurulmuş bir ilişkideki sevişmenin ardından bıraktığı duyguyu biliyorum. Sen arzulanmaması mümkün biri misin benim duygularıma sahip birisi için... İnan o şehirde, daha öncesinde farkedemediğim kadar tanıdık olmuştun benim için.... Bunu samimiyetle itiraf ediyorum. Döndükten sonra her sahne gözümde ve algımda yer etmeye başlamıştı.

Evet, bütün duygularımın ve arzularımın bana geri döndüğü bir süreçti bu. Ergen dönemlerinde bazı şeyleri öğrensin diye küçüğe yön vermeye çalışan büyüklerin çabaları esnasında karşılaşılan ilişkilerin niteliği nasıl belirleyici oluyorsa ileriki yaşamında; bu süreçte, benim duygularımın en güzel, en doğru, en benden haliyle geri dönmesi açısından müthişti. Çünkü bunları bana döndüren çok güzel ama çok güzel bir kadındı. Evet; o kadına, kendini savunan alt duygularımın engelleri ve bilinçaltımda geride kalana duyulan ihanet duygusunun ezilmişliği ile bunu tam söyleyemedim belki... Belki bir çok şeyi tam hissettiremedim. Ama ona sevgilim demeyi çok istedim. Belki sürdürülebilseydi bu ilişki, sen benim için, eğer o sözcüğün bir zirvesi varsa tam da o yerde bir sevgiliydin.

Bazen düşünürüm; bazı şeyleri yalanda ya da söylenmemiş bir noktada bırakmak mı gerekir. Dil eksik kalmalı mı bazen bir noktada...


Çünkü ikinci kez gördüm ki; karşıyı kollamak adına da yapsan, bazı sözcükler, kendini tam ifade edememe halleri, iyi niyetle de olsa söylenmemesi gerekenler: kepenk kapattırıyor. Ve kaybediyorsun. Hem de çok güzel bir şeyi.

Belki o yarım bırakılmış güzellikleri yaşatanlarda, aynı zamanda sana kaybettiren o özelliklerin.

Ama sonunda buruk bir halde, yaşadığın çok güzel ve çok özel anların yitirilmiş olma duygusu ve onların bir tekrarının olmadığını biliyor olmanın acısıyla, hani tam da senin dediğin gibi; çok sevdiği oyuncağı bir şekilde elinden alınmış çocuğun hissettikleriyle kalıyorsun. Hiç erkekliğe, onun kendini savunan hıyar direnişciliğine gerek yok. Kaybettiğimin ne olduğunu biliyorum. Ve yaşadığım herşey, her saniye, yazdığım her yazı, her anın muhteşemliği için sana teşekkür ediyorum; hem de çok...


Ve bu çok özel, çok adlandırılamamış ilişkinin içinde; gerilim, kızgınlık ve acıtma anları dahil -adına aşk denen bir çok ilişkiden daha- aşk izleri vardı. Ama özlemlerde kaldı. Senle bir gün bir film izlemeyi, yine senle kitapçıları dolaşırken senin için orada rastladığım ve bildiğim bir kitabı almayı, sonra güzel bir yere yürüyüp orada otururken sana o kitaptan bölümler okumayı çok isterdim.

Seninle zamansız bir sevişmeyi, benim mekanlarımda zaman geçirmeyi: çok ama çok isterdim. Seninle en sevdiğim mahallede, müzikli ama serseri bir barda, sarhoşluğun sınırında,
bedeninin her noktasını hissederek dans etmeyi, ve bir gelecek üzerine konuşmayı çok isterdim. Seni seviyorum. Hayatında geriye doğru pişmanlık anlamında keşkeleri olan bir adam olmadım hiç bir zaman. Hatalarımla da barışık ve onlarla yüzleşen bir adam oldum hep.

Ve sana çok içtenlikle şunu söylüyorum: seninle birlikte olduğumuz süreçte keşke yapmasaydım dediğin şeylerin pişmanlığını sakın duyma. Seni çok iyi anladım. İçin her anlamda rahat olsun. Yaşattığın herşey için sana sonsuz teşekkürler ediyorum. Seni çok ama çok seviyorum. İyi ki seni tanıdım. Bana aynaya baktığımda; yüzüne su atıp, saçlarının dibi ıslak hayatın göbeğine kılıç sallayan çocuğun döndüğünü gösterdin. Bana cennetin var olduğunu yeniden hatırlattın. Sağol
Görsel: Neslihan Öncel- Wedding

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP