11 Haziran 2010 Cuma

Emrin Olur ;)

(07:49):

günaydın adam...

içine dolmak istedim bu sabah

(07:50):

ben akayım kan yerine damarlarında

ben taşsın heryerinden...

baktığın heryerde ben

gördüğün hep ben olayım bugün.

yüreğinden sakın ola çıkarıp da, bırakma bir ağacın dalında


(07:51):

sakın ola bırakma denizin beyaz köpüklerine...

ve sakın, ama sakın aklına bile getirme

bir sokak arasında duvara bırakmayı yüreğimi...


(07:52):

sırtım dönük olmasın köhne bir binanın kapı aralığına

dayanamaz, öpersin...

laf olur, yeni yetme çocukların ağzına;

kaç yaşında adama bak

kaç yaşında kadını öpüverdi sokak ortasında

hem de, yeni yetme bir delikanlı hevesinde diye

koşa koşa gidiverirler mahallenin kahvesine...


(07:53):

ağız dolusu kahkahalar yükselir havaya,

ağır gelir hayıflanmalar, kıskançlıklar, ah keşkeler,

düşüverir her biri başlarına...


(07:54):

yüzümüzde utangaç bir gülümseme

ben senin yüreğinde saklı

geçiveririz önlerinden

dalar gözleri her birinin geçmişe, eğer yaşları almışsa başlarını...

ve her biri hayallere kapılır,

henüz ermemişlerse 18lerine


(07:55):

ve biz şimdimizi yaşarız seninle

biraz sarmaş

biraz dolaş

biraz aşk

biraz hasretle...

bugün sakın ola beni aklına getirme

bırak biraz daha kalayım yüreğinde...


Resimler, 1955 Polonya doğumlu sanatçı Roman Zakrzewski'ye aittir.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Yaz Ekranı!

Dün, Yaşar'ın yeni albümü Eski Yazlar'a takıldım kaldım. Sanırım şarkıcı olsam Yaşar olmak isterdim. Yok yok sanmak değil bu, kesin o olmak isterdim. Her albümü çıktığında farkediyorum ki ben, sürekli onu dinliyorum. Kimilerine göre, Yaşar, kendini tekrar eden biri olabilir. Gerçi bu yönde bir eleştiri de duymadım bugüne kadar... Benim "number one"larımdan biridir ve kesin olan da budur.

Ve sanki her Yaşar albümü, bir şahane yaşanmışlıklar dönemine denk gelir ve üst üste dinlenir. O, sanki yaşanan anların tercümanı gibidir... Yaşama bırakılmış mutlu anların müzikal notlarıdır Yaşar albümleri... sanki! Tıpkı geçen albüm "Sevda Sinemalarda" da olduğu gibi...

E bu kadar sevdiğin biri söylemeye başlarsa... Güneşin evin arka tarafına geçtiği, bütün pencerelerin perdelerinden kurtarılarak özgürleştirildiği, denizin tümüyle evin içine dolduğu akşamüzerinde; buz gibi, ve şahane bir kadının önerdiği %100 malt(Tuborg) biraya yaslanarak, havanın usul usul kararmasıyla oluşan çakma bar ortamına katmerlenmek de farz olur. Bana da tam anlamıyla öyle oldu; çünkü Yaşar'ın ardından sahne alan, Uyan adlı albümüyle Jehan Barbur'du.

Sonra bu atmosfer, aklımı alıp, geçen yıl bu zamanlardaki bir bar akşamının ortasına bıraktı. Bütün o keyifli anlar bir bir geçerken gözümün önünden, bu yaşanmışlığın üzerine bir yazı yazma fikri oluştu... Lakin, bugüne planlamıştım ki yazıyı; yaz temizliği için yanına kattığı temizlikçilerle küçük bir ordu oluşturan kız kardeş yüzünden ve mecburen, terk-i diyar etmek zorunda kalıyorum... dolayısıyla da istediğim yazıyı yazamıyorum.

Bunun üzerine, yaz tatiline giren televizyon uyanıklığı yaparak, bence La Paragas'ın "best of"larından biri olan bir yazıyı, iki güzel şarkıcının yarattığı ambiansın ve duyguların bir yansıması olarak yeniden ekrana getiriyorum ki, asıl istediğim yazıyı hatırlamak için, notlarım olsun.

İlk yayın tarihi Temmuz 2009



Balkon.

Bir oval masa ...


İki sandalye: Oyun seslerinin yankılarını sabaha, hatta öğlene, hatta akşam üstüne bırakmış oyun sahasına, hatta bütünüyle yaşama dönük...


Kadın, adam, sesler, binalar, gökyüzü...


Yağmurun sesi sicim sicim...


Kadın aniden kalkıp sırtını dönerken ufka, yağmura ses oluyor: '' Lütfen beş dakika daha''...


Kadın girerken içeri, yağmur bir doz artırıyor şiddetini...


Adam, artık hızla işleyen zamana bakarak bekliyor...
İçeriden gelen müzik yağmura, bir de hüzüne karışıyor; ve çok, ama çok zamanlara doğru uzuyor...

Yağmur ve tesadüf üzerine konuşuyorlar, gözlerinin sesiyle, senli benli....


Adam kadına dönüp, iyice yaklaştırıyor sandalyesini... Bacağının sağda olanını masanın altından uzatıp kadının sol bacağının üzerine sarmalıyor... Gözlerinin kucağında kayboluyor.


Gecenin bir vakti, bir bar...

Latin sokakların terinde bir bar...
Karanlığın varoşu, ıssızı, ama ıpıssızı bir bar...

Öyle bir bar ki, ay ışığı tahtaların arasından sızamayıp, dışarıda kalıyor...


Bir mum yanıyor, bir metre kadar uzağa düşen masada; ki yaklaşık otuz santim genişliğinde, yüksek, ince ve uzun...


Belli ki, barın saati gelmemiş henüz...

Adam gelip tam da o masanın kapıya bakan tarafına oturuyor...


İçerde bir tek bir kadın var, uzun barın arkasında, içki şişelerinin ve bardakların önünde...


Usul bir vantilatör serinliği eşlik ediyor, ıssızlığa...


Kadın iki büyük ve konik bardak alıyor barın üzerine... Büyükçe!


İçine nane yaprakları çıkarıyor dolaptan, soğuk ve taze...


Sonra, iri limon parçalarını ...Sonra, esmer ve toz şekerleri...


O an, tahta aralıklarından dışarının masmavisine bakan adam dönerken masasına; barın sahibi kadın da, içine küçük bir dövecek koyulmuş bardakları uzatırken önünden geçen adama, ses oluyor : ''Limonları ezer misin?''


Adam: Nane yapraklı, ama taze ve soğuk nane yapraklı bardaktaki limonları, usul dokunuşlarla eziyor...


Barın sahibi kadın: Küçük bir tabağa ip iri, ipkırmızı kirazlar koyuyor; soğuk ve taze...


Gözucunda parmakların ritmi, düşünden şunu düşünüyor: ''Bu adam, evet bu adam sevişmez!''


Kiraz konmuş tabağı, yine soğuk ve taze nane yapraklarıyla süslüyor... Öylesine ama! özenle...

''Bu adam var ya bu adam: Sevişirken bile sever'' diyor, son iççekişinde ...


Adam limonlarını ezdiği esmer şekerli taze ve soğuk nane yapraklı, irice ve konik bardakları barın üzerine bırakıyor; donuk ve silik, ve hatta hüzünlü bir heykel gibi...


Barın sahibi kadın, kahretsin tadında bir varlıkla, küçük bir şişedeki votkaları pay ediyor, iki büyük konik taze ve soğuk nane yapraklı ve buz ilaveli bardağa...


Sonra bir şişe soda açıyor; ve bardaklardan birine koyuyor sodanın çoğunu...


Diğer bardağa, çok az kalan sodayı ilave edip, ikinci şişe soda için dolaba yöneldiğinde; gözlerinde yokluğun isyanı yankılanıyor.... ''Kahretsin!'' diyor havadaki ses...


Ama! Sanki; o az evvelki heyecan yitmiyor, ya da izin bulamıyor yitip gitmek için... Barın sahibi kadın, bu kez, iki bardaktakileri bir bardakta topluyor. Bardak önce senli benli oluyor, sonra yine iki bardakta tek .


Barın sahibi kadın, kenara ayırdığı bir kaç kirazı alıyor; özenle ve bıçakla çekirdeksiz parçalara ayırıyor ; tıpkı, adamın az önce, taze ve soğuk nane yapraklı ve esmer şekerli konik ve büyük bardaklardaki limonları ezmesinin tadıyla, kiraz parçalarını bardaklara pay ediyor.


Adam barın kapıya bakan tarafında, kocaman, ama dışarıya karanlık bir pencerinin önünde, yüksek bar taburesinden bakıyor.


Barın sahibi kadın, elindeki içkilerden birini adamın önüne bırakıyor... Diğerini de adamın bir karış karşısına ve kendi önüne.


Şimdi sahne şu: İpince bir masanın iki yanında yüksek bar taburelerinde bir adam ve bir kadın; ama! Evet evet... Kadın ama ne kadın, adam ama ne adam kıvamında bir kadın ve bir adam.


Barın sahibi kadın bayağı zekice, biraz duygu yüklü, biraz meraklı ama en çok da hakim bir edayla, adamın donuk, hüzünlü ve utangaç haline dikip bakışlarını: Barı yeni açtığından, daha doğrusu açmaya çalıştığından falan söz ediyor. Adam heyecan ve utangaçlık yüklenmiş bir sesle konuşuyor: ''Bu gece ''diyor, ''Kimseyi almamanız mümkün mü?'' Kadın, birikmişliğin, hüznün ve olmuşluğun bakışıyla, ''Olur!'' diyor; gülümsemesine biraz çapkın, bir oyun keyfinin sağa çıkıntı yapan dudak hareketini usulca ekleyerek.


Adama soruyor, barın sahibi kadın: ''Yalnızsınız?''

Adam, bakışlarını kadının gözlerinden kaçırmadan, utangaç ama oyuna ortak bir ses tonuyla, sessizce ama bakışlarıyla bağırarak: ''Hayır!'' diyor...


Barın sahibi kadın konuşmanın ve oyunun insiyatifini ele almış olmanın keyfiyle, gözlerini hafifçe boşluğa savurup, sonra adamın ta içine kadar bakar bir girişkenlikle, ''hımmm!'' diyor...


Ve çok lezzetli, çok zekice, ama o kadar kışkırtıcı bir oyunun başladığının habercisi bir gong çalıyor barın sessizliğinde...


Adam masanın öte tarafından kafasını eğiyor masanın üzerine doğru... Barın sahibi kadınla çok yakın şimdi; hatta yüzyüze... Öyle bir yüzyüzelik ki bu: En mert, en kışkırtıcı, en cesur bir oyun için bütün kalleş silahlar soyunulmuş; sadece aklın, anıların, duyguların ve en çok da zekanın içinde olacağı bir meydan muharebesinin - yok yok bu yakışmadı- bir keyifli düellonun habercisi bu an: Kelimenin tam anlamıyla bir nefesin nefesimde olma hali gibi şık, temiz ve kışkırtıcı...

Barın sahibi kadın adamın yüzünde ve hatta nefesindeyken, yakaladığı tebessüme bakarak soruyor: ''Ne?''


Adam en kışkırtıcı, en oyunbaz bakışın gülüşünü sesine yüklüyor ve yanıtlıyor: ''Ne, ne?''


Görsel: Van Gogh

7 Haziran 2010 Pazartesi

Arkadaşlık ve dostluk üzerine…

bin öykünün yolculuğunda:-XLV-


Balkonda oturmuş, bir elimde kalemim, tütünümü tüttürürken, aksakallı yaşlı bir adamı, Kavaklıpark’ın çay içilen yerindeki bir masaya, karşısındaki genç bir adamla birlikte oturtup, sözü ona bıraktım.

Kutsal bir öykü anlatmak istiyorum, diye söze başladı yaşlı adam.

Öykünün kutsalı mı olur, diyen genç adama, olmaz olur mu, dedikten sonra, ben, arkadaşlığı, içe çekilen temiz bir hava gibi soluyarak doya doya yaşamış bir adamım.

Bugün sana arkadaşlık ve dostluktan söz etmek istiyorum.Çayını iç ve dinle genç adam!

Bu kavram, bana babadan kalma bir miras ve yaşamım boyunca uyanıkken gördüğüm bir düştür.

Sana arkadaşlıktan söz açmayı düşünürken, bir itiş kakıştır gidiyor, neler neleri çağrıştırıyor, öyle yoğunlaşıyor ki kafamın içindekiler; neresinden başlayacağımı şaşırıyorum.

Yine de, sözlüklerdeki, öykülerdeki, romanlardakileri değil, demek istediğim. Arkadaşlığı, topyekün ya da, doyulmamış arkadaşlığı anlatmak istiyorum… yani, iyi ve güzel ne varsa paylaşılan, sevgi, hoşgörü, özveri, kimi zaman şen, kimi zaman acıyla sürdürülen birlikteliği…

Bu, karşılıksız paylaşılan birliktelikte yıllar geçer giderken günün birinde bir de bakarsınız ki, saygı, ilişkinizdeki sevgiyi sarmalamış… İşte o zaman, yaşların geçkinliğiyle, bambaşka bir boyutuna girdiğiniz arkadaşlığınıza titrer, aklınıza düştükçe kovaladığınız bir takım kaygılara kapılırsınız.

Önce, yakışır, deyip, Mevlana’nın olduğunu sandığım, bir meselle başlayalım.

Türlü türlü anlatılan bu meselin, ben, “Fesleğenlerin Altındakiler” diye bilineni anlatacağım.

Sonra’sı, anlattıkça sürüp gidecek bir sonra’dır.

Çocuk, babasına birini öldürdüğünü ne yapacağını sorar. Babası, git, falanca pazarda tezgahı olan arkadaşımı bul, selamımı söyle, durumu anlat, der. Çocuk tarif edilen adamı bulur, babasının selamını ve derdini söyler. Adam, önlüğünü çözer, tezgahını kapatıp gel benimle, der. Ölünün olduğu yere giderler. Adam, cesedi bir çuvala koyup sırtladığı gibi evinin bahçesine götürür. Bir çukur kazıp gömer. Üstüne toprak döküp fesleğen eker. Tamam, şimdi git, babana selamımı götür, der. Çocuk, eve döndüğünde olanları babasına anlatır. Aradan bir zaman geçtikten sonra babası oğluna, o adamın tezgahındaki patates çuvalını devir, der. Çocuk, denileni yapar ve gelip babasına anlatır. Yine bir zaman sonra babası çocuğa, pazarcıya zarar verecek başka bir şeyi yapmasını söyler ve yine çocuk denileni yapıp, olan biteni babasına anlatır. Adam, daha da bir zaman sonra adama bir yumruk atmasını söyler. Yumruğu yiyen baba dostu yaşlı pazarcı: “Ne yaparsan yap, fesleğenlerin altındakini Allahtan, senden ve benden başkası bilmeyecek” der.

İşte, bu öykünün iletisi arkadaşlık mıdır, sır saklamasını bilmek midir, diye düşünürüm. Bana kalırsa sır saklamayı da içeren arkadaşlık, bir erdemliliktir. Evet, arkadaşlık, sırrın açıldığı anda başlayan ve saklandıkça erdemleşen bir kavramdır. İlk adım sırrını açabilmekle başlar, onunla denenir arkadaşlık. Bilgelik, sır saklamayı gerektirir. Sır saklamasını bilmek, bilgeliğin ilk adımındaki sınavdır. Arkadaşlığın ve bilgeliğin ortak olduğu bir öğedir sır saklamasını bilmek.

Kafamdaki itiş kakıştan söz etmiştim ya, belki sadece Bedri Rahmi’nin dostluk ve arkadaşlık adına yazdığı şiiri okumadan önce Nietzsche’nin Wagner’le dostlukları için: “Bunca yıl aramızdan bir bulut bile geçmedi” sözünü söylemeliyim.

Bedri Rahmi’nin, “Arkadaşın var mı ondan haber ver / Ondan ötesi kaç para eder” adlı, arkadaşlık destanının şu dizelerine kulak ver:


Uzaktan uzağa iğde ağacı
Altın tozlu gümüş yüzlü
Usul usul yetim yetim kokardı
Sen yoktun ama arkadaşlık vardı
Bir mavi dumandır tüter
Bir garip serçedir öter
Bir kulak ikide bir çınlardı
Her şeyin yanında içinde her şeyin üstünde canında ciğerinde
Bir şey var özlü tatlı ılık
Adına kurban olduğum arkadaşlık
Sen yoktun ama arkadaşlık vardı
Çok şükür
Ol kimse ki arkadaşı yoktur
Yüzüne tükür
Hayır dur tükürme ayıptır ona bir arkadaş bul.


Sonra’sı bitmez bu konuda yaşlı adamı daha fazla yormamak için, saatine baktırıp, çok geç olmuş, dedirttikten sonra kalemimi parmaklarımdan güçlükle ayırdım.

Ekmel Denizer

Ataköy,03,04.06.2010-00:48

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP