3 Ocak 2012 Salı

KAR

Ben elime ne vakit acı kahvemi, sırtıma şalımı alıp, tümörlü, üvey annesinden dayak yiyen ve geceleri yastığını gizli gizli kanatan bir çocuğun genellikle çok acıklı, masmavi sesinden şarkı dinleyerek pencereden dışarıyı seyrettiysem mevsim kıştı. Kış öteden bu yana hep miladi, tanıdık, sessiz bir ölümü getirdi, bahar yeniden doğuşu, yaz yaşamı, güz hastalığı…

Ben her bir başka yaşıma girdiğimde de mevsim kıştı. Kutlamalar, akşam 10 dan sonra başlar, babamın eve gelmesini beklerdim, evrak çantasını kapının köşesine koyar, tırnak uçlarımda yükselip yanaklarını öper, "Hatırladın mı?" derdim. O zamanlar bütün pastalar meyveliydi. Tabii tüm bu çok hevesli, çocuksu, vikvik hallerim 8-10 sene önceydi. Şimdiyse yılın aynı gününün akşam 10 dan sonralarını bir iki yakın, gerisi, gereksiz, samimiyetsiz, ukala tanıdıkla ve birkaç çeşit alkollü içeceğin eşliğinde kesilen çikolatalı pastalarla geçiriyorum.

Ve artık yaşım kadar değil sadece bir mumu üfleme hakkı veriliyor.

Adet kanaması kıvamında, boğazımda balgam tadında geçen günlerimden pişman değilim. Umduklarım bulduklarımdan fazlaydı, notlar hayal kırıklığı üzerinden AA ydı. Kalbimi Alman malı 40 yaşında bir torna tezgahına kaptırdım. Tereddütlerim rulmanlardı hemen hemen her yere lazım… Toz, is ve yağ içimdeki atölyenin genel halindendi. İşledim, deldim ve parlattım elimdekileri, her yerde çelik gibi bir ağlayıştı gürüldeyen… Güldüğümüz olmadı mı? o da molalarda içilen sigara eşliğindeki çaydı. Bu yüzden çayı da demliği de bir başka benimsedim.

Ben bir işçi emeklisinin gömlek cebinde unuttuğu mendilim. Yaşamaktayken karısının, akşamları el deterjanıyla, leğende sıcak suda çitilenişimi bekledim…

Geceleri, papazın ızgaralı bölmesinden beni dinleyip dinlemediğini merak ederek geçirdim, bir günah çıkarma merasimi sırasında.

Tövbeden alnım secdelerde ıslandı, asalı bir evliyaydım ama kimse cenneti müjdelemedi ki.

Bu sene bahçemdeki tüm zakkum ve nergislerin, kafir ve mümin yanlarımın, etimin ve kemiğimin ve medcezirlerim üzerine kar yağması dileğiyle, yeniden doğuşa, bahara…

2 Ocak 2012 Pazartesi

Mix Of The Year: 4 ü 1Arada

Adela, Rihanna, Britney, Taio Cruz ve dahası...

1 Ocak 2012 Pazar

Envanter

"Evet, bir süredir yeni yıl 2011'i öteki yıllardan daha farklı bir heyecanla bekliyorum. Hayatımda bir yılbaşında ilk kez tüm zamanlarımdakinden daha coşkuluyum. İçimde, yeni yılla ilgili tarifsiz sevinçler var. Ve biliyorum ki; eğer ölümler ya da çaresiz hastalıklar olmazsa, benim ve kocaman ailem için şahane bir yıl olacak.."  demiştim, geçen yılki Yeni Yıl Konseri yazısının içinde... Tümüyle öyle bir yıldı.

Üstelik 2012'ye sarkacak, onun ilk yarısında hayata geçirilecek, yılı yıllara taşıyacak güzelliklerin müjdeleri de asılmıştı çam ağaçlarının dallarına... Sarılı -morlu, kırmızılı- pembeli, mavi, yeşil ışıklar pırıl pırıldı. Geleceğe taşınacak güzelliklerin tüm müjdeleri bize, biz onlara göz kırpıyorduk. Umutlar, hevesler, coşkular, hayaller her bir sözcüğümüzde ışıldıyor, birbirimizin sözcüklerine yansıyor; çoğalıyor, çoğalıyor, çoğalıyordu.

Parıldıyorduk.

Bu yılbaşı planlarımız farklıydı. Bir arada olmayacaktık. PTT takılmak beni heyecanlandırmıştı. İki bira, zeytinyağlı cips, kuruyemişle kanepeye uzanma planımı sevmiştim. Ayaklarımı kanepenin kolçağına uzatacak, televizyon keyfi yapacak, bloglarda dolaşacaktım. Çok hevesliydim.


İki gün önce Yeni Yıl konserindeydik. Şıktık, fuayede neşe saçıyorduk. Çok eğleniyorduk, çok eğlendik. Güzel bir yazı planlamıştım konser üzerine... Tırtıl ve Naz'la yaptığımız yorumların neşesini saçacaktım satır aralarına... Büyük bir sopranonun altını çizecek, birlikte fark ettiğimiz nüansların güzelliklerini aktaracaktım. Bu yıl da, gelecek yılın kaymaklı dondurmasını erkenden yiyen mirasyedi  gülücüklere rastlanacaktı satır aralarında... ama kursağımıza taktı birisi.

Tırtılın pastasını alırken, bira konusunda tereddütteydim. Ona çikolatalı ve kestaneli pastasını bırakırken biradan vazgeçtim. Hatta bir şey içmekten de...

Arabeske vurup, akıp giden zamana bir not olsun diye, kara bir yazı, kapkaraya boyanmış, içinde tek  kelime  olmayan bir post bırakmak istemiştim, yılın son dakikalarına...

Güldüm.

Sonra dizlerine yatıp, kafamı karnına gömüp iki kelam etmek istediğim ses karayı çekip pembe yaptı.  Umut kafa kaldırdı, gelecek yılın kaymaklı dondurması baskın çıktı.


Kadehimi çalkaladım. Şarap; kadehin duvarlarında uçan motosiklet oldukça, ben renklerini kokladım; geçmişten ve gelecekten. Bir öpücük yolladım, ona ve hayata.

Şarap, güzel bir uyku, kulağımda asılı ses kaldığım yerden devam ettiriyor. Öncekinden daha güzel bir yıl olacağını biliyorum. Sayımı yaptım kalan kârı yeni yıla devrettim.

Madem ki kaldığımız yerden ve üzerine koyarak devam ediyoruz; o zaman  ben susuyorum. Önceki yılın son cümleleri konuşuyor:

"Dilerim herkese; mutlu, ama çok çok mutlu, içinde bir sürü bonusun saklı olduğu, yollarınızın o bonuslarla kesiştiği, güleryüzlü, yeni, yepyeni bir yıl... Kutlu olsun efendim, gelip -bazen-yazılarınıza yorumlar bırakamasak da hepinizi-tüm samimiyetimle söylüyorum ki- çok ama çok seviyoruz."

31 Aralık 2011 Cumartesi

Dokunmayın Noel Babaya

Noel baba üzerine kapitalizmin bir ürünü olmaktan başlayıp din propagandasının yapıldığına kadar -günümüzde olduğu gibi- bir sürü şey konuşulur. Oysa, onun ve benzer varlıkların ne olduğuna, neyi nereye kadar götürebileceğinize, nasıl algılayacağınıza karar veren sizsinizdir.

Eğer kapitalizmin tüketim yönünde bir oyunu ya da düzeni algısıyla bakacaksak; zaten her gün, Noel Baba gibi bir dayanak olmaksızın da reklamlarla beyinlerimize girilip gerekenler yapılıyor. Ben de istersem bu yazıda yılbaşı ve Noel Baba üzerine, ideolojik alt yapımın birikimiyle çok şeyler yazabilirim.

Birileri Noel Babayı ticari anlamda kullanabilir, birileri bunun bir din propagandası olduğunu söyleyebilir. Ben, tüm bunların dışında kalarak, onda simgelenmiş yardım etme, çocukları sevindirme işlevini yerine getirişi ve kızaklarıyla birlikte bütün çocukların algısındaki halini severim.

Küçük bir çocukken aklımda varlığını hep sürdürmüştür. Süslü çam ağaçlarını sevmiş, imrenmişimdir. Bizim yaşamımıza Noel Baba gerçek anlamı ve işlevi ile Mussano'yla, biraz da kendi özlemlerimizden de yola çıkarak istediği treni Noel Babanın getireceğini söylediğimiz bir yılbaşı gecesinde girdi.

Gece boyu sürekli şömineyi kontrol edişi, her tıkırtı duyduğunda kafasını içine sokup bacadan yukarı bakışı, dile getirdiği sözcükleri çok hoştu. Tabii ki uygun saat geldiğinde tren kutusu şöminenin bacasına sıkıştırıldı. Uygun sesler, tıkırtılar yaratıldı.

Onun beş yaşına bile gelmemiş hali, yüzündeki heyecan, şöminenin içine dalışı, uğraşmalarına rağmen bacaya sıkıştırılışmış paketi oradan alamayışı, yardım istemeyi bile zaman kaybı sayan sevinci görülmeye değerdi.

Bu her yılbaşı tekrarlanan bir ritüel halini almıştı ki bir yılbaşı Noel baba bir türlü gelmiyordu. Mussano çocuk heyecanlarıyla bekliyor, beklemenin merakıyla ne yapacağının şaşkınlığında, ortamdan kopmuş ama ortamdaymış pozlarında ortalıkta dolaşıyordu. ''Noel baba gelmeyecek herhalde! " diye sordu. "Sanırız bu yılki felaketlerden dolayı paraları daha çok, belki de sadece o felaketleri yaşayan çocuklara ve Afrika'daki açlığa harcadığından, onların daha acil ihtiyaçları olduğu için, durumları çok daha iyi olanlardan bu yıl oyuncakları esirgedi" dedik...

Mussano daha bir şey sormadı ve içeri odasına gitti. Biraz sonra, kumbarasından çıkardığı bütün parayla döndü, paraların tümünü şöminenin içine bıraktı.

O içeri geçtikten bir süre sonra, Noel babanın tıkırtısı duyuldu. Mussano sese koştu. Şöminenin içindeki paralar gitmiş, yerinde ona yazılmış İngilizce bir not vardı. ''Bu ne? '' diye sordu. Ne ki diye alıp, şaşkın maskelerimiz yüzümüzde okumaya başladık.

Noel baba Mussano'ya teşekkür ediyordu; ve davranışının güzelliğine vurgu yapıyordu.

Bu olaydan bir kaç yıl sonra, Mussano'nun okumayı yazmayı yeni öğrendiği dönemde, ülkemiz deprem felaketini yaşadı.

Bir akşam, Mussano elindeki kağıtta bir banka hesap numarası ve tüm parasıyla "bunları bu hesaba yatırır mısın?" diye geldi. Bir miktar parayı onun adıyla o yardım hesabına yatırdım. O, belki unuttu ama onun adına yatırılmış makbuz hala bende saklı...

Ben kendi yaşamımda ve çocukların büyüme süreçlerinde şunu gördüm: Katı, reddeden, yok sayan, kendi ideolojik yaklaşımlarımızla ve onlara fark ettirmekten uzak tavırlarla çocuklara bir şey öğretmek zor. Onlarla paralel hareket edip doğru olanı fark etmeleri için kanallar açmak gerek. Mussano, Noel baba diye bir şey olmadığını bir iki yıl sonra fark etti belki... Ama o bekleme anlarının tadını, sevincini, coşkusunu hiç unutmadı.

Ne olur ki büyükler karışmasa, Noel baba çocukların görmek istediği yerde dursa... Ve çocuklar, hikayelerinde, akıllarında, dünyalarında fazlasıyla var olanın, bir çikolatayla da olsa tadını çıkarsalar.

Ne olur!

*ilk yayım tarihi 30-Aralık-2008

27 Aralık 2011 Salı

Sokağın Fısıltısı

Bir bayram arifesiydi ve dışarıda serseri bir bahar vardı. Karşıdaki sigara fabrikasından, makinelerin ahenkli sesleriyle işçi kadınların mahalleli konuşmaları geliyordu.
... Bayram alışverişine çıkmış insanların coşkulu telaşları; sokağa yayılmış satıcıların çağırtkan bağırışlarıyla, arabaların motor seslerine karışıyor, iki taraflı yüksek binaların daracık bir vadi yarattığı küçük caddede, alabildiğine neşe yankılanıyordu.
Havanın keyfiyle martılar, denizin kokusunu yanlarına almış, hastanenin bahçesinden çatısına, oradan karşıdaki Tekel binasına uçan, tütün kokusuna sarhoş güvercinleri ziyarete gelmişlerdi.
....açık kumral, parlak, kulaklarının üstünden içe doğru taranmış, yürüdükçe havalanan, özenle taranmış saçlarıyla sanki birazdan haberleri sunacak spiker makyajındaki sade şıklığını, iyi haberin yüzde yaratığı tebessümle sevdi. Güven dolu adımlarla, göğsünü gere gere yürüyüşünü,  sindire sindire ve kalbine kazıyarak izledi.
Olağanüstü bir kadın kokusuyla aydınlandı ortalık... Zaman akmayı bırakıp, kare kare bu anın fotoğraflarını çekti.


*Bir romanımsının ötesinden berisinden rastgelesinden...

*1 ve 2. resim Samsun'un Fransızlar tarafından kurulmuş eski sigara fabrikası; AVM olmak üzere düzenleniyor.
3. ve 4. resim eski Askeri Hastane; şu an Belediye Konservatuarı ve Kültür Merkezi olarak kullanılıyor.

26 Aralık 2011 Pazartesi

Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk

Dışarı çıktığımda içimde derin izler bırakan, dakikalar geçtikçe lezzeti artan, bende hemen ve coşkuyla yazma isteği yaratan bir oyun olmamasına rağmen; tiyatro sanatı adına farklı ve son derece lezzetli bir dil kullanan, başarılı ve beğendiğim bir gösteri olduğunu da inkar edemem.

 Hiç bir kitabını okumadığımdan yazar ve dünyası üzerine bir fikrim yoktu. Cezmi Ersöz adı okumak konusunda içimde bir heves de oluşturmuyordu. Bu da tümüyle bana özgü bir durumdu.

Sahnedeki duruşu anlamında hiç bir sorunu olmayan oyun metinsel ve felsefi anlamda bana yeni şeyler sunmamakla birlikte, yazarın  sevenlerine, özellikle  kadınlara  ip uçları verip, "yuların" neresinden tutmaları gerektiği konusunda tavsiyelerde bulunabilir!

 Gerilim, coşku ve sıkıntı anlarına önemli renkler katan ışık tasarımı, salona girdiğiniz anda beğenip benimsediğiniz başarılı dekoru, Vedat Sakman tarafından yapılmış müziği ile ritmini asla kaybetmeyen 70 dakikalık bu güzel gösteride, yönetmen Serap Eyüboğlu; farklı desibellerde ve farklı tonlardaki erkek hallerinin fırtınalarını, -endişeli- merakın telaşlarını, kadının hesapsızca verdikleri karşısındaki erkek şımarıklığını, erkeğin hevesleri ve egosuyla hesaplaşmasını modern dansın ögeleriyle yoğurarak  bir oyuncuya yükleyip iç ve dış seslerle beslerken, bedeni de konuşturmayı başarıyor.  Bu nedenle, bir kitaptan bir oyun yaratırken  kullandığı anlatım dili  ve nüanslar noktasında yönetmen Serap Eyüboğlu'nun başarısını fazlasıyla alkışlamak gerekiyor.

Sevgililer Günü'nde kız arkadaşını bekleyen, zaman aktıkça ve sevgili gelmedikçe tüm ilişkilerini sorgulamaya başlayan bir adam özelinde tüm erkek hallerinin renklerini sunmayı başaran oyunu, Kürşat Alnıaçık başarıyla taşıyor. Onu destekleyen dış sesler ve İsmail Kavrakoğlu'nun salondan yaptığı sataşmalar, ışık ve müzik oyunu diri tutuyor.

Kendi kendine Konuşmaktır Aşk: Başlangıçta da vurguladığım gibi kadın izleyicinin ilgisini fazlasıyla çekecek,  dersler çıkarmayı becerebilen erkek izleyiciyi de kendine ayar, ilişkilerine değer verme noktasında düşündürtüp biçimlendirebilecek  başarılı bir oyun. Üstelik klişe gibi duran ama sanırım salonun çoğunluğunun not aldığı “Hayat, kendi kendimize uydurduğumuz yalanlarla oyalanma sanatıdır.” ve “Çok kadın hiç kadındır.” cümlelerinden hareketle  keyifli bir sohbete zemin oluşturup şarapla* devam ettirilebilecek güzel bir akşam için -bence- son derece ideal bir oyun.

İzlenmeli!

Işık Tasarımı: Ayhan Güldağlar
Dekor- Giysi Tasarımı: Serpil Tezcan

* Fiyat kalite açısından son derece ucuz olan girdiği pek çok uluslararası yarışmada segmentinde altın ve gümüş madalyalar almış (Dün dahi -önceki fiyatı düşürülmüş olarak- Migros'ta 12,90 TL den satılan,) Pamukkale Anfora Trio blogun önerisidir. Beğenmezseniz bana küfredebilirsiniz:)

24 Aralık 2011 Cumartesi

Yağmurlu Bir Gündü

SON DURUM* - 24 Aralık Cumartesi, 14:50

Sıcaklık: 7°C  Nem: %81  Basınç: 1012 hPa

Görüş: 10 km  Rüzgar 26 km/sa

 Kaybetmiştik onu ...
Sanmıştık ve üzülmüştük...
Ellerimizi yağmura tutturup...
Koşturduk.
*Pizza yiyemedik
Paçanga Böreği yiyemedik.
Bira içemedik...

Yine de çok sevindik.

23 Aralık 2011 Cuma

Havlayan Köpek Isırmaz

Başlıktaki söz bize mi aittir yoksa başka dillerden bize aktarılmış bir atasözü müdür çıkaramadım şimdi... 

Bazen, kendi yurttaşlarımız ve yakın çevredeki ülke halkalarına hava atacağız diye kantarın topuzunu oldukça kaçıran öngörüsüz çıkışlarımıza bakıyorum; sonra, süreçler içinde yaşanan gerçekliklere göz dikiyorum, onca bağırtı çağırtının arkasından bir süre geçtiğinde, herkesin suspus olduğunu, hiçbir şeyin değişmediğini hatta bir önceki pozisyonumuza göre gerilediğini fark ediyorum. Benzer her olayda bir sürü laf ve infialle asıp kesiyoruz. Sonra da bir bakıyoruz ki asılan kesilen biz oluyoruz.

Evet biz güçlü bir ülkeyiz, evet stratejik önemimiz ve görkemli bir potansiyelimiz var. Ama aklımız yok. Derinliğimiz yok. Günlük siyasetin, popülarizmin peşinden sürüklenip, ondan medet uman bir siyasi üslubumuz var ve bizim dışımızdaki herkes bunun farkında.

Her uluslararası sorunumuzda, gereksizce üst perdeden atıp-tutup sonra da popomuzun üzerine oturmak yerine, olabilecekleri daha sakin kafayla değerlendirerek öngörmemiz ve büyük laflar üretmek yerine popülizme hiç prim tanımayan, daha ayağı yere basan, uzun süreçleri göz önüne alan, öngörülü, kendine güvenen stratejiler ve akıllar üretmemiz gerektiğini artık fark etmemiz gerekmiyor mu?

Öyle bir dış politika zafiyeti ve öylesine bir ekonomik kıskaç içindeyiz ki; hiç bir şekilde sonuç alıcı politikalar üretemiyor, sadece bağırıp çağırarak kendimizi ve halkı kandırıyor, bir süreliğine gündemi başka bir mecraya taşıyıp dikkatleri yapıştığımız olaya çekiyor, içerideki sorunların üzerini örtüyoruz.

Ne yazık ki, ürettiği popülizmin rüzgarıyla beslenen, hamasetle beslenmiş milliyetçi söylemlerin halkın genelini okşadığını bilen bir hükümetimiz var. Türkiyedeki mevcut iktidar hiç bir şekilde batılı bir ülkeye kafa tutmayı, herhangi bir nedenle onlarla karşı karşıya gelmeyi, kapışmayı, bu halin yaratacağı riskleri göze alamaz.

Eğer gerçekten birilerine kafa tutacaksak, Kıbrıs sonrasında ve daha önce başımıza gelenleri göze almamız gerekir. Varsa yoksa ekonomi diye bağıran ve sistemden nemalanmış insanlar, ihracatının ithalatını karşılama oranı % 58'lere gerilemiş, ürettiği ve ihraç ettiği pek çok mal için  ithalat yapmak zorunda olan, sıcak paraya muhtaç bir ülkede, olası bir kafa tutmanın ardından kaybedeceklerini asla göze alamazlar; yakın tarihte yaşanan ve hala devam eden İsrail, Libya, Suriye, Mısır, İran ve füze kalkanı meselelerinde edilen sözlerle yapılanlar arasındaki zıtlıklarda olduğu gibi.

Ha şunu da belirtmeden geçmeyeyim: Fransa'nın aldığı karar hiç umurum bile değil, tıpkı bizdeki iktidarın seçim argümanları, ortaya karışık söylemleri kadar değeri var benim gözümde... Çünkü ne biz gerektiği kadar sertleşebileceğiz ne de onlar olayı daha fazla gerecekler. İzlediğimiz şey;  karakterleri benzer iki liderin iç siyasetlerine malzeme yaptıkları, kendilerince ve keyif aldıkları bir oyun. Derinliksiz, entelektüel düzeyi dipte, insanlıktan, halklarından ve gerçeklikten uzak pespaye bir oyun. İşin garibi halkımız da alıştı buna... misal beni hiç ilgilendirmiyor. Tıpkı benzerlerini çokça seyrettiğim filmlerde, akışı ve sonu tahmin ederek tüm heyecanımı yitirdiğim anlarda olduğu gibi.

Not: Aslında bu yazıyı yaklaşık 5 ay önce İsrail meselesi üzerine yazmıştım. Oldukça sert bir yazı idi; uslubu açısından değil, içerdiği gerçeklikler açısından... Toplumdan, o anki hava dolayısıyla olumsuz tepkiler alacak, İsrail'in ABD, Batı ve bizim için neden vazgeçilmez olduğu, neden bağırıp çağırdıklarımızı yapamayacağımız üzerine bir yazı idi. Açıkçası yapılacak yorumlarla uğraşmak istemediğim için yayımlamamıştım. Bugün o yazıdaki tüm cümlelerimin o olay özelinde gerçekleştiğini görüyorum. Ve bizim süreçlerimizin değişmediğini de... O yazının ana hatlarını olduğu gibi koruyup bir başka hale uyarlayabildiğime göre yazıyı; mevcut iktidarın "istikrarlı" bir dış politika uyguladığını ve bu konuda "tutarlı" olduğunu söylemek mümkün!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP