12 Eylül 2009 Cumartesi

Derin Darbe

Evvel zaman önce bir mışlı ülkede; daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış gençler varmış.

Yine bu mışlı ülkede, kendileriyle aynı yaşta ama farklı görüşteki akranları tarafından sıkıştırıldıkları okul duvarlarında demirlerle, tekme ve yumruklarla kafaları parçalanarak, bazen adres sormayan kurşunlara hedef olarak ölüme gitmiş arkadaşlar varmış.

Bu çocukların bir kısmı, önce farklı görüşleri yüzünden birbirine düşürülmüş. Sonra, siz suçlusunuz denilerek sadist bir keyifle aynı koğuşlara konulup, orada birbirlerini yemeleri istenmiş.

O koğuşlardaki kaçınılmaz kavgalar sonucu huzuru bozansınız diye cezaevlerinin işkence odalarında en aşağılayıcı küfürler eşliğinde ıslatıla ıslatıla dövülmüşler; kanlarına tuzlar basılmış.

O mışlı ülkenin büyük şehirlerinin, küçük şehirlerinin, küçük büyük kasabalarının, büyük küçük karakollarının küçük odalarında birileri; eşleri, kız kardeşleri, nişanlıları yan masalara yatırılmış bir ahlaksızlıkla sorgulanmışlar. Filistin askılarından, taze taze suçlar giydirilmiş cılız cılız bedenlerine...

Mışlı ülkenin mışlı hapishanelerinde, gecenin uykuda bir vaktinde, bayram tatiline yetişeyim keyfindeki savcılar tarafından, adam yerine konmaz ifadeler alınmış...

Bu mışlı ülkede, içlerindeki ülke aşkının genç heyecanları kullanılarak kurşun attırılmış, dernek başkanlarının kişisel alacaklarının tahsili için karşıt görüşlü oldukları söylenen borçlularının katili olmaya gönderilmiş gençler de varmış.

Mışlı ülkenin mışlı gençleri birbirinin gırtlağına sarılırken, yıllar sonra aynı acıları çekip günlük hayatlarına döndüklerinde, hikayelerinin ne kadar benzer olduğunu farketmişler.

Mışlı ülkenin mışlı gençleri yazdıkları metinleri miting alanlarında sahiplenip hava atan (ego) hevesli bazı abilerin üç beş cümlelik klişeden öte gitmeyen ideolojik ahlakının: Aslında masalara gencecik kızları yatıran işkencecilerden pek farkı olmadığını da görmüşler.

Ve o ülkede her seferinde, saf kalplerinin çıkarsız inanmışlığıyla ezilenler için başkaldıranlar ölmüş. Kötüler, ceplerini paralarla dolduran bir satılmışlık sergilerken, bedenlerinin bir parçasını işkencede bırakanlar da nedense hep masumlarmış!

Ve birileri o ülkede, önce insanların siyasal ayrılıklarını körükleyip, sonra, etnik ve inanç farklılıklarının üzerine benzinler döküp kıyımlar yaptırmışlar.

Kapıları bir gecede işaretlenip, mışlı kentlerde evleri cayır cayır yakılıp, kafalarına kurşun sıkılanlar da o ülkedeymiş.

O ülkede, insanlar parmaklarla işaret edilip; katil kurşunlara, bombalara adres yapılmışlar. O ülkede; mahalleler, sokaklar, okullar, ayrıştırılmış.

O ülkede; bizden olmayan okulda okuyorlar diye, bizden olmayan mahallede oturuyorlar diye, bizim okuduğumuz gazeteyi okumuyorlar diye, bizim dinlediğimiz şarkıcıyı dinlemiyorlar diye damgalar basılıp ölümcül cezalar kesilmiş gencecik bedenlere...

Sonra günlerden bir gün birileri birilerine, alın bu ülkenin yönetimi sizin demiş. O birileri o mışlı ülkenin mışlı halkının hafızalarını silmiş. Mış tarihinden sonra doğanların hafızalarına yeni programlar yüklemiş. Ellerine yeni oyuncaklar tutuşturup; ''Düşünmeyin! Biz sizin yerinize düşünürüz,'' demiş.

İşte o gün, tam 31 yıl önce bugünmüş.

ilk yazılış tarihi 2007'de Hotel Rwanda'nın hatırlattıkları başlığı ile bu blogda yayınlandı.

Görsel, Kanada Montreal'de yaşayan ressam Paolo Conti'nin "A season in hell" adlı tablosudur

11 Eylül 2009 Cuma

İlk Taşı Kim Atsın

Son günlerde yaşanan felaketin ardından yağmacılara karşı lanetler okuyan toplumsal duruşumuz ve özellikle medyanın duyarlı tavrı karşısında gözlerim yaşardı. Hatta bu kalkışmayı, bu dimdik direnişi, bu toplumsal mutabakatı tüylerim diken diken izlerken, ''her şerde bir hayır vardır,'' cümlesinden yola çıkarak; en azından gelecek günlerimiz için, içimde sevinç kıvılcımları çakmaya başladı.

Mesela, aklımıza gelecek her türden televizyon yayınında araya koyulan ve binbir hileyle yok tek reklam, yok doğrudan satış, yok bilmem ne diyerek tanımlanıp izleyicinin anasını ağlatan uyanıklıklar ve benzeri cinliklerle bezenmiş programlarda yağmalanmaya duyarsız kalan insanlarımızın, bundan böyle sessiz kalmayacağını düşünüyorum. Ülke sivil sermayesinin büyük bir bölümünün devletin yağmalanmasıyla elde edilmiş olduğunun hatırlanacağını ve bundan öte, bu fırsatların kimseye tanımayacağını, yetim hakkının hesabının da hep sorulacağını hissediyorum. Bu duruşu bir milat kabul edip, bundan sonra tek tek yazsam sayfalar almaz çeşit çeşit yağmalanmaların hepsinde, bu dik tavrın ve duyarlılığın gösterileceğinin umuduyla gözyaşlarımı tutamıyorum.

Bir yandan da, bir türlü gem vuramadığım şüpheci yanımla; sanki, her birimiz elimizden geldiği ölçüde ve fırsatını buldukça, herhangi bir yağmanın bir şekilde ortağı olmamış ak pak, yurtsever, ahlaklı insanlar sahteliğiyle televizyon ekranından önümüze koyulanlara bas bas bağırıyoruz diye düşünüyorum.

Hani şu meşhur hikayedeki gibi biri çıksa, içinizdeki en günahsız kimse ilk taşı o atsa dese, nasıl bir tablo çıkar ki ortaya? Hani bir suça sessiz kalmanın da, bir anlamda o suça iştirak etmek olabileceğinden yola çıkarsak, ne kadar masum olabiliriz ki yaşamlarımızda?

Bir de şunlara şaşıyorum: Aslında dünyanın pek çok ülkesinde, gelişmiş batı toplumları dahil benzer hallerde benzer yağmalamaların yaşanıyor olmasına rağmen, sanki sadece bizim ülkemize özgü bir tavırmış gibi davranılmasını anlayamıyorum.

Ve elbette, bir sürü adaletsizliğin hüküm sürdüğü bu ülkede onca yoksulluk varken, sadece kıyafetleri ve statüleri daha yukarıda diye zengin yağmacılara susulurken; o yağmacıların önemli bir kısmının iletişim araçlarından sunulanlardan yola çıkarak ortaya koyulan bağrış çağrışa bakıp; bu ahlaksal durumun bile siyasallaştırılarak, bunun insana dair bir ahlak sorunu olduğunun görmezden gelinmesine, suçların bazı etnik kimliklere yüklenme çabalarına da ne diyeceğimi bilemiyorum.

Şu veciz sözler: ''Devletin malı deniz yemeyen keriz... Bedava mal (sirke) baldan tatlıdır. Nerde beleş git oraya yerleş.'' bu ülke kültürüne ait değil mi? Hadi biraz daha ileri gidip şunu da söylesem beni yakar mısınız? Yağmalayanın malını yağmalarlar!!!!*

*Dört ünlem, bir ayrımın iyi yapılabilmesi için özellikle koyulmuştur!

Görsel: Videlec org.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Felaketim Olur Ağlarım...

Basın toplantısında Kadir Topbaş'ı izliyorum. Toplantının geneline baktığımda söylediklerinin içeriğinden çok, onda simgeleşen genel Türk insanı ve özellikle sorumlu konumda olan Türk insan tavrına bakıyorum. Buradan yola çıkarak, genel siyasetçi tavrımızla birlikte, her olaydaki ideolojik yaklaşımlarımızın dilinden dökülen klişe sözcüklerimiz ve olaylar karşısındaki saf tutuşlarımız üzerine düşünüyorum. Olağandışı bir felaket yaşandığında hala ortak bir payda üzerinden sorunun çözümüne katkı veren çabalar ortaya koymak yerine; öncelikli olarak, her seferinde, olayları tuttuğumuz safla doğru orantılı bir şekilde güncel siyasete malzeme yapma halimize acıyorum: Kadir Topbaş'ın ağzından dökülen ve meali ''böyle bir günde bile siyasi rant sağlamaya çalışan ve zaten siyaset uslupları hep budur.'' diye devam eden, öfkeli ve kendini savunmaya yönelik ve de eleştirdiği tavırdan hiç bir farkı olmayan kelimelerden oluşan siyasi cevap şeklindeki saldırgan ve sinirli giriş cümleleri yüzünden...

Basın toplantısının ilerleyen dakikalarında, Kadir Topbaş'ı dinlerken; bir an, onun Büyükşehir Belediye Başkanı değil de, sorunları ortaya koyma noktasında ağzından bal damlayan entellektüel bir insan olduğu duygusuna kapılıyorum. ''Biz insanlar yaratıyoruz'' diyor ''bu felaketleri; doğayı kirleterek ...'' ve ekliyor; ''Yüksek teknoloji kullanırken, bu anlamda tesisler kurarken, gerekli çevre etkilerini gözetmiyoruz; kendi ticari hedeflerimiz, çıkarsal önceliklerimiz uğruna umarsızca doğayı tüketiyoruz.''

Olay bölgelerini helikopterle dolaşırken, Bahçeşehir arkasında bir vadiye dökülen kaçak toprakların vadinin ağzın set oluşturduğundan, bunun da olası bir selde bir baraj görevi yapıp göl oluşturacağından, bu gölün de Bahçeşehir'in yarısını götürebileceğinden söz ediyor. Sonra insanların, yani hepimizin sebep olduğu çarpık yapılaşmanın ve çevre kirliliğinin sonuçlarından biri olarak ekolojik dengenin bozulduğundan, bunun sonucunda da bu dengesiz yağmurların oluştuğundan, ve bu nedenle de bu çapta felaketlerle karşılaşıldığından söz ediyor. Ve bunun uzun yıllara dayalı yanlış yönetimlerin, ihmallerin bir sonucu olduğunu söylüyor. Buna benzer, herbirinin altına imzamızı atacağımız çok güzel sözlerle, serzeniş tadında devam ediyor basın toplantısına... O da, tıpkı benim gibi, sanki olayların dışında biri edasıyla, belki de derin suçluluk duygusunun savunusu bir ruh haliyle sadece konuşuyor. Kendini hala seçim meydanında siyaset savaşı veren kahraman sanıyor, seçimi ikinci kez kazanıp koltuğa oturduğunun farkında değil!

Oysa tüm bunları bir kenara koyup, en azından bir sonraki felakette bir yararı olur diye; kendi bastırdıkları, çocuklara yönelik, selin nedenlerini ve felaket öncesi yapılacakları anlatan, mesela televizyonlardan meteorolojik uyarıları aldıklarında; özellikle dere yataklarında yaşayan insanları daha güvenli ve yüksek yerlere götürmek gibi, ya da oralardan tahliyelerini yağmur başlamadan önce sağlamak gibi basit önlemlerden söz eden kitapçıktan, oradaki uyarılardan bir iki cümleyle de olsa söz etse... Ya da, mesala şu gün bile olsa, o kitapçıktan daha çok bastırıp insanlara dağıtsalar... Elbette bugüne kadar okumadıkları belli olan ilkokul dördüncü sınıf ve üzeri öğrenciler için Kızılay tarafından hazırlanmış bu kitabı; ''bilmemek ayıp değil; öğrenmemek ayıp:'' vecizesinden yola çıkarak oturup okusalar... Daha yararlı, ona buna laf yetiştirmekten daha ötelerde ve çözüme dönük bir iş yapmış olmazlar mıydı?

Şimdi önümüzdeki günlerde neler olacak bir bakalım: Mimar odaları yetkilileri çıkacak ekranlara... Dere yataklarının ranta açılmasından ve buradaki çarpık yapılaşmadan bahsederken, bataklıkların kurutulup o alanlara siteler yapılmasının ekolojik dengeyi bozduğundan, bataklıkların yağmuru emme özelliklerinin ortadan kalkmasıyla da bu felaketlerin yaşandığından söz edecekler. Siyasete ve belediyeye giydirecekler bu fırsatı ganimet bilip; ve yukarıdan aşağıya... Tüm bu alanların üzerindeki yapıların herbirinde bir mimarın ve mühendisin imzası olduğunu görmezden gelerek...

Anlı şanlı 'bir bilenler', çeşit çeşit akademisyenler, değerli medya mensupları olayın sonuçları üzerinden engin bilgilerini ortaya döküp, kendilerini tv ekranlarından parlatmanın keyfini sürecekler... Ve tüm bunların ve muhalif siyasetçilerin laf seli silip süpürecek ortalığı... Sanki dere yataklarına yapılaşmayı benim engellemem gerekiyormuş gibi... Ya da sahilleri doldurup yerleşim alanları yaratan benmişim gibi... Bataklıkları kurutup, denizleri doldurup inşaat alanı haline getiren benmişim gibi... Ve sanki benzer şeyleri daha önce hiç yaşamamışız ve benzer cümlelerle benzer önlemleri daha önce defalarca konuşmamışız gibi...

Bugün şuna kesin inandım; belediye başkanları bizden masum! Aslında, en çok onlar nedenlerin farkında ve sorunları çok iyi biliyorlar! Bir de bizi en azından oy uğruna da olsa düşünmekten vazgeçip, icraata geçtiklerinde işlem tamam... Sadece biraz daha sabır... Başaracaklar... Hepimizi toptan sele kaptırdıklarında. Şu meşhur, ''Okullar olmasaydı'' diyen Milli Eğitim Bakanı anektodundaki gibi..

Ve bu tür felaketler 80 yılda bir olur diyenlere cevabı da, öngörüsüyle çakıyor Mimar Sinan; Büyükçekmece'de dimdik ayakta duran köprüsüyle... Çağdaşlarmış, hıh!..

8 Eylül 2009 Salı

Türkiye - Litvanya Maçı Üzerine Bir Yorum



Efes Cup, fazla uzatmadan söylersek: "berbat" geçmişti bizim için. Ne giren çıkan belliydi, ne ana rotasyonumuz, ne de savunmamızın sertliği. Efes Cup'tan sonra herkesin aklındaki plan şuydu: Litvanya'yı yenersek, bizim için işler iyi gidecek. Yenilirsek de, bir önceki Avrupa Şampiyonası tekerrür edebilir.(Hani şu İspanya'da sadece Çek Cumhuriyeti'ni yenebildiğimiz, hatırlanmak istenmeyen turnuva) Daha doğrusu yenilebilirdik, fakat Jasikevicius'suz, Macaijuskas'sız, Siskauskas'sız- ki üç oyuncu da, ilk beşin ana kısa silahları- Litvanya'ya yenilmek koyardı açıkçası...

*********

Maça 4-0'la ve daha da önemlisi doğru oyunlarla başlamamız (örneğin uzun tartışmaların ardından sonunda maça 4 numarada başlayan Ersan'a, tepede şut yaratmadaki başarımız ve Litvanya'lıların pick and roll'lerine karşı savunmadaki gayretimiz) hem maçı izleyen bizlere, hem de sahadaki 12 dev adama büyük moral verdi.

********

İlk yarıdaki en önemli sorunumuz, pota altındaki mücadeledeydi. Özellikle kötü gününde olan Semih'in ve maça biraz tutuk başlayan Ömer Aşık'ın, fizik açıdan güçlü Litvanya pota altıyla "yetersiz" mücadelesi, "yeterli" performansı gösterememesine neden oldu takımımızın. Fakat Oğuz Savaş bu aralıkta, dört gözle beklediğimiz itfaiye gibi duruma müdahale etti ve Litvanya'lıların pota altındaki ateşini "tamamen" söndürdü.

Macarsalatası.blogspot
Bazı paragraflarını buraya taşıdığım bu yorumunun tamamını okumak isterseniz buradan lütfen

6 Eylül 2009 Pazar

"YABANCI" laşmak...

Hep adını duyduğum bir kitaptı: "Yabancı"... İnternetten kitap satışı yapan sitelere, bu aralar çıkan ne var ne yok diye baktığımda; hep çok satanlarda olurdu. Kitapçı raflarında gözüme çarpan ilk kitaplardan biriydi her zaman. Yeri her kitapçıda en afilli köşedeydi yani. Hatta geçenlerde gecenin bir saati şans eseri takıldığım bir filmde bile, başrol oyuncusunun okuduğu kitap yine zat-ı alleriydi...

Geçen gün internetten verdiğim kitap siparişi sonucu, diğer 7 kitapla birlikte elime geçti sonunda. Kendisiyle şahsen tanışma şerefine erişmeden önce hakkında bildiklerim: Yazarı Nobel ödüllü Albert Camus'nün, kitabın kaleme alındığı dönemin gözde akımı "varoluşçuluğun" Sartre ile birlikte babalarından biri olduğu, birçok kişinin kitabı okuduktan sonra idolü olduğunu söylediği şu "ünlü" Mersault karakterinin olayların merkezinde yer aldığı, genelde de karanlık, umutsuz bir içerik taşıdığı; ve bu yönüyle genelde eleştirmenlerin kafkaesk bir üslup olarak tanımladığı (benimse -gıcıklık değil mi- düpedüz Kafka özentiliği olarak tanımladığım!) bir yapıda kurulu olduğuydu. Birde kısa olduğundan dolayı, diğer 7 kitabı da sığdırarak yaptığım planlama sonucu, ilk olarak kendisini okumaya karar vermiştim. "Bu kadar sattığına göre kolay okunuyor, yoksa bizim milletimiz sevmez edebi fırtınaların koptuğu, derin manalı kitapları okumayı" diye düşünerek kurduğum mantığa aldanarak!

Şimdi bakalım "Yabancı"nın benim üzerimde bıraktığı etkiler neler olmuş:

Bir kere "Yabancı" için söylenmesi gereken ilk şey, mükemmele yakın bir anlatım dilinin olduğudur. Sizi yaz güneşi altında terletirken de, küçük bir dairenin karyolasında oturturken de, mahkeme salonlarında yaşanan "normallikleri" sorgulatırken de; her an sayfaların içine çeker, baş kahramanımız Mersault'un aracılığıyla. Yani kullandığı yazınsallıkla olayları gözünüzde aynen sahneletir. En azından "Bende aslında böyle düşünüyorum"'u verir bir paragrafında da olsa. Kitapla ilgili yapılan yorumlarda ilk belgelenen, kitabın anlatmak istedikleri ve verdiği mesajların derinliğidir belki. Ancak bu kadar etkin bir dili olmasa, bu aktarımı bu kadar başarılı yapamazdı bence. (Bunda çevirinin de payı olduğu tartışılmaz)

Bir diğer önemli nokta, size sürekli bir başka bakış açısı sunmasıdır sayfaların. Bir topluma yabancıdır Mersault; fakat toplumunda bir bakıma ona yabancı olduğu ihtimalini, kendisi dışında hiçbir karakter aklının ucundan bile geçirmez kitap boyunca. Ya da yargılayan kişiler için çok kolaydır ona damgayı vurmak. Fakat kimse onun davranışlarının altındaki "asıl" nedeni aramaz, benliğine ulaşamaz. Sizde okurken bu yüzden sürekli acı çekersiniz. Yani Mersault hem başlı başına bir saçmalıktır, hem de savunduğu fikirlerle gerçekliğin ta kendisi!

Kitabı en son aklımda kalanlar itibariyle, bu düşüncelerle noktaladım. Verebileceğim diğer ipuçları ise zaten, edebiyat eleştirmenleriyle aynı paralelde. Bu yüzden tekrarlamaya gerek duymuyorum.

Bir günde bitirmek üzere tasarlamıştım kitabı; fakat bu düşüncem tutmadı. Çünkü "Yabancı"nın zihnimde yarattığı düşünce karmaşasının (tatlı bir karmaşaydı bu) etkisinden bir an için kurtulup saate baktığımda, kitabı elime aldığımdan bu yana yalnızca 3 saat geçtiğini farkettim! Buna kitabı bitirdikten sonra, ne kadardır hakkında kafa yorduğumu bilmediğimi eklersek, süre daha da azalır. (Tabi aralıksız okumak şartıyla) Ve eminim bunun başına geldiği ilk kişi ben değilim, sonuncu da olmayacağım. Toplum(lar) varlığını korudukça, Yabancı hep "kült" kitap olarak anılmaya devam edecek. Sürekli çok satanlarda yer almasının sırrı çözülmüştür yani...

Bir Not: Bu arada kitabın genel kurgusuyla kafkaesk bir anlatım taşıdığı külliyen yalanmış. Çünkü ne kadar "gerçeküstü" gibi görünse de olaylar, dikkatli bakıldığında "gerçek dışı" hiçbir ayrıntı barındırmamakta..

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP