24 Ocak 2014 Cuma

Sapma

Sapma'yı sevdim ki bu kez el yazması kitaplar toplayan, onları kopyalayan, ilginç bir kariyere sahip, 1400'lerde yaşamış kitap avcısı bir kahramanımız var. Olaylarımız da o yıllarda geçiyor. Mizahımız ve üslubumuz da pek güzel.

Ayrıca kitabın ebatlarını da sevdim ben!

Kitabı sevmeye devam ediyorum ana fikrinden, gidişatından ve kurgusundan dolayı.

İçinde geçen pek çok ismi bilmiyorum ama zaten takılmıyorum da onlara...  Kısaca eskinin felsefecileri, tarihi şahsiyetleri deyip geçiyorum.

Kendi içine hapsedip de verdiği ipuçları ile insanı başka kitaplara yönlendiren kitapların meraklandırıcı tadına bayılıyorum.

Bu kitabın yazılmasına temel teşkil eden, adını daha önce duymadığım zatın 1300'lerde yazdığı; din odaklı egemen bağnazlığın önünü kesen, bu zeminde önemli tartışmalara zemin olan, fikir dünyasında çığır açan şiirin olduğu kitabı da merak ediyorum. İlk fırsatta araştıracağım.

Sapma'yı, üzerinde roman yazsa da öyle adlandırmak zor. Daha çok, sıkı ve sorgulayıcı bir bilim adamının, oldukça ağır ve dokunulmaz bir konudaki akademik araştırmalarını, bir serüven örgüsüyle sıkıcılıktan kurtarıp, ana temayı da yan hikayelerle besleyerek okuyanın işini kolaylaştırdığı bir gerçeklik eseri olarak tanımlamak mümkün.

Üstelik insanın kendi düşüncelerini sorgulamasına da yol açan, biraz da yoldan çıkaran "yakılası" bir kitap olduğu da düşünülebilir.

Bir akşamüstü sandalyeye konuşlanmış, sivrilere karşı kendini efsunlamış bir vaziyette satırların arasında yok olmuşken; aklımdan, kesintisiz sorgulamalarla birlikte sevinç cümleleri de resmi geçit yapıyordu. Yeterince gelişmemiş demokratik yapısına, herşeye biçim vermeye kendini yetkin gören başbakanına rağmen, iyi ki bu ülkede yaşıyor olmak manasında.

Şu Sapma var ya güzel kitap!

Hem din olgusu ve onun siyasallaşmış kullanımı, hem de din odaklı oligarşik yapı konusunda acayip bilgilendiriyor insanı, bunu yaparken de eğlendiriyor. Tatlı bir üslubu var ders hocamızın, kendisini en sevdiğim hocalar listesine kafadan soktum ben.

Okurken aklımdan geçen ve bir yazıda kendisinden bahsedilirken kullanılacak cümlelerden biri şu idi: Nasıl ki Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı'sının ilk elli sayfasında insan patinaj yapıp duruyor; bu kitap da ilk sayfalarında insana benzer şeyler yaşatıyor, bazen coşkuyla giderken bazen "Uff sıkıldım," haline büründürebiliyor. Hatta "Yaa bunu bıraksam da daha hafif  ya da daha akıcı bir şeyler mi okusam," dedirtiyor. İşte bu engelleri geçtikten sonra da akıp gidiyor. İnsan okuma evresinden direk yaşama evresine geçiyor. Dağları bayırları aşıp manastırların kütüphanelerinde katalog incelerken buluyor kendini. Kahramanın seçtiği kitabı kopyalamaya başlıyor, parşömenlerin miss gibi kokusunu duyuyor, çağın daksili ile silinmiş kelimelerden süt ve peynir kokusunu alıyor.

Bir de Sayın Ekmel Denizer'i çok andım satırların arasında yok olmuşken: Hani Parmak Ucu Kesik Eldivenler diye bir yazısı var ya blogda; onu okurken çok hissetmiştim olan biteni ve imgeler oluşmuştu kafamda. Bu kez sanki daha önce gören birinden duyduğum şeyleri birebir yaşayan bir fani gibi hissettim kendimi. 

Velhasıl-ı kelam "Venezuela'dan" yeni dönmüş ben, bu kez 1400'lü yıllarda Alp dağlarının orasında burasında, avlularından yiyecek ve canlı hayvan kokusu gelen manastırlardayım.

Kitabın ebatlarını sevdiğimi söylemiştim sanırım; bu da bana pek entelektüel hava verdi. Okunduğu her yerde insanı ayrıcalıklı ve bilge kişi kılacağı kesin. E bu da havalı bir şey sonuçta!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP