16 Haziran 2010 Çarşamba

Kelimeye Takıldım ve Bu Kez Ben Abarttım

Birisi hakikaten müthiş gerilmiş...

Ben manik sanıyordum ve gülümseyerek bakıyordum. Ama dünkü benzetmesi hakikaten durumun depresif de olduğunun göstergesiydi.

Anlaşılıyor ki, ateş bacayı iyice sarmış.

Sürekli oraya buraya saldırmalar... Her söze anormal derecede kulak kesilmeler... Her cümleden manalar çıkarıp, görmezden gelemeyip üzerine atlamalar... En köşe yazarlarının cümlelerine yanıtlar yetiştirmeler, alemin tümününün sözlerinden alınıp malzeme çıkartmalar, durumun vehametini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor sanki.

Bir de farkediyorum ki, sürekli bir yeldeğirmeni yaratma hali mevcut, ve üst perdeden bağrış çağrışlarla o değirmenleri dövüp dövüp duruyoruz. Tüm bunlardan da kahramanlık destanları çıkartıyoruz.

Bu zavallı, derinliksiz, lümpen, gözü yaşlı sığınmacılık hali ve kendini sürekli gündemde tutma çabaları; bir süre sonra, "bakakalırım giden geminin ardından" halini yaşama korkusundan diye düşünüyorum. Benim teşhisim böyle...

Cumhurbaşkanlığı hayalden de öte, gerçekleşmesi mutlak bir hedefti gözünde ve neredeyse kesinliği matematik olarak sabitti. Bu güvenle ertelenmişti bir dönem sonraya. Hem karizmasına karizma katmış, kocaman bir fedakarlığı gözümüze sokmuş, gözü makam koltuk sevdasında olmayan bir insan cakasıyla, havasını da basmıştı.

Kendi aklınca, önünde, o makamı güçlendirecek değişikleri yapmaya olanak tanıyan uzunca da bir zaman vardı. Her yetkiyi istediği gibi dizayn edip, ülkenin tüm kurumlarını törpüleyip istediği kıvama getirerek, pek sevdiği "Arap" kardeşleri örneklerindeki gibi bir devlet başkanlığını da, çantada keklik görüyordu.

Diktatoryal hesaplardan değildi ama bunlar... Çocukca ve masumane heveslerdi hepsi. Kendini "en" görmek de, insanca bir duyguydu. Ülkesini neden böyle bir yetenekten yoksun bıraksındı.

Devraldığı ülke 87 yıldır tek çivi çakılmamış bir coğrafyaydı ve onca yılda yapılamayanları 8 yıla sığdırarak, kıskanılır bir ülke haline getirmişti. Ama bu yükselen ve onun şahsında güçlenen ülkenin askerlerinin kafasına çuvallar da onun zamanında geçirilmişti. Onca emperyaliste kafa tutan, onları vatan topraklarından kovan ülkenin yerini elçileri aşağılanabilen bir ülke almıştı. Bu kadar kusur kadı kızında da olurdu. Son olaydaki gemi de Komor bandıralıydı zaten. Çok yönlü dış politika açılımımızın ufacık kusurları olarak görülebilirdi tüm bunlar. Üstelik elimiz kolumuz bağlı durmuyor, her olayda gürlüyor, ama bir türlü yağamıyorduk. Olsundu.

Sanırım sayın profil şu aralar, seçim sürecine girilmesiyle yükselen ve hareketlenen toplumsal muhalefete ve önüne gelen anketlere bakınca yakın geleceğinde, 12 eylül tasfiyesinin ürünü olan Anap'ın akibetini görmeye başladı. Bu korkuyla dökülüyor, herkese yetişmeye çalışan akıl yoksunu kelimeleri... Artık mağduriyet alanları yaratamıyor ülke içinde, bu yüzden dışarıdan malzemelerle saldırıyor içeriye.

Dalga geçercesine konuşmaya çalışan yüzünün ifadesindeki gülümsemeye bakıyorum; kendinden emin bir güçten ziyade "mış" bir güçlülük görüyorum. Kalabalıklara söyleyecek malzemesinin kalmadığının en çok o farkında sanki... Vadettiği, parlattığı, saldırdığı her şey sonuçlanamadan, olumluya yönelemeden elinde patlıyor, yavaş yavaş... Ve belki de farkına daha çok varıyor ki; "Konjonktürle gelen, konjonktürle gidiyor," hem de bir daha gelmemek üzere...

Ve ona en çok batan ve onu en çok korkutan da şu sanırım: Böyle gelenlerin gideceği farkedildiğinde, önce etraflarındakiler kendilerine yeni kapılar aramaya başlıyor, oralara kapakları atıp daha da yalnızlaştırıyorlar kişiyi, kahırlara sürüklüyorlar. O şaşalı günler, o ben neymişim yahu hallerinin çakma yaldızları bir bir dökülüyor. Ve biliniyor ki; o korku bedeni sarmışsa, ecel de mutlaka geliyor. O zaman da iyicene pervazsızlaşıp her koz oynanmaya çalışılıyor. Tek kişilik ve kontrolsüz bir güç hakim kılınıyor akılda...

Yoksa kırk yıl düşünülse akla gelmeyecek, kimsenin bugüne kadar ufacık da olsa aklının kıyısından köşesinden geçirmediği bir benzetmeye sığınma ihtiyacı niye duyulsun ki...

Allahını seven bana söylesin; köpeğine "Arap" adını bir ırkı, ulusu aşağılamağı düşünerek koyan bir tek kişi bile olmuş mudur bu ülkede? Yoksa, köpeğinin rengine yönelik olarak koyulmuş, sevgi yüklü sempatik bir sözcük müdür Arap? Ve en çok hangi ekonomik gücün olduğu sokaklarda rastlanır Arap adlı köpeklere, biri başbakana söylesin allah aşkına...

Yahu kimin aklına gelirdi ki bu ülkenin yedi düvele kafa tutan başbakanı ateşli bir "nutkunun" içine bu ibareyi koyarak, bir ırka arka duracak ve onları; kendi ülkesindeki insanlara çakarak, aslanlar gibi savunacak...

Yoksa buradaki hayallerin imkansızlığını görüyor olmanın, yeni yeni sevgilerde, hayallerde teselli aramanın, insanın pek dili varmıyor ama, hani manik- depresif bir halin dışavurumu mu tüm haller... Acaba?

14 Haziran 2010 Pazartesi

hap..hap..hap…

Bin öykünün yolculuğunda-VI-

Varmış bir zamanlar bir ülkenin başında bir Abuş. Okumuş küçücükcücükken Köroğlu’nun öyküsünü. Büyüyünce Köroğlu olcam ben, diye tutturmuş. Gün olmuş devran dönmüş, danalar girmiş bostana, kovmuş bostancı danayı, Abuş büyümüş. Büyüyünce anımsamış küçücükçükken ne olmak istediğini. Ayvaz’sız Köroğlu mu olunurmuş, o da bulmuş Fettuş’unu. Fettuş da onu aramaz mıymış meğer, ümmetkarınızım, diyerekten.

Bir gün Teksas’ta atıyla gidiyorken Abuş, bakmış bir ağacın altında kaval çalıyor bir çoban, koyunlar otluyormuş.

Çoban emmi çoban emmi merhaba.. ben Köroğlu’yum, şurdan bir koyun ver de bizim kovboylara bir ziyafet çekeyim akşama, demiş. Der demez, fırladığı gibi Con Vayne, “seni bilmem ne yaptığımın oğlu” deyip basmış kıçına tekmeyi. Dar atmış atına kendini Abuş, kıskıs gülerek gelmiş çocukların yanına. Hayr’ola, demiş kovboylar ve Fettuş. Hiç sorma, demiş Abuş, anlatmış olanları.

Sen şimdi atla atına da git bul, selamımı söyle çobana, bu akşam çocuklara bir ziyafet çekecek, bir koyun verir mi sor, demiş. Fettuş da Köroğlu’nun dediği gibi yapmış, atlamış atına biraz gittikten sonra bakmış ki, bizim yaşlı çoban yine orda. Söylemiş bakalım Fettuş, ne demiş.

Aldı Fettuş: Selamünaleyküm Çoban emmi! Nassın, eymisin?

Dedi Çoban: Aleykümselam oğul. Nassolsun, Allah ümmete dövlete zeval vermesin!..

Aldı Ayvaz: Çoban emmi, Çoban emmi!..

Dedi Çoban: He oğlum, de oğlum?

Aldı Fettuş: (Ağlayaraktan) Abuş’un selamı var. Bu akşam bir cemiyetimiz var da, vargit çoban emmimize bir koyun verebilir mi, bir sor dedi!

Aldı çoban: O nasıl söz öyle, emri başım üstüne, lafı mı olur bir koyunun, sürüm feda Köroğlu ağama, yeter ki sen ağlama. Zıpırın biri geldi demin, demez mi ki; ben Köroğlu’yum ver bir kuzu bana, bastım kıçına tekmeyi zibidinin.

Böylece almış koyunu Fettuş gitmiş, anlatmış olanları Abuş’a…

Sonra mı ne olmuş? Daha ne olacak: Fettuş Ayvaz, Abuş Köroğlu rolünde bir film çevirmişler Holivutta, çobanın koyunlarını deve yapmışlar. Siz, ister “yok ya?” deyin bağıraraktan, ister, “yok deve!” deyin çağıraraktan…

Diyelim ki, şimdi bundan ne mana çıkar, diye sormuş olsun yazar, taklit ederekten Fettuş’u. Ve sonra yanıtlamış olsun kendi sorusunu, her zamanki gibi burnunu çekerekten silerekten yeşil harmanisinin yenine gözlerini. Ne mana çıkacak bundan: ‘çıkar’ı vermiş Abuş’a, ‘mana’yı geçirmiş zimmetine…

Anlayacağınız; “filfitili”ne döndüm, şınladım onkolojide ışınlandığımdan bu yana. Ararken kafiyeyi, Hüseyin Mayadağ’dan söylüyor taş plakta, dinliyorum Safiye’yi

Neye baksam ne görsem,
gelir bana gam olur.
Felekten bir gün çalsam,
vakitsiz akşam olur


Böylece ansıyorum Nef’i’yi, çekiyorum enfiyeyi bol bol hapşırıyorum. Hap..

hap.. hapşu!...


Ekmel Denizer


Ataköy, 04 Ocak, 2008

11 Haziran 2010 Cuma

Emrin Olur ;)

(07:49):

günaydın adam...

içine dolmak istedim bu sabah

(07:50):

ben akayım kan yerine damarlarında

ben taşsın heryerinden...

baktığın heryerde ben

gördüğün hep ben olayım bugün.

yüreğinden sakın ola çıkarıp da, bırakma bir ağacın dalında


(07:51):

sakın ola bırakma denizin beyaz köpüklerine...

ve sakın, ama sakın aklına bile getirme

bir sokak arasında duvara bırakmayı yüreğimi...


(07:52):

sırtım dönük olmasın köhne bir binanın kapı aralığına

dayanamaz, öpersin...

laf olur, yeni yetme çocukların ağzına;

kaç yaşında adama bak

kaç yaşında kadını öpüverdi sokak ortasında

hem de, yeni yetme bir delikanlı hevesinde diye

koşa koşa gidiverirler mahallenin kahvesine...


(07:53):

ağız dolusu kahkahalar yükselir havaya,

ağır gelir hayıflanmalar, kıskançlıklar, ah keşkeler,

düşüverir her biri başlarına...


(07:54):

yüzümüzde utangaç bir gülümseme

ben senin yüreğinde saklı

geçiveririz önlerinden

dalar gözleri her birinin geçmişe, eğer yaşları almışsa başlarını...

ve her biri hayallere kapılır,

henüz ermemişlerse 18lerine


(07:55):

ve biz şimdimizi yaşarız seninle

biraz sarmaş

biraz dolaş

biraz aşk

biraz hasretle...

bugün sakın ola beni aklına getirme

bırak biraz daha kalayım yüreğinde...


Resimler, 1955 Polonya doğumlu sanatçı Roman Zakrzewski'ye aittir.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP