Uyarı
Bu yazı kara ile beyaz gibidir. İki türlü de okunabilir. Karadan başlamak isterseniz; "Oysa ben rezil bir seyirciydim bu oyunda" kısmından başlayıp başa dönebilirsiniz. Beyazdan başlamak isterseniz de buyurun.
Enteresan bir akşamdı...
Oyunun beni çekme nedeni açıktı: Çehov.
Öte yandan daha önce çok çarpıcı oyunlarını izlediğim, farklı bir anlatım diline sahip, insanı şaşırtan, bazen iki arada bir derede bırakan Bursa Devlet Tiyatrosu kökenli bir oyun olması itibariyle de ayrıca ilgime çekmişti, Martı.
Sürprizlere açıktım. Yoğun işler nedeniyle, daha çoğu da hayatımı zenginleştiren şahane sebebim yüzünden, açıkçası, tiyatroyu keyifli zamanlar manasında ötelemiştim. Yoğun işler döneminin bir başka merhaleye geçmiş olması epeyi de bir alan açmıştı bana ve bunu değerlendirmek de elzemdi. O salonda olmayı seviyordum çünkü.
Salona girdiğimde çok özlemiş olduğumu fark ettim. Çok ara vermemiş olsam da. Takılı olsa da aklım bir meseleye, keyifliydim ve sahnedeki dekor iyi ve güçlü oyun konusunda müjde gibiydi.
Muhteşem bir açılışla başladı oyun. Işık, özellikle müzik ve sahnede olan bitenler, simgesel anlatımlar muhteşemdi. Koltuğuma daha bir keyifle yayıldım. İştahlıydım, olan biten de gerçekten iştah açıcıydı.
Kalabalık açılış, salonun neredeyse yarısının oyunun alanı olarak kullanılması, sağınızdaki solunuzdaki kapılardan giren oyuncuların o mesafeleri bazen avdan, bazen istasyondan geliyormuş gibi; bazen de hüzünlü ayrılışların uzun mesafelerini katediyormuşçasına anlamlar yüklenmiş gidişler olarak kullanmaları, oyunu interaktif bir hale getiriyor ve tüm bu alanlardaki oyuncuların beden dillerini takip etmek, duyguların geçirgenliğindeki başarı nedeniyle, insanın ruhuna olağanüstü bir sahicilikle dokunuyordu.
Çok iyi bir oyuncu yönetimi, çok ama çok iyi planlanmış, sıkı çalışılmış ve uygulama anlamında mükemmel detaylar, doğru oyuncu seçimleri ve güçlü karakterleri ile oyun, tiyatro adına lezzetli fark edişlere neden oluyordu. Mesela eşyaları taşımak için gelen karakterin salondan sahneye gelirken ve giderken ve o bavulları taşıma sürecindeki davranışsal ayrıntılara dikkat!
Oyun esnasında ışığın azalmasıyla imece usulü değişen dekorlar, kusursuz kostümler, mükemmel kurgu ve sahnedeki doğal akışkanlık, gerçek bir hayatta bir gerçekliğe tanıklık ediyormuş duygusu yaşatıyordu insana. Buna normal insan halleri ile oyunu yaşamak diyebiliriz aslında. Işık, özellikle kocaman anların içinde diliyle duyguları parlatan, detaylandıran bir anlatıcı gibiydi. İkinci perdenin açılışında mumların yakılmasıyla ortaya çıkan manzaraya bayılma ihtimaliniz kuvvetle muhtemel.
Göl kıyısındaki salonun bir yanında tombala oynayan bir grup diğer yanında hüzünlü bir erkek varken, kafası az önce arkasından baktığı ve gideceği yol nedeniyle onda takılı kalan Maşa'nın, tombala çeken oyken dahi yüzüne ve sesine yansıyan duygularına dikkat edin. Bir insan bir karaktere bu kadar girip, onu kendi bedeninden ve o bedenin alışkanlıklarından farklı bir kişiliğe nasıl taşırın en güzel örneklerinden birini fark edin.
Daha oyunun ilk anında üzerindeki siyah elbisesi ise dikkatinizi çekecektir şüphesiz Maşa-Nergiz Acar. Ama kişisel olarak kendisine hayran kaldığımın altını ısrarla çizmek isterim. Onca insan kalabalığının içinde biraz önce babası ile yaşadığı diyaloğun yarattığı duygu ve babanın umarsız tavrının ardından soğuk gecede yürümek zorunda kalan kocasını; 6 km'lik yol boyunca karanlığın içine gönderdiği endişeli ve merak eden bakışlarıyla takip ettiği, aklını ona gönderdiği anlar muhteşemdi duyguların beden diliyle dışa vurumu adına.
Bir de bazı kelimeler üzerine yapılan vurgular var ki tadından yenmiyor. En basitinden yürümek fiili. Oyunun başlarında karakterlerden birinin bir yere gidilecekken ben yürüyeceğim demesini olağan görürken, bunu yürümeyi seven bir insan eylemi olarak anlamlandırırken, bir başka yerde aynı cümleyi tekrar ettiğinde aslında bu ifadenin ardındaki sosyo ekonomik ve ezik durumu gördüğünüz gibi, bir tek cümleyle aslında ne kadar çok şeyin anlatılmış olduğunu da fark ediyorsunuz.
Bu oyunun bence en büyük başarısı, her bir sahnenin tamamlanacak bir puzzle'ın taşları gibi olması. Ve bu oyunla en alakasız izleyiciye bile geçiyor. Öyle olmasa sahneye bakarak oyunun bittiği anı anlayıp da alkış yağmuruna tutmazdı izleyici salonu. Hatta yakından tanığıyım ki o salondaki en rezil izleyici bile - ki kendisini de çok iyi tanıyorum- herkesten önce, tümüyle içgüdüsel olarak, ayağa kalkıp, emeğe saygısını ve izleyici keyfini açık etmek adına bu kadar coşkuyla, sürekli ayakta kalarak ve af dileyerek alkışlamaktan alıkoyamadı kendisini. Mutluydu.
Aslında bu yazıyı daha da uzatıp pek çok karaktere ve bu karakterleri oynayan oyuncuların pek çok duyguyu dışa vurma halleri üzerine övgüler yazmak mümkün. Ama bunu benim yapabilmem çok zor. Çünkü öyle bir içime işlemiş ki Martı. Ben aslında salondayken yer yer oyundan koptuğumu sandığım, izleyici olarak rezilleştiğim anlarda bile sahnedekiler ve oyun her hücremde kendine yer bulmuş. Yer bulmakla kalmamış her saniyesini kazımış; aklıma,ruhuma, duygularıma... İşte bu nedenle her şeyi yazmaya kalksam, üstelik de oyunun üstünden bir gün geçmişken ve sürekli fark ediyorken, okuyana ciddi anlamda sıkıntı vereceğim kesin.
Oysa ben rezil bir seyirciydim bu oyunda
Bütün şu yukarıdaki övgüleri yazan adam: Oyunun birinci perdesinin bir bölümünde sıkıntıdan koltuğuna iyice yerleşmiş, kafasını koltuğun arkasına yaslamış ve ara ara kendini uyuklarken yakalıyordu. İkili ve uzun diyaloglu bölümlerde, yazacağı yazıda "Ya abi ne kadar uzatmışsın, bunu daha derleyip toplayıp, daha akıcı ve dinamik hale getirebilirdin, bizi baymanın ne alemi vardı" gibi cümlelerle yönetmene laf sokmayı düşünüyordu. Diyalogların çoğunu dinlemiyor, ya da öyle sanıyor, bunun için en ufak bir çaba bile göstermiyordu. Bir an önce ara olsa da çıkıp gitsem fikrindeydi.
Aklından işkembe çorbasının keyfi geçiyordu ki daha önce yazdığı yazılarda oyun bırakıp bu eyleme gittiği görülebilir.
İlk perde uzayınca ve arada bir yerde ışıklar kararıp da sahnede dekor değişimi anlamında bir hareketlilik oluşunca "Bak adamlar seyircinin perde arasında kaçacağını düşünerek, perde arasını ışıkları kısıp, dekor değişikliği yaparak oyuna yedirmişler" bile dedi.
İlk perdede çıkan bir kaç kişiyi, ki özellikle teknoloji kuşağı genci görünce, bunu fırsat bilmeyi bile düşündü. Perde arası verildiğinde dışarı çıkıp bir su aldı, o ara gitmeyi düşündü. Sonra vazgeçti. İçeri girdi ki bu esnada salonun yarısının ikinci perdede olmayacağı konusunda bir tahminde bulunmuş ve bundan ukalaca bir bilmişlik hazzı almıştı.
Sonra özellikle genç izleyicinin salona döndüğünü görünce şöyle dönüp de arkasına bir baktı, yer yer boşluklar olsa da salon dolmuştu, utandı. Sonra şöyle bir kanaate vardı ve bunu yazısında kullanmayı düşündü, hatta bu düşüncesini bir mektupta şu şekilde paylaştı: "Fakat bir yanda da seyircinin çektiği ızdırap var; bu, oyunun suçundan ziyade insanoğlunun televizyonlar, diziler, cep telefonları, kısaca hayatına girmiş teknoloji ile oluşturduğu yeni "sabır" anlayışı ve kolaycılıkla alakalı."
İşin özü: Bu oyun gerçek bir tiyatro eseridir. Tiyatronun hakkını vermektedir. İlla da kusur aramazsanız ve oradan bakmazsanız kusursuz bir oyundur. Son tahlilde rezil bir izleyiciye bile yukarıdaki övgü dolu yazıyı yazdırmıştır.
Üstelik yazıda rezil izleyicinin hissiyatının azı vardır çoğu yoktur. Bu oyun "Ey tiyatro iyi ki varsın, hala yaşıyor ve yaşatılıyorsun" dedirtmektedir.
İzleyene ayar verip, kendisiyle yüzleştirip; dayatılan dünyanın ötesine itelemektedir. Sadece bu neden için bile kendinize bir iyilik yapın.