Richard B. Rautigan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Richard B. Rautigan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2020 Perşembe

Kıyı Köşe Filmleri ve İki Kitap

"Bazen blogları okudukça ben hiç film izlemiyor muyum hissine kapılıyorum." diye bir cümle geçiriyorum: Pek tatlı insan hallerinden söz eden film izleme anlarının ve izlenenin etkisi ile kıpraşan  duyguların dile getirilişinin beni ele geçirip de gülümsettiği, içinde kaldığım kısa ama sıcak bir yazıya yazdığım yorumda*... Oysa ki izliyorum. Sanırım her ne kadar adapte olsak da içinden geçtiğimiz dönemin yönetilememesi yüzünden eski normalimizden yeni normale geçmemiz, ona daha yeni adapte olmuş hatta hep böyle yaşardık gibi kabul ederek ama tedbirlerden vazgeçmeyerek yine hayatımızı rüya zamanlardaki gibi renklendirdiğimiz bir evredeyken, öncekinin aynısı ama bu kez daha ürküten yeni yeninormalin normal olmasını hazmedemeyen bünyemin başı dönüyor ve ben aslı kısa ama değişkenliğin baş döndürücü hızı nedeniyle zaman mekân ilişkisindeki bağı kopartıyorum. Soğukkanlı bir ben de var çok şükür! "Hımmmm," yapıyor,  "yeni bir ayara ihtiyaç var sanırım." diye düşünüyor, sonra iki ağızlı anahtarları ve tornavida penseyi alıyor, gereğini yapıyorum. Takdir edersiniz ki çok uzunmuş gibi gelse de toplamda 8-9 aylık kısa zaman diliminde bir evreden bir evreye geçmek, sonra ondan unutulana dönmek; tuzu Saraylar olan yönetenlerin fır dönmeleri kadar kolay olamıyor. Alet edevata ihtiyaç var.

Ama insan her ne kadar düşmanı gibi davranıp onu yok etmeye çalışsa da yine de insana kıyamayıp onu mutlu etmek için  elinden geleni yapan Doğa işte! Rabbim tuzu Saray olanları bildiği gibi yapsın ama Ona zeval vermesin.

Köy insanlarının uyandığı bir saatteyim. Denize doğru bakıyorum. Oyun parkındaki kaydırak sokak lambasının sakin ışığında bağdaş kurmuş Buda gibi. Fotoğrafını bir çeksem diyorum sonra üşeniyorum. Nasılsa hep orada diye düşünüp tembelliğimi zamanın insafına bırakıyorum. "Bak aynı ışık olmaz, üzülürsün," diyor iç sesim. Gidip makineyi alıyor, dönüyorum. Fakat aklımı çelen bir değişkenlik oluşmuş o arada. Kafamı sağa çeviriyorum ki!


Ayarlarım tamam, hayat normalim geri dönmüş! 350 mililitrelik sıkı bir keyf kahvesi gerek; zevkle hazırlıyorum: Dokuz gram filtre kahve frenchprese, su kaynıyor ve durdu. Su biraz dinlenirken fırının çalar saatini ayarlıyorum. 350 mililitrelik suyun 50-60 ml.'sini ortada buluşacak bir daire çizerek kahvenin üzerine döküyor, dakika 4.30'dan dörde gelene kadar da frenchpresi çalkalamayıp sakince çevirerek suyla kahveyi kaynaştırıyor, kalan suyu aynı yöntemle ama biraz daha hızlıca ilave ederek tamamlayıp frenchpresle kahveyi dört dakikalığına başbaşa bırakıyorum. Dört dakika sonunda fırının saati seslenince, presi itekliyor, sonra usulca kahveyi 350 ml'lik sıcak suyla ısıtılmış enn sevdiğim kupama döküyorum. Eğer 250 ml. su  kullanırsam da kahveyi yedi grama düşüyorum.  İyi oluyor valla!


Üsteki iki fotoğrafı yazıdan önce koymuştum aslında; yazarken de filmlerin afişlerini koyarım, diye düşünmüştüm. Kahveden söz edeceğimse bana bile sürpriz. Yazarken öylesine döküldü işte! Her zamanki gibi kararlı yazma işini tembele bağlamıştım, kaç gündür giremiyordum yazıya sonra pattadanak girdim. İlk paragrafta zorlandım, ama sonra fark ettirmeden İlham geldi ve çenem akıp gitti sanırım. Rabbim yazının sadedine ulaşabilecekleri esirgesin!

Hımmm... Filmler diyorduk!

Aslında sinemasal anlamda, eleştirmen gözünde, bence hiç değerinde iki film bahsedeceklerim. Söz etmeye değmez aksiyonlar, mizahı olan, üzmeyecek insan hikâyeleri içeren, ısınıp mutlu olacağım "köpük" filmlerin peşindeyim. Bir yanıyla, şu pandemi yoğunluğunda nefes almalı, diye düşünüyorum. Daha önceleri -üşenmediğim bir zamanda- mesai sonrası kanepeye uzanmışken seçip listeme eklediğim filmler içinde dolaşıyorum.  O mu, bu mu falan derken ayırdıklarımdan cin bir film göz kırpıyor ve kafalıyor beni.  Tanıtımında şöyle yazıyordu: "Samir, 40 yaşlarında bir vinç operatörüdür. Bir gün kafede otururken Agathe adındaki bir kadına delicesine aşık olur. O andan sonra onun bir yüzme havuzunda cankurtaran olduğunu öğrenir. Sırf  O'na yakın olmak için yüzme derslerine katılır."

Türkçeye çevrilmiş hali Yüzme Dersleri olan filmin orjinal adıysa L'effet aquatique. Bana uyar!.. Tıklıyorum. Sanırım bir kaç dakikalık tereddütün ardından o da beni seviyor, ilk an çok kaynaşamasak, biraz mesafeli dursak da tanıdıkça seviyoruz birbirimizi. İki karakteri, Samir (Samir Guesmi) ve Agathe (Florence Loiret Caille) benimsiyorum. İkisi de bence sıcaklar. Fakat Agathe'de Florence Loiret Caille bir başka oynuyor. Sertliğindeki mizahı sempatik buluyorum. Fransa'dan İzlanda'ya geçeceğiz, e bunun bende heyecan yaratmaması mümkün değil. Bir de ilginç tiplerle tanışıyorum İzlanda'da. Manzara, şu bu derken bir bakıyorum zaten kısa olan film bitiyor. O ara içimdeki ukala, şu film yazıları yazan yani: "Neydi bu şimdi?" diye gaza getirmeye çalışsa da beni, hiiiçç oralı olmuyorum. 



"Eğlendim Oğlumm, güldümm, karakterleri sevdimm, içim ısındı mutlu oldumm."

 

 

"Uğraşmaaa, hiiiç tartışamam senle... "

 



"Sevdim yahu, anlamıyor musun?!"

 

Diyorum ...




Sonra yine listemdeki bir afiş dikkatimi çekiyor ve altındaki "Tek amacı normal bir insan olmak olan 30 yaşındaki Maria'nın yapması gereken yedi maddeli bir listenin hepsini tamamlamaktır. Tabii aslında normalin ne olduğunu sorgulamaya başlaması da an meselesidir" cümleleri de perdelerimi açıyor. İyi hisler aldığım filmin portalda Normal İnsan olan adının orjinali afişte de görüleceği üzere şöyle: Requisitos para ser una persona normal. Film kafadan vuruyor beni. Bu çok normal, çünkü Almodovar renkleri var. Leticia Dolera yazmış, yönetmiş ve oynamış. O, Maria. Bir de Borja'mız var, Manuel Burque ki onun entelektüel bir havası, olgun bir kişilik -gibi- duruşu var. Önce bir rastlantısal karşılaşma gerek sanırım. Sonra usuldan usuldan Maria'ya yürüyecek. Ama,  ya kabul görmezse ürkekliği var, çekingen, gözlüklü sakin bir kişilik. Biraz da içe dönük mü acaba? Bir de Gustavo!..

Maria'nın kendini arayışları ile daha kontrollü Borja arasındaki ilişki Maria tarafının kadınsı heyecanları ile pek örtüşmese de dostluğu ve sohbeti güzel. İşte bu nedenle de her romantik filme lazım olan Gustavo var. Bildik bir durum yani. Burnunun dibindekini, seni seveni, güzel vakit geçirdiğini boşlayıp, popüler görünümlü ota konma durumu. E sonuçta gençlik başta duman; golü kendi kalende görmeden olmaz!

Mekânlar ve coğrafya akıl çelebiliyor. Ukala, nedense bu filme çok müdahil olmuyor. Maria'nın annesi de enteresan.

Orta yaşa yürüyen, aslında genç ama "Yoksa... yoksa yaşlanıyor muyum? Tanrımm!" telaşlarındaki ergen halleri ile Maria bildik ama yine de onu sevimli ve ilginç buluyor, Borja'nın yüreği ve duyguları ile de sıcak dakikalar yaşıyorum. Tebessümlü bir seyir, seviyorum.



Pedersen Hoca'nın üzerine gül koklamam diyerek bir süre o türde bir kitap okumak istemiyorum. Kitaplıktayım, seçim yapmak zor derken birini alıyor, bir göz atayım şuna diyor, okumaya çekiliyor sonra da yok bu olmaz deyip geri bırakıyorum. Bir ara sıcak gerek bana... ama sıkı bir kitap olmalı. Bilmediğim bir yazarın 92 sayfalık kitabını çekiyorum bu kez raftan. B.Nihan Eren- Hayal Otel. Kitabı aslında Leylak Dalı'nın bir kaç ay önceki bir yazısında görmüştüm. O'na teşekkür etmeliyim. Güzel söz edilmişti ki ondan öte, fotoğraftaki kitapla etkileşimimiz iyiydi, gözüme girmişti. Severim bu halleri. Çoğunlukla, hatta %100 yakın bir oranda yanıltmaz beni hislerim. Hayal Otel'in üzerinde öykü yazıyor. Benim de niyetim öykü okumak zaten. Yazarın üslubu kıskanılası, karakterleri bol ve renkli, hikâyeleri enterasan. Bayıldım. En fazla üçüncü öyküye gelmişken, başka kitabını siparişe ekliyorum, geldi ve şu an sırasını bekliyor. Öykü yazıyor demiştim, değil mi? Aslında bir roman! Öykülerdeki karakterler gezgin, aynı mekandaki başka alanlarda ve başka öykülerin içinde buluşuyorlar. Gizemleri var!

Neyse uzatmayayım: Yazarı çok sevdim, üslubundaki kıvraklığı, o kıvraklığın bayılınası cümlelerini kıskandım. Tarzını çok iyi bildiğim insanlarım dışında çok kere tekrar ettiğim gibi, tavsiyeci biri değilimdir. Ama rastlandığında kesinlikle bir göz atılmasını tavsiye ederim!



Ve Richard Brautigan. Ben dışında herkes haberdarmış da haberim yokmuş. Bir kitabını almış, yazmıştım da. Yine bu kitapta iş vardır içgüdüsüyle bir seçimdi Sombrero. Farklı üslup hoşuma gitmiş övgüyle de söz etmiştim. Yine kitabının adıyla vurdu beni Richard: Tokyo-Montano Ekspresi. Sandım ki tren yolculuğu... Küçümsemişim. Oysa ki ne yolculuk! Roman. Öyle yazıyor. Birinci tekil şahıstan anlatılar... Kısa kısa... Ama ortada duran bir roman. Hani hayatım roman derler ya... Onun hayatı kaç roman? Gülümsetiyor da...

 

Tokyo-Montano Ekspres'ini okurken. Bir başka yazarı çağırdı aklım sürekli. Belki aynı iradeyle bu dünyadan göçmüş olmalarıydı bunun nedeni, bilmiyorum. Géza Csáth, Brautigan'dan  önce girmişti hayatıma, öykülerine bayılmıştım... Macar yazarlara zaafım olduğundan değil, afyon yutmuş hissettiren, 1888'de doğup 31 yıl sonra sona eren hayatına sığdırdığı öyküleri yüzünden. Merak edin!





*Sıcacık Yazı

3 Ocak 2020 Cuma

Mektuplarıma Değişik Zamanlarda Kitaplar Sızmış

... Bu arada Herta Berlin* abla hakikaten ilginç; ilk defa bu üslupta bir romana rastlıyorum; bir okur için sıkıcı ve zor olabilir ama ben okuyorum valla; bişi de anlıyorum, ama kendisine hayran kaldım mı, hayır! Bir kere ideolojik ve siyasal yaklaşımı açısından ve fotoğrafından yaptığım karakter analizinden yola çıkarsam; abla sen halt etmişsin, derim! Lakin bir roman işte bu, diye bakarsam, şimdilik bir sorunum yok kendisi ile. Yeni başladığım kitabının girişindeyim, kendisi ile iyi bir ilişkimiz olacak gibi! Tilki ise garip bir okuma serüveni oldu benim için, farklı bir üslup okey, itici duruyor alışkın olmayan bedende, buna da okey, bu da ne lan yazar bayan, diyorsun, buna da okey, ama sonuçta merak edip bitiriyorsun; hatta aklında olaylar ve karakterler kalıyor, görsel manada da bir film izlemişim ben yahu, diyorsun... Enteresan bir durum yani?!!



... Az önce bitirdim Vahide'nin hikayesini; ödüm koptu mutsuz sonla bitecek diye! Jale Sancak işte; güzel insanların, mekanların ve duyguların efendisi; gözlemleri kudretli, kalemi masalcı, gözlemci ama eleştirel ve duygulu kadın... Bir de yumuşakça ve sevgiyle de anlatılabildiğini gösteriyor ya kendisi, tüm sert eleştirileri.... Şu yanımdaki kahvesi dabıl şat, şekeri tek, sütü dik duran esmer şekeri aşmış ölçüde, kahvesi 4 dakika dinlendirilmiş, sütü mikrodalgada 40 saniye ısıtılmış ama senkronize edilerek aynı anda kahve ile buluşturulmuş sütlü sabah kahvesi tadında kendisi, kesinlikle! Çok seviyoruz kendisini, elde değil! Ama balık pişirici abi ve Hristo da muazzam.



... Önce, dedim abi sen ilk ya da ortaokul öğrencileri için mi yazdın bu kitabı. Sonra aldı götürdü beni. Yazarın üslubundan yola çıkarak sen ne uyanık bir adamsın lan, dedim. Fırlama bi şahsiyet, fırlama bir üslupla öyle akıcı bi roman yazmış ki, neredeyse 160 sayfalık kitabın yarısına geldim. Sanki bir film izler gibiydi?! Valla ben ünlü bir yönetmen olsam, bunu film yaparım; eğlenceli ve aslında eleştirel bir -siyasal- gözlem romanı kendisi. Sevdim yani; kitabı bitirmek üzereyim; bugün, olmadı yarın işlem tamam gibi. 10-15 sayfa falan kaldı ki bu sayfalarının hepsi dolu bir kitap sayfası da değil. İlginç bir kurgusu var kendisinin, toplam sayfanın üçte biri boş; herhalde iki, üç farklı olayı ayrı ayrı yazmış, sonra bir paralel evren kurgusu yapmış, dolayısı ile bazı sayfaların yarısı boş kalmış! Fantastik ögeleriyle birlikte çok eğlenceli yahu...



... D vitamini candır bayanım, taze bedenlerin ihtiyacıdır kendisi, for example çocukluk. Bu arada Mucizevi Mandarin, ya!.. Ben; şu ukala, yerli yazarlara mesafeli duran mal ben yüzünden neler kaçırmışım aslında! Gerçi kuraklık mevsimlerinin yüzünden deyip suçu inşaatta çalışan, hem proleter, hem kapitalist bene de atabilirim. Bayıldım kendisine, bu kadar duru ve de edebi ve de bir film izletircesine yazmak yaa... aynı ben!!! Bir de işin içine başka ülkeler, başka şehirler girince bana sahip olmak çok kolay gibi... Prag candır, henüz kitabın ortasındayım ama içinde Prag geçince işte, memleket hasreti gibi tüttü gözümde; kendimi bizim mahallede bir barda görüverdim, biralar masaları dolaşan trenlere yüklenerek geliyordu. Kapitalist yanım verimliydi, biraz da onun özgüveni ile coşmuş ve şımarmış olabilirim!! Lakin bayanım; kitaptan önce mi yoksa kitabın etkisi ile mi oldu şimdi ayıramıyorum; muhtemel ki kitaptan önceydi ve benimle aynı segmentte sayılabilecek bir yazar da bahsedince sütlü neskafeden; dün aldığım bisküvilere eşlik için yapayım dedim kendime bir sütlü kahve. "Yeni yazacağım romanın," düşlerini kurarak tüketeceğim kendisini... Üstelik hava ve saha şartları okumaya müsait, içimde fena halde yazma arzusu var ve ben ne yapacağını şaşırmış, bir şaşkınım. Okusam mı yazsam mı ikilemi arasındayım lakin tembel yanım oku da bitir şu kitabı, diyor. Yazmak için bana bulaşma beni rahat bırak, diye de açıklama yapıyor. Öyle işte, malum, disiplinli bir şekilde sabah rutinlerini halletmem lazım. Sonra da kitabı bitirmem!..


 
... Valla bırak bırakabilirsen listesinde önemli bir yer tutar kendisi! Bir de insanı bir başka dünyaya taşıyor ve sanki bir başka yerde ruhunu dinlendiren bir insan şekline sokuyor. Üstelik sen de yaz, gez- toz, yemek ye, sanat olaylarını takip et şeklinde motive de ediyor. Meraklandırıcı, eğlendirici, heyecanlandırıcı bir film kesinlikle. Sonuçta Fransa işte! Yazarı tanımlamam gerekirse kısaca şöyle diyebilirim; piçin önde gideni. Fena bir hergele ve okuyucuyla bir oyun oynuyor ve seni de o oyuna dahil ediyor; akıcı ve gündelik bir dil, muhteşem kurgu ve illaki hergele bir tutum. Başka kitaplarına bakacağım kendisinin. Tam bir tatil, yol, canım sıkıldı, şu dünyadan kopayım kitabı!. Sanki Piazza denilen mel'un yerin terasında dünyanın en güzel manzaralarından birine bakarken tüketilen hamburgerin ve kolanın keyfi tadında... Her ne kadar bu benzetmem özendiğim anlatılar üzerinden olsa da, aynı mekanda insan sanki Avrupa'nın en güzel yerinde tatildeymiş gibi de hissedebilir kendisini. Bir serotoninlenme hali yani, diye de düşünüyorum; bahse konu yere gıcık olan biri olarak!

 

... İsmail Kadare candır bu arada, sanırım diğer kitapları ile de ilgileneceğim. Okuduğum kitabın ilk sayfasından beri, A..ha bir Kasabanın Sırrı daha, diyorum; biraz da Tütün-Sarı Dünya'nın mizahlandırılmışı. Abi hem iyi bir gözlemci hem de mizahı çok güzel... hem de ideolojinin pratiğini eleştirme biçimi süper; üstelik kısacık kitapta! Kesinlikle filmlik bir kitap! Bir de klişeleri öyle tatlı kullanmış ki, üstelik bir işgali anlatırken. Nazi Subayı ise enteresan bir kişilik, anlatının başarısı sayesinde, kendisini resmedebilirim bile.



... Dün şu Gözlemevi adlı kitaba başladım, önce kavramakta güçlük çektim, girişi pek etkileyici idi; bluz, meme, tuz tadı gibi kelimelerin geçtiği bölüm: insanın hayal dünyası işte, gördüğü güzel şeyleri hatırlıyor! Ve planktonlar var, kitabın içinde! Sonuçta "it" yüzünden yarım bıraktım. Fakat bu sabah baştan başladığımda, bazı şeyleri oturttum, daha anlaşılır oldu her şey ve bayıldım üslubuna. Tamam anlamadığım mevzular var içinde, en azından teknik durumları bilmiyordum, lakin tümden gelim metodu sayesinde, bilinçsizce tabii, her şey anlaşılır oldu birden. İlginç bir kitap ve ben sevdim.  Kısa olması itibari ile de bugün muhtemelen biter. Yazarın diğer kitapları ile de ilgilenmek elzem oldu!



... Okuduğum yeri geri dönüp tekrar okumaya başladığım kitaplar ki bu tadına bayıldığımdan değil, kendimi verip de anlamadığımdan geri döndüklerim; sonrasında en sevdiğim kitaplar hanesinde kendilerine ait müstesna bir yer buluyorlar. Gerçek Hayat bunlardan yeni bir tanesi. Ondan çok şey öğreniyorum; bazen, okumaya ara verdiğim esnada üzerine blog için hayalimden çok güzel yazılar yazıyorum; gerçi  yazar da benim yazılarımdan alıntılar yapmış, benim benzetmelerimden kullanmış kitabında, mesela asılı kalmak, gibi... Şu romandaki kadın yazarlar meselesine de dalmak, kitaplarını okumak istiyorum; bugüne kadar, bildiklerimin hiç birinde yazdıkları ve hissiyatları üzerine bir merak oluşmamıştı. Ama kitap ve elbette ilk kez okuduğum yazarın saygı dili sayesinde bu kadın yazarları kendi kitaplarından okumam, onları, ilk kadın yazarlarımızı daha çok tanımama ve belki de kendilerini kahramanlarım yapmama sebep olabilir! Oylum Yılmaz kesinlikle güzel ve okuru besleyen bir roman yazmış; takdir ettim fazlası ile kendisini, bir hayranıyım artık. Kitap bugün bitecek; bir de bir gün birisi filmini ya da dizisini yaparsa... demiştin, dersin. Ben kesin yapardım. Kısa senaryosu bile hazır. Kafamda!!



... Olayın diğer tarafındaki küçük hikayelerden oluşan, kesinlikle küçük ama çok etkili bir kitap; ikinci dünya savaşı ve arkasını, oradaki sivil ve masum hayatı merak edenlere kesinlikle çok şey katıyor ki benim 10 sayfam kalmıştı sabah... ve gün içinde hiç fırsatım olmadı, birazdan tamamdır ama! Kitabı çok beğendim: içinde tren var, üstelik istasyon istasyon geziyoruz ve bu istasyonlarda büfeler var, ayrıca tren restoranlarında takılıyoruz, gittiğimiz mekanlarda bahşiş veriyor klasik müzik çaldırıyoruz, bazı otellerde kalıyoruz ve iz sürüyoruz, anılar da var elbet! Bir de 131 sayfalık bir kitapta bunları anlatmadaki lezzet önemli! Haa, konuya ilgisi olmayan, içinden trenler geçmeyen biri ne der, onu da bilemem!



... Bu arada kitap çok güzel, ilk yirmi sayfada makinistler, şahane bir baş makinist ve lokomotifler vardı. Ve Platonov ya! Bi ara keşke yaşayan bir yazar olsaydı da daha çok kitabını okuma şansım olsaydı, diye düşündüm. Dün saat geç olmasına rağmen 50. sayfayı geçtim ki valla şahsımın son dönem performansı açısından büyük başarı! Üstelik okuma konusunda fena gaza getiriyor insanı Platonov şahsı! Kitabın 406 sayfa olduğu düşünülünce ben bu kitabı en fazla, en tembel okuma modunda dahi 10 günde bitireceğim gibi gözüküyor. Kendisine Mutlu Moskova'dan** beri bayılmaktayım ayrıca. Kitapta da 130'a falan geldim yahu! Bugün iki yüzü bile bulabilirim, öyle bir potansiyel görüyorum kendimde, hatta dün yatarken okuyordum ki gözüme kirpik değince istemesem de, gözyaşıları arasında bırakmıştım. Sovyet Devrimine başka bir taraftan bakmak güzel oluyor, adamın dili zaten çok sevimli, ince de bir mizahı var ki tadından yenmiyor. Bir de hep trenler, istasyonlar işte... Bir de Rusya yahu!



... Bu Lupita Ablanın hikayesinin dili de Sombrero gibi, past continuous tense... hatta ben Sombrero'yu okurken yazarın Latin olduğunu bile düşünmüştüm bi ara! Dolayısı ile aynı sesleri ve vurguları yaparak okuyorum, gözlerimle. Lupita tamamdır, her ne kadar bitişi çok yumuşak olsa da -genel gidişi bir polisiye olarak alırsak- bitiş hafif kalsa da güzel kitaptı vesselam. Bir kere Meksika'yı tanıdık... benzer ülkelerdeki siyaset kirliklerini bir kez daha teyit ettik... ayakkabı kutularının sadece ayakkabı kutusu olmadığını ve evrensel bir değer olduğunu öğrenmekle ülkemin bunun dışında kalmamış olmasına sevindim! Artçıları güzel bir romandı ve genel gidişi de şahane idi, kesinlikle! Bak, tekila içesim geldi birden! Yüksekova'nın canını yerim ben be; kardeş şehri de var artık! Yalnız kitaba gittikçe daha çok bayılıyorum. Bir politik kara mizah romanı olarak değerlendirmek gerek sanki, o zaman her şey yerine oturur gibi. Bu yazar abla Sombrero'nun yazarından daha edepli ve de daha edebi bi fırlama... Çok takdir ettim kendisini!




*Hertha Berlin futbol takımı üzerinden, yazarla ilgili ilk izlenimlerim sonucunda mektupta yer alan, karşının algılayabildiği esprili bir göndermedir! 

**Mutlu Moskova, için buradan lütfen!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP