27 Eylül 2023 Çarşamba

Belgeselin Tadı Ve Molenbeek Tanrıları

Salı


Bu kez başarıyor ve yola biraz vakitli çıkıyorum. Tren keyifli ve uygun istasyonda bir kez daha iniyorum. Çünkü akşam sinema çıkışlarında kapalı bulduğum Derin Pastanesi'ni zorunlu olarak -hayal ettiğim tadı alamayacak olsam da- gündüz yaşamak zorundayım ve bunu istiyorum. Bu ben için yeterli mi? Tabii ki hayır. Sinema keyfiyle çıkılmış ve geceye varan saatte ay ışığının altında, sokak lambalarının sıcaklığı ile uykuya sönmüş ev ışıklarının gölgesinde ve özellikle, onun ancak bir tane olmak kaydıyla dışarı atılacak masasında, sadece ama sadece bir köpüklü Türk kahvesi hayalim var. Onu höpürdetirken ay, küçük ahşap masa, gecenin sessizliği ile uykuya sönmüş evler ve kahve ile sohbet edip, izlediğim filmleri onlara da anlatmak istiyorum.

Gecenin serini özgür; istediği anda konuya girebilir.

Lakin bu hayalin gerçekleşemeyeceğini net olarak anlamış ve deneyimlemiş ben bu kez Tren'den iner inmez ona yöneliyorum. Müşteri beklemekten sıkılmış bir genç kız, telefonda. Beni fark edince ara veriyor ki o arada ben de minik pastanenin ürünlerine göz atıyorum.

Bir butik üretim diyebiliriz, ekmek çeşitleri de o tarz.

"İki elmalı pasta lütfen,"


Onları sokak aralarının keyfiyle götürüyorum. Kıvrıldığım iki taraflı olup da 25 metre aşağıda birleşen yol ilginç. Çünkü aralarında her türlü meyva ve sebzenin olduğu alçak tel örgülerle çevrili tam anlamıyla köy tadında bir bahçe var. Muhtemel ki tapulu ve muhtemel ki belediye ile de mahkemelik. Derme çatma çardaklı masada da iki abi; sürekli rastlaşıyoruz ve bir sohbet çok uzak da değil ve sanki semaverden çayları eşliğinde konuşacağız meseleyi.

Sallana sallana, D.S.İ'nin kadim, tertemiz, çiçekli ve ağaçlı ve kocaman bahçesinin kenarındaki kaldırımdan gittikçe denize yaklaşarak yürüyorum. Işıkları geçtim, AVM'ye yaklaşırken de x ray'de ötecek her şeyi sırt çantama tıkıştırdım ve sinemaya giriş; görevli genç hanımefendi ile klasik ve gülümseyen selamlaşma.

Filme vakit var, ayak sürüyerek çıkıyorum katları.

Ve işte, önceki yazıda kısa bir paragrafla gözlemlerim üzerinden kendisinden söz ettiğim hanımefendi orada.

Gülümseyerek yaklaşıyorum, blogdaki cümlelerimi bu kez düzelterek ve ek iltifatlarla birlikte kendisine söylüyorum. Çünkü öncesinde kendisinin Samsun Sinema Topluluğu adına mı burada olduğunu sordum ve bizim Ticaret Odası'ında müdür muavini olduğunu öğrendim; bu çok başarılı etkinliği onlar, yani Samsun Ticaret Odası olarak üstlenmişler ve bence çok doğru bir tercihle de hanımefendiyi görevlendirmişler. Sürekli gülümseyen ve her soruna yetişen tavrının hoşluğunun altını bir kez daha çizerek, şahsında bu etkinliğe katkı veren herkese teşekkür ediyorum.


Film tadında bir belgesel Wild Amsterdam! Olağanüstü keyifli, gümbür gümbür müzikler gösterim boyunca aralıksız var. Filmin egemen oyuncuları aklınıza gelebilecek her türden hayvan. Bize şehri gezdiren rehberimiz, bir anlamda sunucumuz, bir kedi. Çok tatlı, konuşkan. Çok da başarılı bir rehber; ne var ne ne yok, kim kimdir her şeyi ama her şeyi o anlatıyor. Bir yanda enfes Amsterdam manzaraları, öte yanda yüzlerce çeşit hayvan manzaraları... Kamera inlerine bile giriyor desem yeridir. Ve kimbilir ne kadar da zahmetlidir bu çekimler diye düşünmeden durmak da mümkün değil. Salonda çıt yok. İki genç arkadaşım arka sıramda, yazılarımı okuduğunu söylüyor. Kendilerinden söz etmiş olmamın altını da çiziyor. O arada nehre giren kepçeler çok sayıda hatta ardı kesilmeyen sayıda bisiklet çıkarıyorlar ki sunucumuz bunun yıllık toplamının 12.500'ü geçtiğini söylüyor. Zaman nasıl geçiyor anlamıyoruz, elbette bu enfes Amsterdam gezisine hepimiz bayılıyoruz. Ama en hoş tarafı hayvanlara tanınmış özgürlük, sanırım dünyanın bir başka kalabalık şehrinde, insanlarla içiçe bu türden bir çeşitliliğe rastlamak olası değil derken müziklerin altını bir kez daha çiziyorum ve bu muhteşem işi -başarıyla- çıkaran başta yönetmen Mark Werkerk olmak üzere, yazım ekibindeki Trui van de Burg, Slyvia Witteman, Mark Werkerk özelinde emeği geçen herkesi yürekten alkışlıyorum.


Bu kez iki film arası 20 dakikayı buluyor. O halde ufak çapta bir atıştırma uyar. El yakan fiyatlar nerede durur meçhul. Mekânlar o yüksek kiralara dayanabilir mi? Çok uluslular hariç yerellerin şansı bence zor. Çünkü her zaman tıkış tıkış olan, masa bulunamayan kattta iğne atsam, canı nereyi isterse oraya düşer.

Ve yeniden salon. Bir kez daha göçmenler ve ilticacılar meselesi. Kaçınılmaz olarak düşünüyorum, acaba Avrupa'lılar nasıl etsek de -en azından- bunların işimize yaramazlarından kurtulsak tavrıyla mı bu filmleri yapıyorlar diye... Çünkü kötücül yanım bunların güleryüzlü bir ayartma olduğunu söylüyor bana... Lakin derdim filmi yapanlar değil, onların gerçekten insan odaklı baktıklarını ve niyetlerinde samimi olduklarını düşünüyorum. Siyasilerin de bu nimetten güleryüzlü bir tavırla ama inceden inceden halklarını -en azından bir kesimini- kışkırtmak ve mülteci karşıtı bir ortam yaratmak adına yararlandıklarını varsayıyorum.

Bu arada genç arkadaşlarımla antrakta hangi filmleri daha çok sevdiğimizi konuşuyoruz.

Açıkcası bu film benzer konudan üçüncü film olması sebebiyle beni heyecanlandıramıyor. Molenbeek Tanrıları bir ortak yapım, Finlandiyalı yönetmen Reetta Huhtenen aslında başarılı ve iyi bir film yapmış, hakkını yememek lazım... Lakin arızalı olan benim!

Tüm bu kötücül düşünceler çiçek açmasaydı zihnimde, belki farklı cümleler de kurabilirdim. Ancak biliyorum ki bu dünya, siyaset yapıcıları ve politikacıları nedeniyle o eski hümanist dünya değil.

Tahmin ettiğiniz üzere yoldayım... Güzel sözler söyletecek filmler umuyorum!

26 Eylül 2023 Salı

Kehribarla Çıkmak Ve Soğuk Savaş

Pazartesi


Filmin orjinal adı Dating Amber. Bir fikrimse yok. Açıkcası merak da etmiyorum! Etki altına alınmamış saf bir akılla ilişki kurarken, filmlerden aldığım hissi saf kelimelerimle yazıya dökmeyi seviyorum. Bu filmin de beni çeken yanı İrlandalı olması. Sevdiğimiz bir ülke. Misal bilet alma aşamasına geldiğimiz dünyanın en özel beş tren yolu hattından İsveç-Norveç coğrafyasında olanına karar verdiğimizde başlayan, karantina zorunlulukları nedeniyle de iptal etmek zorunda kaldığımız, Danimarka üzerinden İrlanda'ya da varacak bir planımız vardı. W.B. Yeats'in derlediği İrlanda Masalları, Anna Burns'ün tarafımdan çok beğenilen romanı Sütçü, Enrique Vila-Matas'ın Dublinesk'i bu sevginin bir ürünü olarak okunan kitaplardı.

Ne şanslıyım ki enn sevdiğim kadın da içimizdeki bir "İrlandalı"!..

Yeşilyurt'a vardığımda filme vakit var, üstelik sokak aralarının tadını çıkararak gelmişim. Migros'tan bir kola ve tatlı atıştırmalıklar alıyorum. Elbette sırt çantamı x ray'dan geçirirken görevli hanımefendiye gülümsüyor, kolay gelsin diyor ve hoş geldiniz'ine hoş bulduk yanıtını veriyorum.

Salona geçmeden hoş masalardan birine oturup kolamı içtim. Üç gündür dikkatimi çeken bir hanımefendi var, Samsun Sinema Topluluğu'ndan mı acaba diye düşünüyorum. Son derece güler yüzlü ve her soruna yetişmek için müthiş bir çaba gösteriyor. Kimsenin üzülmesini istemeyen bir bakış açısına sahip. Müthiş bir şefkatle herkese yetişiyor, insanları bir misafir gibi karşılıyor ve yüzünde asla bir yorgunluk ve bıkkınlık emaresi yok. Sanırım bu samimi ve serzeniş içermeyen hoşgörülü tavır gelen herkesi de etkiliyor.


Film genç. Henüz lise öğrencileri. Pek enteresan ergen örnekleri desem alınırlar mı bilmiyorum. Yeni nesil çocuklar ve doğal olarak da pek çok engeli kendi dünyalarında aşmışlar. Komikler. Elbette cinsellik başta duman. İki ana karakterimiz var: Eddie (Fionn O Shea) ve Amber (Lola Petticrew).

İkisine de bayılıyorum.

Aralarındaki ilişkiye de...


Filmin ana teması gençlik sorunları, lakin cinsiyet ve cinsel tercihler durumu da söz konusu. Elbette filmde bazen aşırıya kaçan gençlik şaklabanlıkları da mevcut. Doğa zaten çok güzel. Yönetmen David Freyne müthiş yazmış ve yönetmiş.

Konuya yaklaşımı muhteşem.

Film genel izleyici tarafından nasıl nitelenir bilmiyorum. Dünyanın her toplumu için netameli bir gerçekliği dozunda kullanmakla kalmayıp mizahla da sevimli kılan, gerçekliğin altını ortalığı pek ayağa kaldırmadan ama muhafazakâr bazı insanları da düşünmek zorunda bırakacak bir üslupla çizen ve yöneten David, ölesiye alkışlanır.

Ve kendisi tüm bunlara rağmen -muhtemelen- dünyadaki her toplumun önemli bir kesimi tarafından da elden gelse yakılır.

Ancak bir yanıyla da öyle ince ve güzel bir senaryo, filme öyle güzel aktarılmış ki izleyecek -en azından- daha aklı selim kesimleri durup bir düşündürteceği, bu hali bir gerçeklik olarak görüp kısmen de kabullenip hoş görebilme noktasına taşıyabileceği olasılığı da var.

Bence erkek dünyasına dair sertlikleri, bazı durumlarda anne baba olmanın zorluklarını ortaya koyarken çıkış yollarını da gösteriyor David. Yalnızca doğanın güzelliklerini, çocukların çok eğlenceli çılgın tavırlarını bir fon olarak kullanmıyor filminde, geleneksel erkek sertliğini askerler üzerinden de pek güzel seriyor, gözler önüne. Bazı simgeleri, mekânları kullanarak o kadar da değil noktasında yaptığı göndermeleri, etkili ve etkileyici.

Velhasıl-ı diyeceğim o dur ki, içinde pek çok öğrenci, daha doğrusu genç uçuklukları ve çılgınlıkları barındıran bu filmi izlemek bir zaman kaybı değil bence... Aksine bazı zihinlerin anormal buldukları doğuştan gelen bir hali; onların da insan, hem de normal bir insan oldukları noktasında anlamaları açısından bir adım da olabilir!

Özellikle çocukları olan anne babaların bazen sert, bazen nahif, bazen komik, bazen hüzünlü bu filmden alacakları epeyi de ders var; hayat bu kime neyi göstereceği belli olmaz!


Cold Case Hammarskjöld Mads Brügger tarafından yazılmış ve yönetilmiş, muhteşem görüntülere sahip ve soğuk savaş yıllarındaki önemli bir olayı anlatan, içeriğini bildiğim ama kendisinden haberdar olmadığım etkili bir belgesel. Fakat ilk yarıyı zar zor bitirdim, çünkü kendimi uyurken yakalıyordum. Konuyu ve uzun yıllar önce yaşanmış olayı ve tüm siyasal gelişmeleri bildiğim için ikinci yarı öncesindeki arada sinemadan ayrıldım. Uçak yolcularından biri çok önemli bir şahsiyet, adını ve ünvanını vermiyorum. S.S.C.B, A.B.D çekişmelerini bilen ve soğuk savaş yıllarına ilgi duyanların Afrika coğrafyasındaki bu düşen mi düşürülen mi uçak ve ardındakiler meselesini, okumalarını ve bulurlarsa film olan bu belgeseli izlemelerini öneririm.

Bense şu anda sinemaya doğru yürüyorum.

Görüşmek üzere...

25 Eylül 2023 Pazartesi

ÜçüBirYerde

Pazar


Bu kez endişem son trene yetişememek; film haftası başladığından beri zaman konusunda bir tereddütüm var. Üstelik kurumların çalışma saatleri göz önüne alınarak hoş da bir düzenleme yapılmış; çalışma günlerinde 18:30 ve 20:30 olmak üzere iki, hafta sonları için de 16:30 ilavesi ile birlikte üç seans var.

İlk gün sondaki filmi trene yetişemem düşüncesiyle bırakmış, sonrasında pişman olmakla birlikte üzülmüştüm de... Durumu filmlerle birlikte çok renkli ve keyifli bir telefon konuşması esnasında anlattığımda, filmin bitiş saati itibariyle trene rahatlıkla yetişebileceğimi anlıyorum. Aslında sinemadan eve kadar yürüyebilirim de...

Ve bu akşam için kararlıyım!

Günün ilk filmine ucu ucuna yetişiyorum, çünkü evde oyalanıyorum. Karnım aç ve izleyeceğim üç film var. Film araları da çok kısa, o halde AVM'deki Migros'a hücum, nevaleler sırt çantasına. İlk ürünü, ödemeyi yapmanın ardından ve Migros'dan çıkar çıkmaz tıkınmaya başlıyor ve hızlı adımlarla yürüyen merdivenlere ulaşıyor, her katta aktarmalar yaparak, bir sonrakine hızlı adımlarla vararak en üste, sinema katına ayak basıyorum. Bu süreçte ancak bir böreği götürebiliyorum, ikincinin de üçte birini... Artık salondayım, D-6'ya konuşlanıyorum.

Ve ilk film başlıyor.


Oskar & Lilli güzel film ancak bana bir festival filmi tadı vermiyor. Yine de öyle hissetme modumu devreye alıyorum. Yanlış anlaşılmak da istemem, filmi seviyorum; küçük oyuncuların performansını alkışlıyor, kendilerini sevimli de buluyorum. Ama evde bir nine var ki içinde bulunduğu hastalıklı duruma ve yaşına rağmen klas bir kadın olduğunu göze sokuyor ve muhteşem çılgınlıkları yaramaz çocuk tadında. Çok satan bir roman uyarlaması olduğu konusunda bilgim de var ve kitabı okumamış olmam izlemem noktasında film lehine bir avantaj; çünkü Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nin dışında suyunu sıksam kitabını okuduğum 5 roman uyarlaması film sayamam. Başarılı bir uyarlama olduğunu bana hissettiren filmi günün sonunda, ikircikli bir hâl içinde olsam da, Avrupa Filmleri Haftası'na yakıştırıyorum ve ikinci film öncesi verilen temizlik arasında da sırt çantama el atıp açlığımı pek güzel yatıştırıyorum.

Oynayacak filmse -daha başlamadan- coğrafyası ve geçtiği kadim dönem itibariyle beni benden almış durumda!


Hayallerim büyük ve yere basıyor. Beni bana mahcup etmeyeceklerinden adım kadar eminim ve diğer Baltık ülkeleri gibi onun da hayranıyım. Afişi görene kadar da filmden haberim olmadığı gibi içerik konusunda da tam takırım.

Fikren böyleyim ama kendime yakın insanlarda olduğu gibi eşyalara, kitaplara, filmlere karşı da tavrım her zaman net. O nedenle de bana herhangi bir konuda danışıldığında ne ile karşılacaklarını bilir ve göze alır sevdiklerim.

Filmse benden bir şekilde haberdardı, açılış sahnesiyle birlikte beni salonda aradı, buldu ve göz göze geldik. O ilk bakışmayla da bütün geriliminden sıyrıldığını ve rahatladığını hissettim.

Sonrası çorap söküğü gibi bir neşeydi.

Bir eczacı genç adam. Usta çırak ilişkisini tatmış, yakışıklı. Ve eczacılığın yanı sıra da şerif yardımcısı. Muhtemelen siz de şerif tanımlamasının zaman, mekân ve geçtiği çağ itibariyle bu filmde işi ne diye düşüneceksiniz. Bir çeviri hatası mıydı bilemedim; süreç içinde de benimsedim. Sanırım bu arada bir polisiye olduğunu da açık ettim.

Mekânlara bayılıyorum. Görüntü yönetimi muhteşem. Filmin her ânına -kıyafetler dahil- hakim olan renkler, tonları, binalar, evler, geniş açılı çekimler, ışık dahil her şey bayılınacak derecede güzeldi ki şüpheye de düştüm.

Gördüğüm alanların tamamı gerçek miydi?

Yoksa bir takım teknik hileler mi kullanılmıştı diye derinlemesine inceledim ama anlayamadım. O kadar dahildim ki filme... ve aldığım keyif o kadar zirveydi ki bahsettiğim şeylerin hiç biri süreç boyunca umurum bile olmadı. Ama tüm bunlar fena bir şeye sebep oldu: o ülkede olma isteği.

Elbette bu filmde aşk olmalıydı; vardı ve pek hoştu. İçimdeki ukala "Ama bunlardan daha önce gördük, masal ve öykü kitaplarında okuduk," diye baş kaldırsa da onu iki kelâmla gömdüm.

Eski Estonya'yı da çok sevdim. Kadınları ne güzel dedim mi emin değilim, ama demiş olabilirim!

İlk kez bir filmini izlediğim Elmo Nüganen'in tarzını ve oyuncu yönetimi ile birlikte kullandığı kamera açılarını, özellikle filmin ışığını ve renklerini, çok çok beğendim. Ve akabinde de coğrafyadan çok uzaklaşmayarak üçüncü film için ânılarımdaki yeri çok özel penfriend'im Anne nedeniyle kıymeti çok çok fazla Finlandiya'ya doğru yola çıkıyorum. Aradan sonra ve film başlamadan önce varıyorum.

Yarının (yani bugünün) biletlerini almalıyım.

"18:30 için D.2, 20:30 için D-6 lütfen."


Mevsim kış. Salon serin. Dışarıda yaz. Konu seçkideki bir kaç filmle benzer; göçmenler ve ilticacılar meselesi. Sanıyorum Avrupa Filmleri Haftası gösterimlerinin temel amacı bu. Gaye bir farkındalık yaratmak mı yoksa bakın biz ne kadar iyi insanlarız göndermesi mi, pek anlayamadım ama duruma yine de razıyım.

Bir baba kız, İran'dan uzamışlar. Yolları bir şekilde Finli abla ile kesişiyor; bir rastlaşma. Finli abilerin yabancı ile ilişkileri başlangıçta soğuk olsa da sonrasında anlayışlı ve iyi kalbi. Bu arada senaryo bu iki kitleyi birbirine yaklaştırıyor. Bir de sauna keyfi yapıyorlar. Aslında ilk filmde de koruyucu anneler var, çocuklar için evlerindeki adamı kapıya koyacak kadar iyiler.

O filmlere dönmüşken, en üsteki filmin final bölümünün çok şahane olduğunun altını da çizeyim.

Tekrar Finlandiya'ya dönersek, valla hayatları bizden fakir, bir iş bulup da çalışmazlarsa eyvah. Ama kadınlarının özellikle, -bazı- başka ülke erkeklerine karşı ilgili, tanıyıp güvendiklerinde de nasıl tutkulu olduklarının altını çizebilirim. Hatta şahidim bizzat film bile olabilir.

Bu ne şimdi denebilme olasılığı olan Aurora'yı ben beğendim; genç kadının ruh halini sevdim ve anladım; ama her odun bünye böyle bir karakteri benimseyip taşır mı emin değilim. Yönetmenin ve senaryonun oluşturduğu ve bende bile kaygı ve heyecan yaratan finali çok çok beğendim: Resmen içimizi önce yakıp sonra tongaya bastırdılar.

Sonuç itibariyle güzel bir sinema akşamı daha kattım bünyeme. Tren taymingimse süperdi, sanki randevulaşmıştık, uzun düzlüğü yürüyüp sola dönüp de istasyonu gördüğümde o yanaşmakta ve durmak üzereydi, kartımı okuttum, turnikeden geçtim ve ilk kapıdan bindim; o hareket ettiğinde ben hiç zaman kaybetmemiş oldum. Üstelik bir genç ondan uzakta olmama rağmen beni fark etmediği için özür dileyerek yerini vermek istedi; dedim emekçi genç sen yorgunsun benim yolum yakın, çok teşekkür ederim. O ısrarcı oldu ve belki kırılır diye kabul edip oturdum. İnerken de -bu zamanda az bulunur- tavrı nedeniyle teşekkür ettim.

Akşam sinemadayım. Yarın görüşmek üzere...

24 Eylül 2023 Pazar

İki Film Birden Festivali

Cumartesi


Üç film mi yapsam kararsızlığı içindeyim. Tereddütüm son trene yetişememek. İki film kesin. Haklarında hiç bir araştırma yapmıyor, başka fikirlerin zihnimi etkilemesini her zamanki gibi istemiyorum. Sadece saat itibariyle bir şeyler yesem mi tereddütüm var. Aklımdan mekânlar geçse de niyetimle aklım zamanı doğru kullanmam konusunda mutabık ve önerileri yol üstündeki Migros'tan sigara böreği formunda sarılıp fırınlanmış böreklerden almak. Karara uyuyor ve bir tanesini yürürken ve istasyona varmamışken götürüyorum. Kartımı okuttum ve banklardan birine çöküp ikinci böreği sırt çantamdan çıkardım. Yarıya gelmek üzereyken de tren gözüküyor. Börek sırt çantasına ben trene; üstelik sevdiklerimden.

Çantamı x ray'e yollarken güvenlik görevlisi genç kadının zarif gülümsemesine eşlik eden hoş geldiniz'ine sıcacık gülümseyerek hoş bulduk diyorum. Ve Migros'a dalıyorum. Geleneksel havuçlu, tarçınlı keklerimi aldım, Pepsi Max yok, o halde Kola'nın yeni ürününden. Ve sinema katı.

İki film için biletlerim an itibariyle cepte, lakin bu kez D-5.

Sağ yanımda çok hoş iki hanımefendi sol yanımda da genç bir çift var.



Ve film en ufak bir aksaklık yaşanmadan etkili açılış müziğinin ardından başlar...


Açılış sahnesi çok hoş. Rastlaşma! Bir araba ve içinde yaşlı bir beyefendi. Sonra bir genç kadın, ilginç ve etkileyici bir karakter; çalışmak için orada. Yağmur. Üç genç adam; gurbetçi, hayaller var ve hayalleri büyük. Avrupa'nın -bazıları için- zor yılları, ekmek aslanın ağzında. Mekân seçimleri, görüntü yönetimi muhteşem. Ve müzikler! Ana karakterler Beyefendi (Renato Carpentieri) ve Genç Kadın (Sara Serrai Occo) gibi dursa da aslında pek de öyle değil. Güçlü senaryo ve onun Yönetmen Donato Rotunno tarafından yazılmış olması; her türlü kalabalığına, çoklu ilişki ve insan hikâyelerine ve farklı ilişkilerin çapraşık, karmaşık yapısına ve karakter çokluğuna ve ne oluyoruz yahu diyen izleyicilere rağmen yönetmenin zoru başararak, sonuçta ortaya anlaşılır bir bütünlük koyması muhteşem.

Yani bir film yazısını romana çevirmek istemeyen Buraneros kısaca diyor ki: Ben bir sinemaseverim diyenlerdenseniz, şuracığa bıraktığım ipuçlarını iyi değerlendirin, filmin müziklerinin ve kalabalığının tadını çıkarın!


İyiyim'in tadı zihnimde kısa bir özetle akarken salondan çıkıyorum. İkinci film için 15 dakikam var ve o arada salon temizleniyor; ben de bu kez çoğu filmi salonda tek, en fazla da 5 kişi ile izlediğim zamanlarda yaptığımı yapmıyor, belki de salonun kalabalık oluşunun yarattığı hoşluk karşılığında kolamı ve keklerimi filmi izlerken açmayıp bekletiyor ve bu arayı değerlendirerek beslenme bölgesindeki bir masada keyifle götürüyorum.

Ve ara sonrası yeniden Yeşilyurt Paribu Cineverse salon 2'deyim. Bu kez bir Bulgar filmi. Metronom'un tadı henüz zihnimden silinmiş değil ve onun güzelliği bu film için pek davetkâr bir referans.

Son derece ilginç bir sahne ve akışla başlıyor film. Cennet mi yoksa burası, içine çoktan çekti beni. Sanırım haketmişim! Rüya tadında bir zaman dilimi. Fonda enfes bir müzik. Film boyunca yakamızı bırakmayacak sanki. Bırakmasın da!

Bazı izleyicileri sıkıntı basmış olabilir, hissediyorum çünkü kokusu sol yanımdan geliyor?! Bakalım antrakta kaç fire vereceğiz. Perdede büyülü sahneler, biraz da anlaşılmaz. İçimde bir ukala türemedi değil, bu neyin nesi şaşkınlığı isyanlarda. Cin bir yönetmenin eline düştüğümüz tartışmasız. İlk film İyiyim'in bıraktığı ritmin tadıyla şu ânkini tutturamıyor bünyem sanıyorum.

Sakinim, hani bir festival salonunda ve bilinçli sinemaseverler arasında olmasam öteki beni tutmam mümkün değil...

Gibi!

Bir duralım ve düşünelim.

Hiç ara vermeyen bir müzik; görkemli, ilahi bir tadı da var sanki. Görüntüler yemede yanında yat tadında. Görünüşte her şey hoş lakin ben garibi içinden farklı farklı benler çıkarıyor. Sanırım bu arada bünyemin ilgili birimi yeni filmin ayarlarını kavrıyor ve usul usul beni de o seviyeye taşıyor. Çünkü filmin ruhuyla benim ruhumun senkronize olduğunu hissediyorum. İçimde övgü sözcükleri ortaya çıkmaya başlıyor ve gittikçe de kalabalıklaşıyorlar. Kadın oyuncuların performanslarını ve üstlendikleri rollerin güçlüğünü de göz önüne alırken filme de bayılmaya başladığımı seziyorum; hatta erkek oyucuların ve figürasyonun kalitesinin farkına varıyorum. Dip dalgası gibi gelen incelikli düzen eleştirileri ince ince işliyorlar zihnimi. Çok severek izlemiş olduğum, üslubu farklı Metronom'dan aldığım tadın bile ötesine taşıyacağını Sessiz Bahçe'nin, iyice hissediyorum. Artık perdede olan biten her şeye, simgesel anlatımlara bile hakimim.

Ve Antrak.

Sol yanımdaki çift en azından bekleme nezaketini gösterdiler ve salonu antrakta terk ediyorlar. Kalktıklarında ve önümden geçerlerken kısa bir sohbetin ardından geçmiş olsun, diyorum.

Ve fakat sağ yanımda oturan iki çok tatlı, zarif genç hanımefendiden benim hemen yan koltuğumda olanına soruyorum ve yanılmıyorum; çünkü sevdim filmi, dedi.

Filmin bitiminde iki kişi dışında tamamı salonda kalmış izleyicilerin zihinlerinde ve gönüllerinde giriş gelişme ve sonuç evreleri tamamlanmış, kavradığımız filmle birlikte fabrika ayarlarımıza da dönmüştük.

Muhteşem ötesi bir ikinci yarı izlediğimiz kesin, nefes alamadığımız da kesin çünkü fırsat bulmak mümkün değildi. Kolektif bir rüyanın içinde oyuncu olmuştuk sanki; finale nefes nefese geldik, coşku sanırım paçalarımızdan, gözümüzden, kulaklarımızdan, en çok da kalplerimizden akıyordu.

Hanımefendilere iyi akşamlar dileyip çıktım. Binadan çıkarken güvenlik görevlisi hanımefendiye iyi akşamlar diledim. Işıklardan karşıya geçecektim ve kırmızı yanıyordu. Çok ama çok tatlı bir kara köpekse karşıya geçme çabasında; sanki ışığın yeşil olmasını bekliyor. O sırada da ufak hamleler yapıyor ve benim başına bir şey gelecek diye içim gidiyor. Göz göze geldik ve bekle dedim. Biraz sonra yeşil yandı fakat o bekliyor, döndüm ve hadi dedim. Beraberce orta refrüje vardık. İkinci bölüm için hadi dedim ancak o:"Ben bu yeşillikte biraz takılıp eğleneceğim sen devam et," dedi.

O küçük pastanenenin açık olmasını o kadar yürekten istiyordum ki yürürken...

Önüne vardığımda yine kapalı.

Gecenin vaktinin geç zamanı ve artık evdeyim, kızların seyredemediğim Japonya maçını izliyorum. Telefon çalıyor... Ve O. Enn Sevdiğim Kadın. Filmden başlıyorum ve dakikaları aşıyor konuşma...

23 Eylül 2023 Cumartesi

Avrupa Filmleri Haftası- Koşucu

Cuma


Žygimantė Elena Jakštaitė, bayım bayım bayıldım.

Yönetmen Andrius Blaževičius'un tarzına bayıldım.

Görüntü yönetmeni Narvydas Naujalis'in son derece akışkan, o oranda etkileyici, soluk kesen, izleyiciyi koltuğundan alıp filmin içine yerleştiren ve orada tutmayı başaran akıcı ve haraketli sahnelerinin her birine ve Litvanya'ya, ayrı ayrı bayıldım.

Öncelikle açılış müziği olmak üzere filmin müziklerine, ses efektlerine bayıldım.

Ve bunlarla birlikte tüm, ama tüm yan oyunculara bayım bayım bayıldım.

Çünkü sinema serüvenimin en etkileyeci filmlerden birini izledim.

Ancak genç oyuncu Žygimantė Elena Jakštaitė'nin altını bir kez daha çizmek isterim: Marija karakterindeki performansı, duyguları ve onları izleyicinin kalbine nakış gibi işliyor olması, ve hastalıklı gibi duran aşkı, bir o kadar da özgür ruhu ve seven kadın tavrı muhteşemdi...


Oysa salona girdiğimde ve film başladıktan sonra neredeyse yarım saati bulan aksaklıklar nedeniyle, yanımdaki genç çifte "Ve Avrupa Filmleri Haftası skandalla başlar," gibi bir ifade de kullandım. Çünkü film bir kaç kez baştan alınmak zorunda kalındı. Bir türlü kesintilerden kurtulamadı, bunun yanı sıra da görüntü ve alt yazı senkronizasyonu bir türlü sağlanamadı. Hem festival yöneticileri hem de sinema personeli bu aksaklık için defalarca özür dilemek zorunda kaldılar ki yazacağı eleştiri cümlelerinin hazzı kendini sinema yazarı sanan ben ukalasının bile iştahını kabarttı.


Ve nihayet film sağlıklı bir şekilde -bilmem kaçıncı kere- baştan başlıyor.

Tekrar tekrar izlemek zorunda kaldığımız açılış sahnelerini tekrar izlemek durumunda kalınırken ben ukalası gözlerini dört açmış durumda ve izleyici endişeleri ile birlikte yeni aksama ne zaman olacak endişeleri de yaşıyor; ancak bu kez anlayışlı ve yufka yürekli ben halime de dönmüştüm. Bu benim başarım değildi ama! Filmdi beni bu edepli hale çeken. Öyle bir kaptı ki ve ben de öyle bir kapıldım ki en az oyuncular kadar filmin içindeydim. Marija nereye ben oraya peşinden sürükleniyordum.

Yalnız ben mi?

Sanırım tüm salon: çünkü ara vermeyen filmin sonuna kadar kendimi mezarlıkta tek sağlam kalmış insan gibi hissettim: Salon boşalmış gibi ıssız ve sessizdi. Film sanırım tüm izleyicilere asla ama asla sıkılmak gibi bir duyguyu hissettirmediği gibi tüm salonu gönderdiği büyü tozlarıyla sessiz soluksuz bırakırken, bunun yanı sıra da ıssızlıkla, unutulmaz bir sinema akşamını nokta nokta bünyelere katıyordu.

Sinemadan çok keyifle çıktım. İlk işim ıssız bir noktadan Enn Sevdiğim Kadın'ı aramak oldu. Lakin telefonun şarjı buna izin vermedi.

Sonra tren raylarını gören ıssız, unutulmuş, minik bir pastaneyi hedefledim.

Filmin keyfini bir kez de orada taçlandırmaktı hayalim.

Ancak, önüne doğru kıvrılıp da yaklaştığımda kapalı olduğunu gördüm. Üzülmedim! Çünkü tüm hücerelerim filmin verdiği keyifle dopdolu.

Issız gecede ve ıssız istasyonda treni bekliyor olmak da, sanki bu filmin üzerine içilmiş enfes bir kahveydi...

Üstelik gecenin sakinliğindeki yalnızlığımla istasyonun yalnızlığı ve yine biz gibi treni bekleyen tatlı genç kızın yalnızlığındaki ortaklaşma; kaymaklı ekmek kadayıfı tadı veriyordu.

Yani gece mutluydu.

Biriktirilmiş bu gazlarla birlikte Salih Usta'ya uğruyorum; tezgah arkasındaki genç adama az pişmiş pizza dilimini mikrodalgada pişirmeye devam edip sonlandırdıktan sonra sadece kağıda koymasını, yürürken yiyeceğimi söylememe rağmen o bir kabın tabanını yağlı kağıt ile hazırladıktan sonra, pişmesi tamamlanmış pizzamı lokmalık dilimleyip kaba koyma konusunda ısrarcı oluyor ve kağıt poşette peynirlerin kenarlara yapışacağının altını çiziyor. Aslında haklıydı ama diğeri benim kolayıma geliyordu. Fakat o öylesine güleryüzlüydü ki her zamanki tercihim konusunda ısrarcı olmuyorum. Sonra kendine çok teşekkür ediyorum bu içten çabası için... "Sen şahane bir adamsın, çalıştığı yerin prestijini yükselten bir elemansın," diyerek gülümserken bir kez daha teşekkür ediyor, iyi akşamlar dileyerek, elbette gecenin ve denizin tadını çıkararırken lokmalık pizza dilimlerimi de keyifle lüpleterek eve varıyorum.

Telefon ve tek tuş.

Enn Sevdiğim Kadın...

Keyif tavanda ayaklarım yerden kesik, enfes bir sohbet ve dilimden akıp taaa Ege'ye varan film temelli ve coşkulu kelimelerimin her biri, inci tanesi gibi!


İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP